1KitapOkuyalim
  MUSTAFA İLHAN - SULAR ALEVLENİRKEN
 

"Saçların hangi ülkenin ırmaklarında ıslanır İkindi gölgesi oralarda da uzun mu Oralarda da seven horlanır Sevilen vurulur mu"
1.
'Sevgi... Varoluşun sırrı... İnsan gönlünde kopan en büyük firtına. Ama umman ister gönülde bu fırtına, kopmak için. Okyanusça enginlik, deryalarca derinlik ister med-cezirlerle kabarıp yükselmek, dalgalanmak, çalkalanmak için. Bir bardak suda firtına kopar mı? Aşkın, gerçek sevginin dalgalanmaları da biı bardak suyun sığlığındaki gönülde olmaz. Böylesi bir sevgiye aşk denemez. Yunusça sahralara, bülbülce seherlere vurup kendini, sevdalarca yanıp tutuşacak gönül engin, bunun acısını çekecek ve bu acıyı sevebilecek yürek büyük olmalı."
Böyle diyordu, okumam için bana verdiği dergide, sevgi yazıları isimli köşesindeki yazısında.
Onu, geçtiğimiz yıl Ekim ayında tanıdım. Okula yeni gelmişti. İlk gün derste onun yanında boş bir yer bulup oturmam. bu vesileyle onunla merhabalaşmam, belki de çok uzun bir serüvenin başlangıcıydı.
Onunla ilk bu şekilde tanışıp merhabalaştık. Sonralan aylar süren okul serüveninde merhabalaşmaktan öte bir yakınlığımız olmadı. Ama o
farklıydı. Bu farklı oluş her şeyiyle, onun her halinde, tavrında ve hareketlerinde, kendini gösteriyordu. Giyimi. yüz ifadesi, konuşması, bakışları... Bambaşkaydı herşeyi.
Sınıfta herkes birşeylerin peşinde, bir yerlerin içinde. Kimi alabildiğine siyasi sloganların ardında, kimi Jaz-erkek ilişkilerinin en sulandırılmış biçimiyle sözde arkadaşlık ediyor. Kısaca herkes birşeylerle oyalanıyor, gününü gün etmeye bakıyor.
O, bütün bunların dışında kalıyordu. Okuyor, yazıyor, düşünüyor, kurduğu farklı dünyasında, kendi ile başbaşa, yalnız kalmayı tercih ediyordu. Sınıfta yalnızlığı tercih edenlerden biri de bendim. Biraz da bu benzerlik, bizi farkında olmadan birbirimize yakmlaştırıyordu.

Oldukça yakışıklı. Bu yönüyle de sınıftaki kızların ilgi odağı. Kızların komplimanlarına aldırış etmiyor, ilgilerini anlamazdan geliyor, hiçbirine yüz vermiyor. Kaba, ya da kendinden habersiz biri değil. Farklılığının bilincinde. Tertemiz, pırıl pınl. Güzel giyiniyor. Atletik yapılı bir fiziği, bir seksen civarında boyu, geniş omuzlarının üzerinde mükemmel bir başı var. Düz, upuzun, tırpan gibi duran kaşlarının altında iri siyah gözleri, yüzünü çevreleyen kısa siyah sakalıyla usta bir ressamın fırçasından çıkmış bir tabloyu andırıyor.
Bana karşı tavırları sınıftaki diğerlerinden farklı, daha bir samimiydi. Bazan göz göze geliyorduk ve onun sevgi dolu bakışlarına muhatap oluyordum. O zaman utanıyor, suçüstü yaka-lanmışçasma, bakışlarını kaçınyordu. Kaç defa onunla daha yakın olmayı, konuşmayı denedim. Ama onun ciddi, mesafeli, biraz da mahcup tavrı sebebiyle vazgeçtim. İlk gün yanına oturduğumda isminin Cihan Akın olduğunu, Ankara'dan yatay geçişle geldiğini öğrenmiştim. Onun hakkında bütün bildiklerim bu kadardı. Hatta sınıfta herkesin tüm bildiği buydu.
Bu gizem onu biraz esrarlı kılıyordu. Sınıfta herkes, onun hakkında tahminler, dedikodular üretiyordu. Kimine göre sınıfa sokulmuş bir ajandı, bazılarına göreyse, birilerinden kaçan, kendini gizlemeye çalışan biriydi. O, bütün bu söylenenlerin farkındaydı. Ama aldırmıyormuş, duymuyormuş gibi davranıyordu.
Bana bütün bu söylentiler saçma geliyordu. İddia edildiği gibi casus olsa, zamana, duruma göre renk değiştirir, sınıftaki fraksiyonlara yaklaşmaya, onlarla içli dışlı olmaya çalışırdı. Hem onda, ikiyüzlü, casusluk yapabilecek bir karakter yoktu. Kendini gizlemeye çalıştığı fikri aptalcaydı. Resmi bir okulda kayıtlıydı. Arayan onu bu yoldan pekala bulabilirdi. Bu söylentilerin hangisinin doğru olduğunu zaman gösterecekti.
Nisan'ın ilk haftasıydı. Ders boştu. Sınıftakiler kendi aralarında, kendileri gibi düşünenlerle gruplar oluşturmuşlar, gayet ateşli ve heyecanlı tartışıyorlardı. Lafla herşey ne kadar da kolay oluyor. Bir kaç cümleyle devletler yıkılıyor, devletler kuruluyordu. Emeğin hakkı alınıyor, sömürüye, zulme son veriliyordu. O, böylesi kuru gürültü ve lüzumsuz heyecandan daima uzakta kalmaya itina gösteriyordu, Yine öyle yapmış, arka sıralardan birinde, sol elini çenesine destek yapmış, alaylı bir tebessümle, konuşulanları dinliyordu. Ben de onun sağında, iki masa ötesinde dersle meşgul oluyor gözükerek onu izliyordum.
Benim onu seyrettiğimi farkedince utandı. Önündeki kitabın sayfalarını karıştırarak bir şeyler okumaya koyuldu. Bu atmosferde kitap okumak mümkün değildi. Biraz sonra sıkıntılı bir tavırla kitaplarını toplayıp, çantasını alarak sınıfı terketti. Peşinden ben de onu takip ettim. Kantine inip, kapının tam karşı sındaki masaya, bir sandalye çekip oturdu. Ben de bu sefer sol tarafında, bir yer seçip oturdum.
Benden habersizmiş gibi davranmasının anlamsız olduğunu düşünmüş olmalı, bana dönerek:
"Ne içersiniz?" diye sordu. "Çay..." diye karşılık verdim. İki çay söyleyip, önündeki kitabın sayfalarını karıştırmaya başladı. Bir ara gidip yanına oturmayı düşündüm, ama sonra vazgeçtim. Çay söyleyip ilk adımı atmıştı ama, kitabı ile meşgul görünerek yine araya mesafe koymuştu. Aradan geçen zamanda kitabın sayfalan arasına gömülüp gitti. Kantincinin getirip
masaya bıraktığı çay buz gibi olmuştu. Çaydan habersizcesine, sol eli şakağında, dalıp gitmiş, adeta kendinden geçmişti.
Biraz sonra sınıftaki gruplaşmalar burada da oluştu. Anlaşılan rahatça kitap okuyup düşünme fırsatı vermeyeceklerdi ona. Ama o, bu sefer aldırmıyor, okumaya devam ediyordu. Bu sırada kapı tarafındaki gruptan kısa boylu biri iki elini kaldırarak:
—"Arkadaşlar! Müsade ederseniz, acizane birşeyler söylemek istiyorum" diye söz istedi. Ama bizim sınıfin şımarıklarından Ortaköylü Ercan:
—"Acizsen otur ulan yerine!.." diye sözünü kesip onu susturdu. Söz isteyen mahcup olmuş, susmuştu. Belki terbiyesi cevap vermesine müsade etmemiş, belki de korkmuştu.
Etrafından habersiz, olup bitenlere ilgisiz, hatta önündeki çayı bile unutmuş gözüken, bu güne kadar böylesi hengamelerden uzak duran Cihan hışımla ayağa kalktı:
—"Ukalâlık etme. Ben aciz değilim ve konuşuyorum. Deli-kanlıysan beni sustur!"
Yüreğim ağzıma geldi. Ben, hatta kimse ondan böyle bir çıkış beklemiyordu. Bence bu yaptığı pek akıllıca bir davranış değil, hatta çılgınlıktı. Etraf, onu bir kaşık suda boğabilecek bir sürü cani ile doluydu. Ama o buna aldırmamıştı bile. Herkes şaşırmıştı. Kiminin gözlerinde kin, kimininkinde ise endişe vardı. Ama onun yüzünde en ufak korku izi yoktu.
Masadaki bardak, devrilmiş, bardaktaki çay masanın üzerine, oradan da yere akıyordu. Yükselen tansiyon kendini gizledi, kalp atışları hızlandı. Kulaklar, şimdiye kadar susan ve kimliği, kişiliği esrarını koruyan, aciz olmadığını biraz farklı bir şekilde gösteren Cihan'ı biraz da mecburen dinlemeye koyuldu.
Kelimeler itina ile seçilmiş olarak, tane tane, vurgular mükemmel, ses tonu havaya hakim, adeta yılların tecrübesiyle konuşuyordu.
Cihan'a göre sözde emeği, hakkı, doğruyu savunanların
8
hemen hepsi tutarsızdı. Çoğu samimiyetsiz ya da bilinçsizdi. İş olsun, heyecan olsun diye, kendilerini tatmin için bu oyunu oynuyorlardı.
—"Lewis blue jeanlar, Marlboro sigaralar, son model lüks arabalar, cebinizde tomarla para, üstelik Amerikan dolarıyla Amerikan düşmanlığı, fukara edebiyata, emekçilik oyunu oynamak biraz komik, hatta lüks değil mi?" diyordu.
Emek sömürülüyordu, doğruydu. Ama emeği savunanlar, emeği sömürülenlerin en mukaddes hakkı olan yaşama hakkını hiçe sayıyor, öldürüyor, kanla, terörle, sözde emek savunuculuğu rolünü oynuyorlardı. Söylenecek sözü olanın terörle, silahla işi neydi?
"Emeğini savunduğunuzu iddia ettiğiniz insanların hayat haklarına saygı .duyun biraz" diyordu.
Devrimci olmak, önüne geleni devirmek, inançsız olmak demek; emekçi olmak dinsiz olmak demek değildi. İnsanı sevmek, yaradılanı yaradandan ötürü sevmek, insan hayatına, insan emeğine saygı, dine, inanca ve inanana saygı göstermek, kısaca sevgi saygı, mücadelenin ruhuydu. Ruhu olmalıydı.
Böylesi bir atmosferde, bu şekilde konuşmak zorunda kaldığı için özür dileyip:
—"Tevazünün da fazlası israftır. Onu anlayana göstermek gerekir. Yine de herşeye rağmen sizinle böyle konuşmak, böyle davranmak zorunda kaldığım için sizden özür dilerim. Acizane birşeyler söyledim. Çünkü insan acizdir. Nezaket ve tevazudan anlamayan Ercan arkadaşım da bunu böyle bilsin. Kendisini güçlü görüp başkasını ezerken, daha güçlü birinin de çıkıp bir-gün kendisini ezebileceğim aklından çıkarmasın. Bunu ben aklımdan çıkarmıyorum" diyerek espirili bir şekilde konuşmasını bitirdi. Son cümleler havayı yumuşatmış, gerginleşen tansiyonları önemli ölçüde yatıştırmıştı.
Şımarık tavrıyla havayı elektiriklendiren grup ,Cihan'ın
yalnız olmadığını düşünmüş olacaklar ki, kavgayı göze alamayıp, kantini terkettiler. Birkaç dakika sonra o da kantini terket-ti. Ben bu sefer onu takip etmek için değil, onunla konuşmak, biraz sitem etmek için peşinden gittim.
Oldukça tedbirli ve dikkatli, gayet vakur adımlarla yürüdü. Otobüs durağının beş on metre ilerisinde bir banka oturdu. Bel-liki otobüs bekliyordu. Arabamı alarak yanına gidip durdum. Beni karşısında gördüğünde, memnun olmuş bir edayla gülümseyerek yer gösterdi.
—"Merhaba. Oturmaz mısın?"
—"Oturmadan evvel sana birşey sormak istiyorum" deyip karşısına dikildim:
—"Öyle davranmaya mecbur muydun. Çılgın mısın sen Alla-haşkına? Öldürülebilirdin."
Gülümsedi. Sanki az evvelki hadisenin içindeki o değilmiş gibi rahattı. Oturmam için tekrar işaret etti:
—"Evet öldürülebilirdim. Ama mecburdum. Göz göre göre bir haksızlığa, zulme göz yumamazdım. Her inanan insan için inancı uğrunda gerektiğinde ölebilmek borçtur, korkulacak birşey değildir."
Aylardır uzaktan da olsa tanıdığım Cihan'dan farklı biri vardı adeta karşımda. Onun inançlarına sıkı sıkıya bağlı olduğunu biliyordum. Ama böylesi bir tavrı beklemiyordum doğrusu. Ölümle düpedüz alay ediyordu.
Bu sırada otobüs geldi. Gitmek için müsade istedi. Ona, nereye gideceğini sordum. "Buralardan uzaklaşmak istiyorum. Bunaldım" diye karşılık verdi.
—"Öyleyse, pekala bunu benim arabamla da yapabiliriz. Bende uzaklaşmak istiyorum" dedim. Bir iki saniye kararsızlık ve "sizi rahatsız etmeyeyim sözüne karşılık "Bilakis memnun edeceksiniz" diyerek ısrarım üzerine arabama bindi. Yanıma oturmamış, arka koltuğa oturmayı tercih etmişti. Bir süre hiç
10
konuşmadık. Birşeylerden söz etmek için:
—"Hep otobüsle mi seyahat ediyorsunuz" diye sordum. —"Bazen de trenle." diye espirili karşılık verdi. "Arabam olmadığına göre elbette böyle yolculuk yapmak zorundayım"
Oldukça yakışıklı ve çekici olduğunu söyleyip, bu kadar genç, güzel kızın ilgisine niçin kayıtsız kaldığını sordum. Cevabı oldukça açık ve netti:
—"Elbette ben de insanım. Benim de her normal insan gibi nişlerim, duygularım ve arzularım var. Tavırlarıma bakıp ta beni katolik papazı, ruhban filan zannetmeyin. Ama benim o, diğer arkadaşlarınızda olmayan, duygu ve arzularımı disiplin altına almamı gerektiren inançlarım, bağlı olduğum değerler var. Biz insanız. Bizi diğer canlılardan, hayvanlardan ayıran bir-şeyler olmalı. Farkımız olmalı onlardan. "
Ona göre, her aklına eseni, aklına estiği gibi yapmak insanı bayağılaştırır, hayvandan da aşağı bir seviyeye düşürürdü.
Kabataş'a gelmiştik. Arabamı otoparka çektim. Ona rıhtımda yürümeyi teklif ettim. Saatine bakıp gözlerini kısarak zihninde kısa bir hesap yaptıktan sonra bu teklifimi de kabul etti. Anlaşılan o da benimle olmaktan mutluydu.
Fındıklı tarafına doğru yavaş adımlarla yürümeye başladık. Hava masmavi, pırıl pırıldı. Yürürken onu, bir iki adım gerisinde kalarak seyrediyordum. Lacivert bol pileli bir pantolon giymiş, ceketini silahının olduğu tarafa, sol koluna atarak belindeki silahı gizlemişti. Kısa kollu bir gömlek giymişti. Geniş omuzlan, adeleli vücudu, adım attıkça pantolonundan kendini belli eden gü^lü bacak kasları, biçimli ellerinden gözümü alamıyordum. Beyaz çorapları ve rugan ayakkabılarının gizlediği ayaklarını merak ediyordum.
İnançlı, inançlarına sıkı sıkıya bağlı, yolunda can vermeye her an hazır bir insandı. Peki kimdi? Ailesi var mıydı? Elbette olacaktı. Ama neredeydiler, ne iş yaparlar, nasıl yaşarlardı. Bir iki kez sormayı denedim, sonra vazgeçtim.
Mimar Sinan Üniversitesi'ni geçmiş, rıhtımda yürüyorduk. Üzerimde bol beyaz bir bluz, siyah bermuda pantolon ve lacivert, yaprak desenli bir şal vardı. Çantamı iki elimle kavramış, önümde tutarak yanıbaşında yürüyordum. Yavaş ve tane tane konuşmaya başladı:
—"Şu insanlar hiç düşünmüyor Hilal. En son kullandıkları şey akıllan. Şehvet ve ihtiraslanysa en önde. Herşeyi menfaatler, egoistçe hırslar, insanlıktan uzak bir şehvet yönlendiriyor."
Bu fikrine katılmadığımı söyledim. Bugün insanlar aklı kullanarak, bilim ve teknolojide başdöndürücü bir mesafe katetme-mişler miydi?
—"Bilimde ilerlediler ama ilimde, idrakte cahilleştiler. Maddeye sahip oldukça manadan uzaklaştılar. Allah'a kulluğu ter-kedip, kendi elleriyle yaptıklan makinalara, teknolojiye kul köle oldular" diye karşılık verdi.
İnsanlık, bilimi, teknolojiyi putlaştırmamalıydı. Bilim insanlara hizmet ettiği sürece nimetti. İnsan makinanın emrine girip onu putlaştırdığı zaman, bu nimet külfet olur, insanın omuzlarına biner, onu kulu, kölesi haline getirirdi. Bütün bunlar neticede insanın hizmetine, ona binek olarak verilmişti. Tesbitini ilginç bir espriyle misallendirdi.
—"Siz hiç eşeğini sırtında taşıyan insan gördünüz mü? İşte günümüz insanının yaptığı bu."
Onu biraz daha açmak istedim.
—"Düşüncelerinizde haklı olabilirsiniz. Ama bugün sizin gibi düşünen, sizin gibi inanan kaç kişi var? Kiminle neyi, nasıl değiştireceksiniz? Bence sizin hayal ettikleriniz çok eskilerde kaldı. Bugün, çağı geçmiş bir dinin küllerinden yeni bir diriliş meydana getirmek ütopyadan başka birşey değil."
Bu sözlerime hiç kızmadı ve şaşırmadı. Hafifçe gülümsedi.
12
—"Şu inançsız olduğunu iddia eden, İslâm'a saldırıp, Allah'a isyan eden insan kendini ne zannediyor. Düşün ki o Allah'ı ve O'nun hükümlerini reddedenlerin başlan dara düşmeyegörsün. Başka hiçbir güç akıllarına gelmez o an için. Sığınabilecekleri başka güç yok zaten. Peki, başlan sıkıntıdan kurtulup selamete çıktıklarında neden O'na boyun eğmiyorlar. Hadi o insan ölümün önüne geçsin, zamanı durdursun. Varlığa hükmetsin anlayalım. Konduğu at pisliği üzerinde, kendini Himalayalar'a konmuş kartal zanneden sineğe benzetiyorum ben onlan."
Bu ilginç espirisine ikimizde güldük. Ona göre insan, istediği kadar dini yokettiğini sansın, kendini kandırmaktan öte bi-şey yapamazdı. Kimse kendini kandırmasın, diyordu.
Gerçekten de, kalbimi dinlediğimde, oradaki haykınşlan duyabiliyordum adeta. İnanıyordum. İnanmak istiyordum. Onun gibi inanıp bağlanmayı ne kadar isterdim..
İnsanı etkileyen üslubuyla anlatıyor, anlatıyordu. Adete aylarca susmuş olmanın hıncını çıkanyor gibiydi. Ama bıktırmıyor, usandırmıyordu.
Aynı toprağa ekilen farklı cinsteki yüzlerce tohumun, aynı toprak, aynı hava, aynı ısı, aynı nem, aynı minerale rağmen nasıl farklı, çeşit çeşit bitkiler, çiçekler, ağaçlar meydana getirdiğini; bu küçücük tohumlara bu mükemmel programı yükleyen gücün kim olduğunu düşünmek gerektiğini,bu gücü anlamak, bulmak, kabul etmek, O'na itaat etmek gerektiğini anlatıyordu.
Saatine baktı. Geri dönmemiz gerektiğini söyledi. Arabama kadar yine aynı konularda sohbet ettik. Onu arabamla evine bırakmak istedim, kabul etmedi. Israr ettim. "Zahmet etme, bir taksiye biner giderim", diyerek teklifimi kibarca reddetti.
*   *   *
20 Nisan 1977. Erkenden uyandım. Bir an evvel hazırlanıp, okulun yolunu tutmalıydım. Artık beni okula bağlayan çok güçlü bir bağ vardı. Ona yakın olmak benim için karşı konulmaz
13
bir duyguydu bu.
Adalardan mimoza leylak kokularını yüklenip gelen, harika bir hava, ılık bir rüzgar doluyordu. Balkona çıkıp bu güzel havayı iliklerime kadar çektim. Bugün Adalar ne kadar güzel, ne kadar yakın görünüyordu. Kınalıada'daki evler oldukça net görülebiliyor, insan adeta sokaklarda dolaşan faytonları, insanları görebileceğini sanıyordu.
Şimdi Adalarda olmayı, Büyükada'da Nizam caddesinde yürümeyi, selvilerin tepesine kadar tırmanmış mor salkımlı leylakların yaydığı dayanılmaz, enfes kokuyu ciğerlerime çekip, o eşsiz güzellikleri seyre dalmayı ne kadar isterdim.
Giyinip hazırlanarak aşağı indim. Dadı kahvaltıyı hazırlamıştı. Bir iki lokma alıp aceleyle çıktım. Arabamı alıp Bağdat Caddesini süratle geçerek Altıyol'dan Osmanağa Camii'nin önüne kadar geldim.
Benliğimden yükselen, mani olamadığım bir kuvvet beni, bu Allah evine çekiyor, davet ediyordu. Sağa yanaşarak karşı sokağa girip kaldırıma park ettim. Cami avlusuna girdim. Avluyu şöyle bir dolaştım. İçeriye, camiye girmeyi istedim. Kıyafetime baktım uygun değildi. İlk defa kıyafetimden utandım. Demek ki değişiyordum.
Avluda dolaşan, camiye girip çıkan insanlara, sağa sola tünemiş tek tuk güvercinlere baktım. Allah evinin kanatları altına sığınmış olmaktan son derece mutluydular. Kendimi alabildiğine mutsuz hissettim. Demek sahip olunan maddi değerler, rahat hayat, mal, mülk, para, güzellik insanı mutlu etmeye yetmiyordu.
Birden gözlerim caminin kapısına takıldı. Camiden çıkıp ayakkabılarını giyen insanı tanımıştım. Cihan'di o. Peki ama bu saatte burada ne işi vardı? Belki buralarda oturuyordu, ama şu an namaz vakti değildi ki. Ayakkabılarını giyip döndüğünde beni gördü. Yüzü hafif bir tebessümle aydınlanmış, sevinmişti:
14
—"Sizi bu mekanlarda görmek ne güzel." —"Buralar bizim de mekanlarımız. Neticede müslümanız. Kılık kıyafetimizle ona yakışmıyor, onu yaşamıyor olsak da" diye karşılık verdim.
—"Bu sabah namaza kalkamamıştım, buradan geçerken kı-lıvereyim dedim" diye burada oluşuna, ben sormadan açıklık getirdi.
Ben de, okula giderken, yenemediğim bir gücün beni buraya sürüklediğini söyledim. "Herhalde senin manyetik alanına girdim. Gücün beni buraya çekti" diye espri yaptım.
—"O iman, ilahi güç, fıtratınının gereği, benim gücüm değil" diye karşılık verdi. Cevap vermedim. Yürüdük.
—"Nasıl olsa aynı yere, okula gidiyoruz. Arabamla gidebiliriz" dedim. Olur, dercesine başını salladı. Arabanın yanına geldik.
Biraz sonra Karacaahmet, Bağlarbaşı derken Altunizade'ye gelmiştik. Köprüyü geçmek için E-5'e girecekken, aklıma değişik bir fikir geldi. Arabayı sağa çekerek Cihan'a döndüm:
—"Bugün önemli bir dersimiz yok biliyorsun. İstersen okula gitmeyelim, şöyle dolaşırız biraz. Ne dersin? Hem seni daha yakından tanımak istiyorum. Henüz isminden ve düşüncelerinden başka hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bana kendini anlatırsın."
Beni reddedemiyordu, bunu farketmiştim. Yine reddetmedi. —"Olur, ne yapalım. Senin dediğin olsun" diyerek başını yana eğdi.
—"İsminden ve düşüncelerinden başka hakkında bir şey bilmiyorum" sözüm üzerine hafif tebessüm etti. —"Yetmez mi?" diye gülümsedi.
—"Yetmez. Daha yakından tanımak istiyorum. Kimsin, nesin, gökten zenbille inmedin herhalde" diye karşılık verdim. Ne-
)
15
sin, soruma
—"İnsanım" diyerek güldü.
—"Nereye gidiyoruz?" diye sordum.
—"Fikir senin. Ona da sen karar ver"
—"Hayır hayır. Onu sen kararlaştıracaksın."
—"Madem öyle. Beni tanımaya, İstanbul'da ilk mekan edindiğim yerden başlayalım. Öyleyse boğaza gidiyoruz, Çengelköy'e.."
—"Ne isabet. Çengelköy'de babaannem oturuyor."
—"İskelenin yanında bir balıkçı lokantası var. Ama senin bildiğin daha iyi bir yer varsa oraya gideriz."
Arabayı iskeleye çekip, tarihi çeşmenin yanına parkettim. Köprüyü ve İstanbul'u tam karşıdan gören bir yer seçip oturduk.
Boğazın üzerine çöken sis kalkmış, manzara olağanüstü bir güzellikle dolmuştu. Eski İstanbul, abidevi bir hayaller ülkesi gibi gözlerimizin önündeydi. İstanbul'a ruh üfüren, galiba şu boğaz ve şehadet parmağı gibi yükselen minarelerle çın çın tekbir yankılanan kubbelerle bezenmiş, ama eski İstanbul'u. Son zamanlarda şehri beton yığınları istila etmiş, dev homurtularla alabildiğine yükseliyor, enine boyuna genişliyordu.
Bir süre bu manzarayı seyrettik. Gözlerimiz bu harika estetiği tarayıp köprüyü, boğaza asılmış o inci gerdanlığını geçip, Etap'ın, Sharaton'un, Hilton'un o ruhsuz cesetlerine takılıp kaldı.
Cihanın gözleri Hilton'dan Dolmabahçe'ye, oradan Beyler-beyi'ni takip ederek bana döndü.
—"Biliyor musun ilk defa bir kızla bu kadar yakın oluyo-
rum.
—"Gerçekten ilk defa mı?"
16
—"Evet, niçin şaşırdın ki? Tabi bu durum, arkadaşlık kuramadığım, ya da kurmak istemediğim anlamına gelmez. Biliyorsun inandığım değerler, bağlı olduğum prensiplerim var."
—"Peki, bugün o bağlı olduğun prensiplerine ne oldu?" O kendine has tebessümüyle gülümsedi.
—"Elbette, inançlarımdan vazgeçmiş değilim. Yalnız unutma ki bende insanım. Hem sonra seninle olan yakınlığımız öyle sıradan, basit arzular üzerine kurulu bir arkadaşlık değil benim için" dedi.
—"Farklı olan nedir? Benim beynimi yıkamaya yönelik oluşu mu?"
—"Beynin kirlenmiş mi ki, onu yıkayayım?" diye esprili karşılık verdi. Gülüştük.
—"Bana kendini anlatmanı istemiştim" diye hatırlattım.
—"Uzun hikaye."
—"İyi ya. Ben de seni uzun uzun dinlemek, tanımak istiyorum. Hem akşama kadar vaktimiz var."
Nihayet garson siparişleri almak için masamıza geldi:
—"Ne arzu edersiniz efendim?"
Cihan, garsona eliyle "bekle" işareti yapıp, bana döndü:
—"Ne alırsın?"
Birşey dikkatimi çekmişti. Baştan beri senli benli konuşuyorduk. Siz ya da 'siniz' gibi resmi ifadeleri bırakmıştık:
—"Bugün benim misafirimsin, siparişleri ben veriyorum."
—"Aman ne misafir..."                  '
Bu sözü kendini küçümser bir edayla söylemişti.
—"Estağfirullah. Senden hatırlı misafir mi olur? İnan, sen benim için çok farklı, çok değerlisin. İnsan olmanın erdemini kavramamı, inanmamı sağladın" diyerek garsona dönüp, biraz
17
da esprili:
"İstakoz, Pavurya, Karides..." Tekrar Cihan'a dönüp, "Bunlardan hangisini alırsın?" diye takıldım. Sol gözünü kısıp kaşını çattı:
—"Hiçbiri..."
—"Neden? İnandığın değerler ya da prensiplerin mi yine?"
Bu esprime gülümsemekle yetindi. Garson hâlâ bekliyordu.
—"İkimiz için de balık söylüyorum o zaman" diyerek garsona siparişleri verdim ve "Herhalde bu, inançlarına aykın değildir?" diye iğneledim.
—"O inançlar seni ilgilendirmiyor mu? Bu sabah, müslüman olduğunu vurgulamıştın, hatırladığım kadarıyla. İnançlarımız demeni tercih ederdim. Hem bu husus daha fazla espri, konusu olmamalı. İnanmak ciddi iştir."
Bu sefer ben tebessüm etmekle yetindim. Rövanşı almıştı doğrusu. Garson balıklan getirdiğinde, iki de meyve suyu söyledim. Onun içki içmediği muhakkaktı. Zaten ben de sevmiyordum içkiyi.
18
"Kaç yeryüzü haritası çizilmiş yüzüne Yağmurlar yağmış bahar diye gözlerinden."
2.
Gözlerini boğazın serin sularından alıp, Rumeli Hisarı'mn belli belirsiz gözüken yüksek burçların üzerinde uçuşan kuşlara çevirdi. Bağrından kopup gelen bir iç çekişini gizlemek için bit yudum meyve suyu aldı. Gözlerini, ağlamamak için kendini zorlayan bir edayla kıstı. Onun ağlama özürlü olduğunu henüz bilmediğim için, ağlamak üzere olduğunu sandım.
—"Geçmişin ağlanacak kadar çileli mi?" diye sordum.
—"Hayatımın şu günlere kadar olan kesiti pek de iç açıcı değil. Ama ağladığım filan yok. Zira ben ağlama özürlüyüm."
Bakışlarını, ağlamadığını göstermek istercesine, gözlerime çevirdi.
—"Nerde kalmıştık?..Kendimi anlatacaktım değil mi? Ben çok gevezeyimdir. İnşaallah bıktırmam."
—"Estağfirullah. Bıkmak ta ne demek? Seni dinliyorum. Ve bilakis uzun ve ayrıntılarıyla anlatmanı tercih ederim."
—"Bahan yaşamadım" diye söze başladı. "Baharın yaza döndüğü bir gündönümünde, 1957'nin 21 Haziran'ında doğmuşum. Çocukluğumu yaşamadım. Ya da erken büyüdüm diyelim. Şartlar beni erken büyümeye zorladı belki de. Sorumluluk bilinci erken gelişti bende.
Yaşlı bir anne-babanın ilk çocuğuyum. Yıllarca çocukları olmamış. Onlar da baharını geçip, tam da ümitlerini kesmişken
19
benim doğmnumla sevinmişler. Az ağlayan, çok sevimli bir be-bekmişim.
"Babam zayıf yaradılışlı, kendi halinde bir insandı, öyle hatırlıyorum. Hastaydı. Yönü hep öbür dünyaya dönük olarak yaşadı. Annem biraz daha iyi durumdaydı. Evin geçiminin ağırlığı da onun omuzlarmdaydı. Köyün şartlarına göre oldukça iyi bir arazimiz, toprağımız vardı. Ama ekip biçen olmadığından boş yatıyordu onca tarla tapan.
"İşte böyle bir ailede şartlar erkenden büyüttü beni. Henüz altı yaşında kuzu çobanlığı yaparak evin geçimine ortak oldum. Bu arada beş yaşında hem Kur'an okumayı hem de normal latin harfleriyle okuyup yazmayı öğrenmiştim. Daha ilkokula başlamadan çok rahat okuyup yazabiliyordum. Belki inanmayacaksın, okula başladığım ilk ay hikaye kitaplarını, ikinci ay Kara Pençe isimli bir tarihi romanı okuyup bitirdim. Ta o zamanlar okuma sevdası tutuştu içimde."
Sustu. Gözlerini kısarak yüzümde duygularımı okumaya çalıştı.
—"Sıkılmıyorsun ya?" diye sordu.
—"Yok yok... Sıkılmıyorum. Bilakis seni tanımaktan zevk duyuyorum."
—"Çobanlık yaparak hayata atıldığımı söylemiştim. Bir gün kuzuları merada bırakıp, köye gelerek okula başladım.Okuldaki ilk günümü hiç unutmam. Üzerimde önlük bile yoktu. Sırtımda kırmızı renk bir gömlek, elimde, bir poşetin içinde bir defter ve kalemle okullu olmuştum. O gün herkes bana gülmüştü.
"Okulların açılışının ikinci günüydü ve benim okula başladığımdan evdekilerin haberi yoktu. Beş sınıfın bir arada eğitim gördüğü küçük bir köy okuluydu burası. İşte böyle başladı resmi okulluluğuna. Kuzuları daha sonra annem gidip getirmişti meradan."
—"Alemsin... Gayr-i resimside mi oluyor okulluluğun?" diye
20
güldüm.
—"Demiştim ya!.. Beş yaşında okuyup yazmayı öğrenmiştim. Ezberlediğim şiirleri gidip köy öğretmenine okurdum. İşte gayrı resmi okulluluğum buydu benim."
—"Zor bir hayat yaşamışsın. Oysa sen çok iyi şeyleri hakedi-yorsun" dedim.
Bu arada anlattıklarının etkisiyle gözlerim biraz buğulan-mıştı. Kendi hayatım ve imkanlarımla mukayese ettiğimde hakikaten zor bir hayat yaşamıştı. Önündeki bardaktan son yudumu içti:
—"Bak Hilal! Ben bunları kimsenin bana acıması için anlatmıyorum. Sırf bu sebepten bugüne dek hayatımı birilerine anlatmaktan kaçındım. İstersen burada bırakalım. Seni üzmek istemem."
—"Sen benim üzülmeme bakma. Duygusallık işte. Anlat, seni dinliyorum. Lütfen..." dedim ve "Biz kadınlar böyleyiz. Biraz gereğinden fazla hassas oluyoruz" diye espri yaptım.
—"Başkasının hayatı, ilgisini çeker insanın. Hikaye dinler gibi gelir. Biraz da merhamet duyguların.! okşar, hoşuna gider."
Arkasına yaslandı. Bardaktaki meyve suyundan bir yudum aldı. Gözlerimin içine, sonra karşı kıyıya, Çırağan Sarayı'nın yangından arta kalan iskeletine baktı:
—-"İşte" dedi. "Bu bina, bu eski saray harabesi insan ömrünü ne güzel tasvir ediyor. Kuru bir iskelet gibi. Tabi biz şu anda kuru bir iskelet değiliz ama..." Sözünün sonunu getirmedi. Biı süre sustu. Gözlerinde yine onu derinden yaralayan bir sahnenin canlandığı muhakkaktı. "Boşver" diye tamamladı.
Gözleri aynı noktada dalgın, üstüne basa basa bir şiirin mısralarını mırıldandı. "Hangi güzel göz ki, toprağa akmadı. Hangi güzel yüz ki toprak olmadı." Sonra gözlerimin içine baktı. Bahsedilen güzel gözlerin benim gözlerim, yüzün, benim yüzüm olduğu hissiyle ölümü adeta yaşadım. İliklerime kadar ürperdim.
21
Konuyu yeniden hayatına çekmek için:
—"İlkokula başlamıştın" dedim. "Hani şu kırmızı önlüklü günler."
Kırmızı önlük tanımlamasına gülümseyerek devam etti:
—"Daha sonra, önlük, çanta, defter, kalem, kitap derken basbayağı okullu olduk çıktık. Yaz tatillerinde yine kuzu çobanlığına devam ettim. Daha o yaşıma rağmen komşuların ısrarı sonucu, onların kuzularını da gütmek zorunda kalıyordum. Sonraki seneler, sürüde ikiyüz, üçyüz kuzu olduğu zamanlar oldu. Tabii yaz boyu pestilim çıkıyordu. Birtek zevkli yanı vardı bunun; bir kuzunun aylık ücreti olarak bir lira alıyordum. Üç-dört ayda toplam bin liraya yakın param oluyordu. Düşün, altmışaltı, altmışyedüi yıllarda...
—"İyi para" diye güldüm.
—"Dedim ya...Okuyacaktım. Okumak benim için bir sevda olup çıkmıştı. Ne pahasına olursa olsun okuyacaktım. Köy imamı İmam-Hatip'e, öğretmenim, Öğretmen Okulu'na gitmemi istiyordu. Babam ise,, biraz da ekonomik sebeplerle, okumama karşı çıkıyordu. Hem beni okutacak ekonomik gücü bulamayacağını düşünüyor, hem de bir an evvel hayata atılmamı, evin geçimini omuzlamamı istiyordu. Hatta bunun için İlkokuldan hemen sonra nişanlamayı planlıyordu. Düşünün, daha onbir yaşında bir çocuktum ve babama kalsa nişanlanacak, evlenecektim.
—"İyi ya, şimdi çoktan baba olurdun. Genç bir baba..." diye espri yaptım. Biraz da utanmış olacak, duymazdan gelip devam etti. "Bense okumakta kararlıydım. Beni bundan kimse alıkoyamazdı. Hatta evlilik bile."
Heyecanlı bir noktaya değinecekmiş gibi gözlerimin içine bakarak değişik bir ses tonuyla:
—"Bu arada ne olciü biliyor musun?" diye sordu. Karşısındakinin dikkatini konuya toplamayı iyi biliyordu:
22
—"Ben İlkokul dördüncü sınıfa giderken, bir kız kardeşim dünyaya geldi. Annem kırkdört, babam elli yaşındaydı o zaman."
—"Yapma!" diye heyecanlandım. Hazırcevaptı.
—"Ben birşey yapmadım" dedi ve "Adını Canan koymuştuk" diye devametti.
—"Canan'ın doğmasıyla eve apayrı bir neşe ve canlılık gelmişti. Kimileri, Canan'ın doğumuna, "kırkından sonra..." diye. alay etti. Kimileri "bu yaştan sonra..." diye eleştirdi. Ama Canan doğmuştu, kim ne derse desindi.
"Derken, ilkokulu bitirdim. Okumam için hâlâ evden izin çıkmamıştı. Bu durumda tek çare kaçmaktı. Yaz tatilinde yine çobanlık yapıyordum. Tabi, bu arada da kaçma planlan kuruyordum. Çobanlık yaparken bile okumayı bırakmıyor. Kur'an'dan sûreler ezberliyordum. Zor günlerdi o günler. Lastik ayakkabılarımın altı delinir, taşlara bastıkça ayaklarım kan içinde kalırdı.
"Ramazan bayramıydı. Çobanlığı bırakmıştım ama bayramda davar geziği sırası bize gelmişti. Çoban bulunamadığı zaman, köylü koyunlarını, sürülerini bir araya toplar, herkes bu sürüde bulunan koyununa, keçisine göre, -mesela on koyun veya keçi için bir gün-bu sürüyü otlatır. Buna, gezik derler. İşte tam bayram günü, gezik sırası bize gelmişti. Otuz koyunumuz vardı ve üç gün bizim nöbetimizdi.
"Bayramın üç günü köyde yaşanan bayramdan mahrum, davar otlattım. Sürü, geceleri de köye gelmez, yatak yeri dediğimiz alışık olduğu bir yerde yatırılır, geceletilirdi. Gece ay ışığında otlatılırdı. Buna da örü adı verilerdi. Tabi iki kişi güderdik sürüyü. İşte, bayramı bir diğer komşuyla beraber, geceli gündüzlü, dağda, dağ başında geçirdik.
"Bu arada karanmı verdim. Köye iner inmez kaçacaktım. Zira zaman geçiyordu. Okuma hayallerim suya düşecekti.
23
"Bayramın dördüncü günü, geziği devredip eve döndükten sonra, yemeğimi yiyip, yorgunluğumu bahane ederek, erkenden odama çekildim. Kapıyı arkadan sürgüledikten sonra hemen hazırlandım. Çobanlıktan biriktirdiğim ve bu planım için babamdan gizlediğim ikiyüz elli lira param vardı. Bu parayı alıp, kapıyı arkadan sürgülü bırakarak, arka pencereden atlayıp, sabaha karşı, köyden kaçtım.
"İlçeye gelip, İstanbul'a giden ilk otobüs için bilet aldım. Şoför sorduğunda, ona yalan söyledim. Beni otobüse almayıp, geri göndereceğinden korkmuştum. Şoföre, İstanbul'da Kur'an kursunda okuduğumu söyledim. Hangi kursta okuduğumu sorunca yalanım ortaya çıktı. Ona herşeyi anlattım. Babacan bir adamdı. Okumaktaki kararlılığım hoşuna gitmişti.
"Benim çocuklarım okumadı. Bari seni evladım niyetine okutayım diyerek, İstanbul'a gelince beni bir Kur'an Kursuna kaydettirdi. Azmedince Allah böyle vesileler yaratıyor.
"İki yıl kadar burada okudum. Kur'anı ezberleyip hafız olmuştum. Tabi bu arada köye, nerede olduğumu bildirmedim. Mektup yazıyordum. İyi olduğumu, beni merak etmemelerini ve de lütfen aramamalarını, zamanı geldiğinde tekrar köye döneceğimi yazıyor, adresimi tespit etmesinler diye de mektubu başka bir muhitten postalıyordum.
"Zaten, onların da beni arayıp bulabilecek durumları yoktu. Elalem de başkasının işine ne kadar sahip çıkardı ki? Böylelikle onlar beni arayıp bulmaktan aciz, ben ise köyde olup bitenlerden habersizdim."
Sustu. İyiden iyiye hüzün çökmüş gözlerini durgun bir ifadeyle uzaklara çevirdi. Ben de üzülmüş, gözlerimin dolmasına mani olamamıştım:
—"Çok acı çekmişsin..."
Gözlerime baktı:
—"Lütfen! Daha bunlar birşey değil. Hem bak, neticede
24
bütün bu zorlukların üstesinden gelmiş, yetişkin bir insan olarak dimdik ayaktayım. Önemli olan bu. Gerisi geçip gitti, acı tatlı." diye beni teselli etti. "İstersen gerisini anlatmayayım" diye tamamladı.
—"Lütfen anlat. Sonuna kadar dinlemek istiyorum." diye ısrar ettim.
—"Peki... Nerede kalmıştık? Asıl acılar yeni başlıyor."
Hem bundan daha da acısından söz ediyor, hem de espri yapıp kendi acılarına gülebiliyor, bir nevi açılarıyla alay ediyordu.
—"Tuhaf insansın doğrusu. Daha acısı olduğunu söylüyorsun, acılarınla da alay ediyorsun. Sen acı çekmeyi seviyorsun," diye sitem ettim.
—"Haklısın. Belki de acı çekmeyi seviyorum. Alıştık artık bütün bunlara," diye devam etti.
—"Hafızlığı bitirip kurstan mezun olmuştum. Diplomamı alıp, köyün yolunu tuttum. İşte, diyecektim işte hafız oldum diye gururlanacaktım. Artık kimse beni yolumdan alıkoyamazdı nasıl olsa... Ama, köyde beni nelerin beklediğinden haberim yoktu.
"Temmuz ayının ortalarıydı. Harem'den otobüse binip ilçeye, oradan da bir taksi tutup köye gitim. Kızkardeşim Canan'a. anneme hediyeler almıştım. Canan dört yaşındaydı o zamanlar.
"Köyde beni gören herkes, yüzüme bir tuhaf bakıyor, aralarında birşeyler konuşuyorlar, bana kimse birşey söylemiyor, konuşmuyordu. Ortalıkta birşeyler döndüğü, anormal birşeyler olduğu muhakkaktı.
"Eve yaklaşırken teyzemle karşılaştım. Ağlayarak koşup boynuma sarıldı. "Ne oldu?" demeye kalmadan, karşılaştığım manzara karşısında donup kaldım. Olanlar korkunçtu.
"Bizim ev yanmış, yerinde bir yığın kül kalmıştı. Adeta tepemden bir kazan kaynar su boca edilmişti. Neler oluyor, der-
25
cesine teyzemin yüzüne bön bön baktım. "Gidelim" dedi. Yürüyerek değil, adeta sürüklenerek, teyzemin ardından gittim. Teyzemin anlattıktan, gördüğüm manzaradan daha korkunçtu.
"Annem bir önceki yaz, kız kardeşim Canan'ı teyzemlere bırakıp tarlaya gitmiş. Babamın bacakları üzerinden kağnı geçmişti, belden aşağısı felçliydi zaten. O da evde kalmış. Ne olmuşsa işte o zaman olmuş. Evde yangın çıkmış. Yangını tarlada haber alan annem koşarak eve geldiğinde ev çökmek üzerey-miş. Yaz günü herkes tarlasında olduğundan yangını köylü de geç haber almış. Annem kimseyi dinlemeyip yanan evin içine dalmış. Sözde babamı kurtaracakmış. İşte o anda olan olmuş, ev çökmüş. İkisi de çöken evin altında kalıp yanarak can vermişler."
—"Nasıl dayandın bütün bunlara?" diye sözünü kestim.
Donup kalmıştım. Acı yeni başlıyor demişti ama, doğrusu bu kadarını da beklemiyordum.
—"Daha bitmedi" dedi. "Ağlamayı bile becerememiştim. Kız-kardeşim teyzemlerde olduğu için kurtulmuştu. Kurtulmaya kurtulmuştu ama..."
—"Peki ona ne olmuş?"
—"Dedim ya, kimse benim yerimi yurdumu bilmiyor, bilseler de zaten yangını bile haber vermeyecekler. Sözde beni düşünerek, o zaten kendisi çocuk, bir de üç yaşında bir çocuğa nasıl bakar, diye tutup evlatlık vermişler."
Bu arada dayanamayıp ağlamaya başladım. Cihan ise sanki bütün bunları yaşayan o değilmişcesine, gayet sakindi. Anlattıkları hikaye bile olsa insanın etkilenmemesi mümkün değildi. Tabi o sakin gözüken yüzün arkasında ne fırtınaların koptuğunu bilemezdim. Sanki ne düşündüğümü yüzümden okumuştu.
—"Alıştım artık bunlarla yaşamaya. Etkilemiyor artık" diye devam etti. Mendilimle gözyaşlarımı kurularken:
—"Peki sonra ne oldu? Bulabildin mi bari kızkardeşini?" 26
diye sordum.
—"Ne gezer!.. Maalesef Canan'ı evlat edinen aileyi köyde kimse tanımıyordu. Aileyi köy öğretmeni bulmuş. Daha sonra o da köyden ayrılmış. Milli Eğitim'den adresini öğrendim. Bütün ısrarıma rağmen, adreslerini bilmediğini, kızkardeşimi yetimhaneye götürdüğünde, orada karşılaştığını, onların Canan'ı sevip evlat edinmek istemeleri üzerine, böylesi daha iyi olur düşüncesiyle bu aileye evlatlık verdiğini söyledi. Pek inanmadım ama başka çarem yoktu.
"Köyde bir kaç gün daha kaldım. Babamla annemin mezarına gidip, onlara dua ettim. Eski hatıraları yeniden yaşamak için çobanlık ettiğim kırları, bahçelerimizi dolaştım. Adeta şoke olmuş, ağlamayı dahi becerememiştim. Gözyaşlarını içimde donmuştu adeta. Dolup dolup boşalıyordum. İçimde yanardağlar kaynıyor, için için yanıyordum. Ama bir damla yaş akmıyordu gözlerimden.
"Köyde kimileri bana acıyor, kimileri köyü bırakıp kaçtığım için herşeyden beni sorumlu tutuyor, kızıyorlardı. Köyde olsam neyi değiştirebilirdim ki. Belki de yangının külleri arasında bir ceset daha fazla olurdu."
Bu sözleri üzerine iliklerime kadar ürperdim. O yine aynı ses tonuyla anlatmaya devam etti.
—"Köydekilerin hiçbirine aldırmadım. Kendimi bırakmamalıydım. Ayaklarımı yere sağlam basmalıydım. Kolu kanadı kırık, yapayalnız kalmıştım. Köyde daha fazla kalamazdım. Köydeki tarlayı tapanı, ekip biçmeleri, ilgilenmeleri için teyzemlere bıraktım. Teyzemler, Harçlık falan istermisin?" diye sordular. "İstemem, eksik olmayın" dedim. Köyden ayrıldım.
"Kursa dönüp, olup bitenleri hocama anlattım. Başka kimsenin bilmemesi, kimseye anlatmaması için rica ettim. Kimsenin bana acıyarak bakmasını istemiyordum.
"Verdiğim karardan, çizdiğim idealden asla geri dönme-
27
yecektim. Olan olmuştu. Kendimi bıraksam ne değişirdi ki...
"Kursta bir yıl daha kalıp arapça okudum. Bu arada dışardan okul bitirme imtihanlarına hazırlandım. O zamanlar İmam-Hatip'in orta kısmı dört, lise kısmı üç yıldı. İyi hazırlanmıştım. O yıl orta kısmı dışardan bitirip liseye başladım. Böylelikle hafızlık ve Arapçaya ayırdığım üç yılı fazlasıyla telafi etmiş, on-dört yaşımda liseye başlamıştım.
"Okulun yurduna yerleştim. Derslerim çok iyiydi. Yazları köye gitmiyor, Sirkeci'de bir fotoğraf stüdyosunda çalışıyordum. Belli bir miktar da burs alıyordum. Maddi bir sıkıntım pek olmadı anlayacağın. Vakit buldukça Canan'ı aramaya devam ediyordum. Ondan ümidimi kesmemiştim. Ve hâlâ da kesmedim. Ama tabi bulamadım da.
"Liseyi başarılı bir jşekilde bitirdim. Aynı yıl imtihanları kazanıp Ankara'da üniversiteye başladım. Canan'in Ankara'da olduğu hakkında bir kanaat edinmiş, hatta izine iyice yaklaşmıştım bir ara. Bu yüzden Ankara'yı tercih etmiştim. Ama tekrar izlerini kaybettim. Aradığmın farkındaydılar harhalde ki, izlerini kaybettirmişlerdi.
"Fakültenin ikinci sınıfına geçtiğimde, yani onsekiz yaşıma girdiğimde fakülteye yakın bir camide imamlık görevine başladım. Bir yıla yakın imamlık yaptım. Ama olmuyordu. Henüz çok gençtim ve imamlık mesleğine çok idealist bakıyordum. Gençlik, heyecan...
"Ankara beni sıkıyordu. Oldum olası sevmedim orasını. Bir çok ilçesine gittim. Oraları çok sevdim. Ama Ankara'yı sevmedim nedense.
"Dedim ya imamlık benim için çok şey ifade ediyordu. Ama günümüzün şablonlaşmış cami cemaati yapısı aynen benim cemaatime de hakimdi. Yaşlı, bir sürü itikadi marazları olan, tabiri caizse rüyasında tabut görmüş namaza başlamış, ya da emekli, evde pabucu dama atılmış, başka gidecek yeri olmayan, evden camiye camiden kahveye... Bu üçgen içinde dolanıp duran
28
bir cemaat tipi... Gençler de vardı ama azınlıktaydı.
"Gençlik işte... Herşey çabucak değişsin, beyinlerde çöreklenen itikadi marazlar hemen ayıklansın, fikri saplantılardan çabucak kurtulsun insanlar, istiyordum. Ama olmuyordu. Adam tövbe ettim diyordu, günahları terkettiğini söylüyordu. Ama doğrusu, onlar günahları değil, günahlar onlan terketmişti. Biz de "kalkamadığından oturmak" diye bir tabir vardır. İşte benim cemaatim kalkamadığından oturuyordu. İçmeye mecalleri kalmadığından içkiye, artık yaşlanıp çöktükleri için zamparalığa tövbe etmişlerdi. Biri bu kaybettiklerini onlara geri verse hemen tövbelerini bozmaya hazırdılar. Faize hiçbiri laf söyletmiyordu. Anında ayakları yerden kesiliyordu. Bir yığın hurafeyi adeta din edinmişlerdi.
"Bir şeyler söylemek için heyecanla kürsüye çıkıyordum. Cemaate bakıyorum kimi uyuyor, kiminin aklı başka yerlerde... Bütün iştahım kaçıyor, nutkum tutuluyordu adeta. Konuşmayı bile istemiyordum.
"Sonunda yapamayacağımı anladım. Çok gençtim. Yeterli sabrı ve olgunluğu gösteremiyordum. Bazan kinci oluyordum. İstifa edip imamlıktan ayrıldım. Dönemin hükümeti düşünceye kadar birkaç ay, bir bakanın özel muhafızlığını yaptım. Daha sonra yatay geçişle İstanbul'a gelip, işte senin okulunda devam ediyorum...
"Bu sefer kalacak yer problemi ortaya çıktı. Kursa gitmedim. Yurtta da kalmak istemiyordum, bıkmıştım yatılı hayattan. Kendi başıma olmak istiyordum. Yurtta kaldığım yıllar, akşam olup da evlerin ışıklan yandığında çıldıracak gibi olurdum.
"Kiralık ev aramaya başladım. İki ay boyunca tüm aramalarıma rağmen başımı sokacak tek odalı bir yer bile bulamamıştım. Malum, ortalık karışık, üstelik talebeyiz, bekanz. Her çaldığımız kapıda bize terörist gözüyle bakılıyor, kimse ev vermiyordu. Haklıydılar da. Yaşanan hadiseler gözlerini korkutmuştu. Kardeşin kardeşe güveni kalmamıştı.
29
"İstanbul sokakları yeniden zor geymeye başlamıştı. Bazen kursa gidiyor, bazı kereler arkadaşlarda kalıyordum. Olmuyordu. Böyle devam edemezdi. Bütün bunlara bir çözüm bulmalıydım.
"Oldum olası Kadıköy civarını çok severim. Dalyan'da yağmura yakalanıp ıslandığım çok olmuştur. İyi gelir bana böylesi havalar.
"Yine oralarda biraz dolaşmak, hem bir iki tanıdığa uğrayıp ev konusuna bir çözüm bulmak için Kadıköy'e geçmiştim. Dalyan'da dolaşırken öğle ezanı okundu. Acele etmedim. Yavaş yavaş, dolaşarak Osmanağa Camii'ne kadar gittim. Namaz kılınmış, cemaat dağılmıştı."
Bu arada susup, önce saatine sonra bana baktı. —"Sizi sıkmıyorum ya?" diye sordu.
—"Hayır hayır, sıkılmadım. Yaşadıkların çok üzücü. Ama üstesinden gelebilmen ne iyi. Seni dinlerken zevk almamak sana hayran olmamak elde değil."
—"Teveccühünüz" derken mahcup olmuş, yüzü kızarmışta. Yaşıtı bir kızın ona, hayran olduğunu söylemesi utandırmıştı onu.
—"Zaten az kaldı" dedi ve devam etti. "Abdest alıp camiye girdim. Camide kimse yoktu. Pencere kenarında unutulmuş bir çanta dikkatimi çekti. Baktım içinde hatırı sayılır miktarda para, çek senet, evrak filan vardı.
"Namazı kıldıktan sonra evraklardaki adrese gidip çanta sahibini buldum. Yaşlıca bir adamdı. Çantayı öğle namazında camide unutmuş, bunun farkında olmadığından çalındığını sanarak ümidim kesmişti.
"Beni çantayla karşısında görünce şaşırdı. Çantayı teslim ettim. Baktı herşey tas tamamdı. "Bu yaşta bir genç, hem de bu devirde... Hayret doğrusu!" gibi ifadelerle şaşkınlığını dile getirdi. Sarılıp teşekkür etti. Paranın yüklüce bir kısmını bana
30
vermeyi teklif etti. Bunu kabul etmedim. Edemezdim de. Bu davranışımı bir beklentiyle değil, inancım gereği bir vazife telakki ederek yaptığımı, karşılığında bedel kabul edemeyeceğimi ısrarla vurguladım. Kim olduğumu, ne iş yaptığımı sordu. Kendimi tanıtıp, talebe olduğumu söyledim.
"O da benim gibi yalnızmış. Hiç çocuğu olmamış. Hanımı da bir yıl evvel vefat etmiş. Hayatta ortak çok şeyimizin olduğu ortaya çıktı. Bana evinde beraber kalmayı tekliften öte, adeta emretti. Başka çarem de kalmamıştı. Kabul ettim. Kendisi hatırı sayılır bir zenginliğe sahip. Mühürdar tarafındaki evinde bu yaşlı adamla beraber kalıyoruz. Okuldan arda kalan zamanlarımda Taksim'deki işyerinde bir nevi staj yapıyor, çalışıyorum. Kızkardeşim Canan'ı da hâlâ bulamadım.
"İşte böyle Hilal hanım... Beni tanıdınız. Biraz yoruldunuz, üzüldünüz ama neticede beni tanıdınız. Hayatımı bu kadar yakından tanıyan sayılı insanlardan biri oldunuz" diye sözünü bitirdi. Hakikaten çok ilginçti.
—"Ne hayat be... Gerçekten roman gibi. Güçlü insansınız doğrusu. Bütün bu yaşadıklarınızın üstesinden gelebilmek her insanın kârı değil."
—"Yok canım. Herkes gibi bir insanız. Allah'ın yardımıyla aştık o zorlukları."
Vakit epey ilerlemişti. Hesabı ödedim ve kalktık. Üsküdar'a geldiğimizde neredeyse ikindi olduğunu, hâlâ öğleyi kılmadığını söyleyip, müsade istedi.
—"Gel istersen beraber gidelim camiye" dedi. —"Ben namaz kılmayı bilmiyorum ki... Hem kıyafetim de uygun değil" diye karşılık verdim.
—"Olsun" dedi. "Olsun, bugün bir kenardan seyredersin, gün olur, öğrenir, kılarsın. Yeterki bu eksikliği kalbinde, gönlünde hisset. Hem sonra bütün bunları bilmemek sizin değil bizlerin suçu. Biz bugünün nesline bu dini öğretemedik. Geç
31
kaldık. Nafile kavgalarla vakit öldürdük. Ama neyse ki zararın neresinden dönülürse kârdır. Bugünden itibaren, hele de din ve iman mevzularında aklına ne takılırsa, çekinme bana sor. Belki birşey bilmeyebilirim ama ben de bilmediklerime, bilmiyorum der araştırır, öğrenir, sonra sana anlatırım.
"Dini yaşayıp yaşamamak, onu öğrenip, iman ettikten sonra karar vereceğin bir husus. Kişi bilmediğinin düşmanıdır, derler. Dedim ya... Biz İslâm'ı ve onun gerçek güzelliklerini size öğretemedik. Şimdi sizden İslâm'ı sevmenizi istemeye hakkımız yok?"
—"Haklısın" dedim. "Bize İslâm hiç öğretilmedi. Toplumun afyonudur, gericiliktir, yobazlıktır, fakirlerin psikolojik bir rahatlama, avunma metodudur dendi. Dinden nefret etmemiz için ne gerekiyorsa yapıldı.
"Neye nasıl inanacağımı, din adına neye bağlanacağımı bilemiyorum. Allah ismini duyunca ürperiyorum. Ama Allah mefhumunu kavrayabilmiş değilim. İnanıyorum. Daha iyi inanarak daha sıkı bağlanmak istiyorum. Dini, dine ait, Allah'a ait olan herşeyi sevmek istiyorum. Bildiğim kadarıyle dua etmeye, arabaya binerken, evden çıkarken, yatarken devamlı dua etmeye çalışıyorum. İşte bizim din adına yapabildiklerimiz bu kadar."
Arabayı parkedip, Mihrimah Sultan Camii'ne girdik. Abdest alıp namazını kıldı. Onu biraz da hayranlıkla seyrettim. Davra-nışlanndaki vakar ve olgunluk, konuşmasındaki, ses tonundaki samimiyet, insanın içini ısıtıveren sıcaklık... Daha ilk bakışta dikkati çeken güç ve cesareti... Hayatı, çektikleri... İnancına bağlılığı, samimiyet ve teslimiyeti... Kısaca onun herşeyinden etkilenmiştim.
İnanmak, bağlanmak mutlu ediyordu demekki insanı. Çardaklara, saçak altlarına tüneyen.güvercinler bile buraya sığınmış olmaktan mutlu ve hayatlanndan memnun görünüyorlardı. Cihan'a da bu gücü ve iradeyi veren mutlaka bu imandı. Bu İlahi güç. Demek ki din iddia edildiği gibi insanı uyuşturan bir afyon değil, tam aksine bir aksiyon, dinamizm kaynağıydı. Öyle
32
olmasa Cihan, kişilik sahibi, sorgulayan, yargılayan, mücadele eden bir yapıya sahip olabilir miydi? Din eğer afyon olsaydı, Ci-han'ı uyuşturmalıydı. Hele de tüm bu yaşadıklarından sonra...
Oysa o şimdi ne kadar mutluydu. Rabbine iman ve teslime-yetin vecdi ve huzuru içinde, O'na secde etmenin mutluluk ve yüceliğini tadıyor, yaşıyordu. Cihan'ın namaz kılışını imrenerek, onun namazdaki sükun bulmuş gönlüne, ruh haline gıpta ederek baktım.
Asıl afyon, bize verilen değerler, daha doğrusu değersizliklerdi. Din insanı sorguluyor, insana eşyayı, varlığı, kendini ve hayatı sorgulamayı öğretiyor, emrediyordu. Bundan sonra ben de kendimi, fikrimi, inancımı, hayatımı sorgulamalıydım ve sor gulayacaktım. Bu durumda Cihan sorularımla epey yorulacak, terleyecekti. Dalmışım. Cihan'ın:
—"Çok düşüncelisin." demesiyle irkildim. Namazını bitirip yanıma gelmişti. "Hiç... Yok birşey." diye geçiştirdim.
—"Gidelim" dedi. "Bugün oldukça vaktini aldım. Bekleyenlerin vardır."
—"Hayır. Benim için hiç farketmez. Bekleyenim filan yok. Hern seninle olmaktan mutluyum. Asıl ben geçmişini hatırlatarak seni üzdüm, yaraladım."
—"Boşver. Üzülme. Geçmişimi ne vakit unuttum ki, sen hatırlatmış olasın. Hem, alıştım geçmişimle yaşamaya."
Vakit ikindiyi geçerken, onu evine bırakıp eve geldim. Kafam karmakarışıktı. Hemen odama çıktım, duş alıp üzerimi değiştirdim. Rahat bir sabahlık giyip balkona çıktım. Gurûb iyice çökmüş, kızıl saçlarını toplayıp Sultan Ahmet Camii'nin minareleri üzerine asılıp kalan güneş, kızıllığını Sarayburnu'ndan ta Kınalıada sahillerine uzatmıştı. Altın saçlarının sudaki yakamozu, pırıl pırıl bir renk cümbüşüyle suyun derinliklerine doğru dilini sarkıtmıştı. Bir gün daha can çekişiyor, akşam oluyordu. Bu akşamlar, bu gün batışları, kimbilir nice doğuşlara gebeydi.
33
Aklımda, O fikrimde hep o vardı. Ondan hoşlanmış, onu sevmiş, etkilenmiştim. Onda, insanı böylesine kendisine bağlayan şey neydi? Ona, çektiklerinden dolayı farkında olmadan acımış mıydım?.. Hayır bu olamazdı. Hissettiklerim merhamet duygusu değildi. Hem o, kimsenin kendisine acımasını istemiyordu. Bu nedenle bugüne dek hayatını kimseye anlatmadığını söylüyordu. Peki, bana niçin anlatmıştı? Kim bilir, belki o da benden etkilenmiş, bana yakın hissetmişti kendini. Bu sebeple açılmış olmalıydı bana.
Odama geçip, kütüphaneden bir kitap aldım ve tekrar balkona çıktım. Salıncağa uzandım.
Bu kitabı, belki beşinci defa okuyordum. Filmini tekrar tekrar videodan seyretmiş, günlerce evden çıkmamıştım bu yüzden. Filimde yaşananlara, o amansız, hasret dolu aşka üzülüp ağladığım zamanlar olmuştur.
Bu romanda biraz katolik mezhebi sorgulanıyor gibiydi. Ama daha çok propaganda yapılıyordu. Bu romanda anlatılan katolikliği pek tatmin edici bulmamıştım. Romanda beni etkileyen, yaşanan amansız, çileli, hakikaten ilginç aşk ve bu aşkın kahramanları Meggie ve rahip Ralph idi.
Cihan, rahip Ralph'e ne kadar benziyordu. O bir katolik değil, rahip hiç değil, müslümandı. Onun da din adamlığı yönü vardı. Ama o, ruhban bir Tanrı adayı değil, bir insandı. Fizik ve yaradılış yönüyle pek çok benzerlik olmasına rağmen, bir çok yönüyle farklı, belki daha da mükemmeldi. O bir roman kahramanı değildi. Gerçek hayatın tamamen içindeydi.
Rahip Ralph Meggie'den epey yaşlıydı. Sonra aralarında hiç aşamayacakları bir ruhbanlık problemi vardı. Oysa Cihan bir ruhban olmadığı gibi aramızda yaş farkı da yoktu. Hatta ben ondan dokuzgün büyüktüm. O, 21 Haziran'da bense 12 Hazi-ran'da doğmuştum. Bugün bu sebeple ona, "bana abla demelisin" diye takılmıştım.
Kitabı kapatıp masanın üzerine bıraktım. Kitap okumaya
34
bile tahammülüm yoktu. Her sayfada, her satırda o karşıma çıkıyor, "ben Cihan... Cihan dolu sevgilerin gönüllü mahkumuyum. Beni en kolay sevgi mağlup eder, sevda vurur" diyor. Bir başka sayfanın satırları arasında: "Ben hayatta buralara, herşe-ye hep omuz vererek, güç kullanarak, önüme çıkan engelleri kıra yıka geldim... Ne zaman geriye dönüp baksam, hatıralanmın çoğu paramparça, kırık döküktür" diyerek karşıma dikiliyor. gönlüme akıyordu.
Güneş ufukta uykuya daldı. İçine gömülüp uzanıverdiği bulutlar kan emmiş sünger yığını gibi kızardı. Maşukundan ayrı kalmış aşıkların gönlü gibi alev alev tutuştu. Küllendi, karardı ve koca bir gün daha Marmara'nın sularında can verdi.
*   *   *
35
"Ben dudakları çatlak kavrulmuş yanık kaya Sen kevser gibi gökten boşanan ab-ı hayat"
v^«
Akşamın oluşu ağır gelir bana. Gurub vakti ufukta yoğunla-aşan kızıllik gönlümü alev alev yakar, kor kor kavurur, bir ateş parçası olur, tutuşur benliğimde. Bilmiyorum, bu kızıl atmosfer^ de canlanan, büyüyen alevler, farkında olmadan bana geçmişimi, göremediğim ama yangınım yüreğimde hissettiğim, babamla anneme mezar olan, evimizin yangınını hatırlatıyor, yaşatıyor belki de yeniden. Aydınlığı boğup atmosferi dolduran karanlık, ıslak bir yorgan, kurşun bir örtü olup tüm benliğimi bururken, bir kuru iskeletin, kemikten iki sivri parmağı gibi gözlerime saplanıverir.
Her akşam gibi bu akşam da, tüm ağırlığıyla gelip omuzlanma çöktü. Akşama yakalandığımda bahçede dolaşıyordum. Güllerle dertleşiyordum adeta. Kırmızı bir gülün yapraklan arasında dolaşan kelebeği kendime benzettim. Yavaşça yaklaşıp, korkutup kaçırmadan seyre koyuldum.
Yapraklann arasında okşarcasına dolaşıyor, adeta gülle sevişiyordu. Kelebeği kıskandım bir an... Yaşayamadığım, hasretiyle kavrulduğum sevgiler geldi aklıma. Ben böyle düşüncelere dalmışken, kelebekte sevgilerim gibi uçup gitti gözlerimin önünden. Kelebeğini, sevgilisini kaybeden gülü teselli etmek istedim. Eğilip kokladım, yapraklarından yavaşça öptüm.
İçimde garip bir hüzün vardı. Zaten hüzünden ne zaman kurtulmuştum ki. Dışa vuramadığım, yüreğimde düğümlenen
kör hıçkırıklar, yoğun duygular yaşıyordu benliğimde daima. Ağlayamazdım. Bu, benim psikolojik bir porblemimdi belki de. En dayanılmaz anlarda bile çok çok, gözlerimden yanağıma yuvarlanan bir iki damlaydı içimdeki okyanustan taşırabildiğim tek şey. Son çare olarak şiire sığınırdım. Şiirler de olmasa çıldırabilirdim her an.
Çok bunaldığımda, kalemi elime alıp, elime ne geçirirsem. kenanna köşesine şiirler yazardım. Bu durum, kuyruğuna basılınca inleyen zavallı hayvancıklann durumu, inlemesi gibi değil tabi. Zira ben neşeli olduğumda da, her zaman şiir yazarım. Okuduğum kitapların, mecmuaların sayfalan, böyle şiirlerle doludur.
Ya da şiir okurum. Ya kendime, veya bir başka şaire ait mıs-.raları, o şiirin atmosferine bürünüp okuyarak rahatlamaya çalışırım. Bu da genellikle ya üstad olarak kabul ettiğim şairin ya da Sezai bey'in şiirleri olur. Ben o anki yüz ifademin ya da ses tonumun pek o kadar farkında değilim ama benim o halime ba-kıpta "hani sen ağlayamazdın" diyenler çok olmuştur.
Bahçede biraz daha dolaşıp odama çıktım. Mutfaktan mis gibi yemek kokusu geliyordu ama aldırmadım. İçimdeki hüznü bir türlü söküp atamıyordum. Akşam namazını kılıp, Kalamış'a bakan pencerenin önünde dikildim, Mehtap Kalamış koyuna demirlemiş, Kalamış koyunun suları pınl pınl, billur bir aydınlıkla dolmuştu.
Baktığım noktada, gözlerimin önünde o diriliyordu. Onu nasıl bu kadar sevmiştim. Bugüne dek gönlümü kimseye açmamış, kimseye böylesi açılmamıştım. Oysa bugün ona hayatımı herşe-yiyle anlatmış, açılmıştım. Onun beni farklı bulduğu gibi, ben de onu farklı buluyordum.
Bambaşkaydı, güzeldi. Hem de harika bir güzellik. Altın köpüğü, alev sarısı saçlar, yeşille mavinin buluştuğu en güzel renk tonunda, dalgasız bir denizin engin ufuk çizgisi gibi, duru güzel gözler, en usta ressamın dahi fırçasında şekillendirmekten aciz
36
37
kalacağı, ilahi fırçanın çizdiği harika burun, kıpkırmızı canlı dudakların şekillendirdiği güzel bir ağız, bembeyaz güzel dişler, küçük bir çene, bir yetmişbeş civan boy ve düzgün fiziği, enda-mıyla hakikaten, görenlerin adeta büyülendiği bir güzellikteydi. Bu güzel tabloyu tamamlayan gönül güzelliği, sevebilen, acı du-yabilen, hisseden bir gönül zenginliği.
Fıtratın gereğiydi. Günün birinde gönül birini mutlaka sevecekti. Belki de bu oydu. Gönlüm belki de onu sevmişti. Bu kanaat için henüz erken olduğunu düşündüm. Ona duyduğum yakınlık, onun bana duyduğu, İslâm'a gösterdiği alakanın tabii bir sonucu olabilirdi. Bu fikre kendimi alıştırmaya zorladım.
Hâlâ pencerenin önündeydim. Yüreğimi burkan bir sıkıntı kavuruyordu içimi. Dudaklarımın arasından fırlayıp odayı dolduran bir of sesinin ardından bu.sefer bir ilahi takip etti.
inayetin olmasa nasıl ersin sana kul. Bize taat aşkı ver, duamızı et kabul.
Geçmişim,gözlerimin önünde canlanıyor, bir film şeridi gibi akıp gidiyordu. Salona indim. Bu eve kanadı kırık bir kuş gibi sığınmıştım adeta. Kanat açıp uçuvereceğim, özgürce başımı alıp gideceğim bir yerim yurdum yoktu. Ömrümce çok sıkıntıya, zorluğa göğüs germiş, omuz vermiş, aşmıştım. Ama bugün üzerimde garip bir hal vardı. Sanki bütün yaşadığım zorluklar, imkansızlıklar bütünüyle karşıma dikiliyordu. Aynı zorlukları Allah'ın izniyle yine aşabilirdim belki. Ama içimde bir his, 'aşamazsın, üstesinden gelemezsin1 der gibiydi.
Kelebeği düşündüm yeniden...Uçup gitmişti. Kim bilir hangi iklimlere, özgürce... O da mutsuz muydu acaba? Acaba o da mı yaşayamadığı sevgilerin hasretini çekiyordu? Ama neticede uçup gitmişti. Bu duygular beni yeni bir şiirin mısralanna alıp götürdü.
ikinizin de ne eş ne arkadaşınız var Sükut gibi münzevi, çığlık gibi hürsünüz
38
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var Onu da hangi diyar olsa götürürsünüz... —"Yine hangi dağ devrildi omuzlarına oğlum. Nedir halin?"
Sim bey gelmişti. Onu nasıl da farketmemişim. Çok dalmışım.
—"Merdivenlerden inerken şiir, odanda dolaşırken ilahi... Beni bile göremeyecek kadar dalgınsın."
—"Boşver be Sırrı amca. Her zamanki halim" diye geçiştirdim.
Birkaç gündür akşamlan oldukça serin oluyordu. Bu yüzden şömine yanıyordu. Geçip karşısındaki yer minderine oturdum. Isınmak için değil, efkar dağıtmak için maşayla ateşi karıştırmaya başladım. Ateşin korlanan kızıllığında yine aynı atmosfere, aynı hayallere dalıp gitmiştim.
* *   *
Zaman ne çabuk da geçiyor. Kaç zamandır dergiye uğramamışım. Bir grup genç arkadaşın neşrettiği mütevazı bir dergide arasıra şiirlerimi yayımlıyor, yazı yazıyordum.
Sabahtan kalkıp giyindim. Uykusuz geçen bir gecenin sabahıydı bu. Namazı kılıp salona indim. Mutfaktan kızartma kokuları geliyordu. Mutfağa geçtim. Ahçı Mecit usta kahvaltıyı hazırlıyordu. Ona yardım ettim. Birşeyler atıştırıp çıktım.
Bir iki ay evvel bir çalışmam yayımlanmış, bir romanım basılmıştı. Bu romandan bir tane alıp çantama koydum. Okula uğrayıp, daha sonra dergiye gidecektim. Saatime baktım, yediyi geçiyordu. Bahçeyi geçip yürüdüm. Sokağa çıktığımda onu, Hi-lal'i arabasıyla karşımda görünce şaşırdım. Sevinmiştim. Onu görmek, ona yakın olmak mutlu ediyordu beni. Kendime bile izah edemediğim, adını koyamadığım, tarifini yapamadığım bir duyguydu bu. Beni, onun yakın ilgisi de mutlu ediyordu. Sabahın bu saatinde, benden erken yola çıkıp, Caddebostan'dan
39
buraya benim çıkacağım saate yetişmişti.
—"İyi bir zamanlama. Tam kapıya geldim, sen çıktın. ken seni de alıyım demiştim."
Burada oluşunu izah etmeye çalışıyordu. Ona teşekkür ettim. Açıp, eliyle 'buyrun' işareti yaptığı kapıdan içeri arabaya binerken "istersen direksiyona sen geç" diye biraz esprili bir teklif yaptı.
—"Teşekkür ederim, ehliyetim yok" diye karşılık verdim. Biraz sonra Hasanpaşa kavşağından E-5'e girdik. Ona, evden çıkarken çantama aldığım romanımı verdim. Kitabın yazan olarak ismimi görünce:
—"Genç yaşta çok şeyler başarmışsın" dedi. —"Pek sayılmaz" diye geçiştirdim. "Yorgunum aynalarda" diye kitabın ismini seslice okudu, güzel isim dercesine.
Ona bugün yapmak istediklerimi anlattım. Okula uğrayıp, daha sonra dergiye gideceğimi söyledim. "Seni dergiye bırakabilirim" dedi.
"Giderim, zahmet etme" diyerek teklifine teşekkür ettim. İkinci dersten sonra okuldan ayrılıp Dolmabahçeye indim. Yirmisekiz numaraya binip, Saraçhanede Haşim İşcan Geçi-di'nde indim. Saraçhane meydanına çıkıp bir banka oturdum. Yağmur başlamak üzereydi. Bulutlar beton binaların omuzlarına çöktükçe çöküyordu. Bir çocuk, topunun peşinden koşarken, ayağı takılıp düştü. Kalktı, acıyan ellerini birbirine sürtüp oğuşturarak ağlamaya başladı. Merhameti bahar yağmurundan daha ılık bir sesle, anne, düşen çocuğunu kucağına alıp bağrına bastı.
Bir kedi, yerde yiyecek birşeyler arayan serçelere bakıp, o da kısmeti için pusuya yattı. Bu deveran böyle dönüyordu. Her canlı, diğerinin canı pahasına, rızkının peşinde koşuyordu. İnsan ise, kendisinden zayıf gördüğü diğer insanlar dahil, her
40
canlıyı rızkından öte, menfaati uğruna yok ediyordu. Hatta kainatın ahenk ve düzenini, çevreyi, herşeyi mahvediyor, yok ediyordu. Yaradılış gayesinden sapan insan, bir saatli bombayı, raydan çıkmış bir treni andırıyordu.
Tam karşımda abidevi bir heybetle yükselen, Sinan'ın ilk büyük eseri Şehzadebaşı Camii'ni, onun minarelerine sinen sükutu ve hüznü; diğer tarafta kimsesiz bir ihtiyar gibi omuzları çökmüş, asırlarca İstanbul'a su taşıyan, hayat veren su kemerini, her adımı tarih olan, her avuç toprağı ecdat kanı taşıyan meydanı seyrettim.
Bu düşünceler yormuştu beni. Derin düşüncelerin, tahammülü zor hüznümün ağırlığına direnmek istercesine ayağa kalkıp gerindim. Yürüyüp, dergiye gitmek için adımlarımı hızlandırdım.
Arkadaşların hemen hepsi dergideydi. Toplanmışlar, bu ay yayımlanacak derginin muhtevasını görüşüyorlardı. Karşılarında beni görünce:
—"O... Üstad, nerelerde kaldın sen yahu? Özletiyorsun kendini."
Bir diğeri:
—"Yine hangi deryada efkara yelken açtın?"
—"Senin için, 'ikinci Sütçü İmam'lığa resmen aday oldu diyorlar, ne dersin?"
—"Ölüme biraz daha soğuk bak. 'Bugün ölülerden çok dirilere ihtiyacımız var' diyen sen değil miydin?"
—"Hem bak, dünyada işini bitirmedin. Sana daha çok ihtiyacımız var."
—"Artık sükut kadar münzevi de değilsin. Ölürsen boynu bükük kalacak birileri var."
Hepsi, geçenlerde okul kantininde yaşanan hadiseyi ima ediyorlardı:
41
—"O rüzgar çoktan geçip gitti. Artık yaz geliyor. Başınızı kaldırıp, etrafınıza bakın. Yağan yaz yağmuru" diye espri yaptım. Son konuşan arkadaş ise Hilal'i ima etmişti. Ona:
—"Herşeyi ne kadar da çabuk haber alıyorsunuz. Hem bu kanaat için erken değil mi? Daha ortada birşey yok. Aynı okulda okuyan iki arkadaşız henüz" diye sitem ettim.
—"Biz gazeteciyiz koçum. Uçan kuştan haberimiz olur."
—"Ya biz neyiz?.." diyerek masasının üzerine basın kartımı attım.
—"Onunla değil, işinle göster gazeteciliğini."
—"Al, şimdi de senin anladığın tarzda gösteriyorum gazeteciliğimi" diyerek, hazırladığım yazıyı önüne bıraktım.
*   *   *
Artık Mayıs ayının sonlarıydı. Ama havalar hâlâ yağmurluydu. Bu yıl yaz gelmek bilmiyordu. Yine de yaz hazırlıkları iyiden iyiye hızlanmıştı. Okullar hızla tatil virajına girmiş, üniversitelerde finaller, diğer okullarda karne heyecanı yaşanıyordu. Yazlığa, tatile gitme hazırlıkları gözle görülür bir hızla tamamlanıyordu.
Hafif, insanın gönlüne işleyen güzel bir yağmur yağıyordu. Böyle havalarda yürümeyi severim. Gönlümde biraz da hüzün varsa, şemsiyemi de açmaz, bir güzel ıslanırım. Böylelikle, yüreğimdeki yangını söndürmeye çalışırım.
En son, cuma günü okula uğramıştım. İnat olsun diye, dergideki arkadaşlar kaç gündür okula gitmeme mani oluyorlardı. Eve de gitmiyordum. Sırn bey'e telefon edip durumu bildirmiştim. Hilal'e de telefon edip haber vermeyi düşündüm. Ama onu hangi sıfatla arayacaktım? Henüz bir iki haftalık arkadaşlığımız vardı. Bu düşüncelerle onu aramaktan vazgeçmiştim.
Dergiden ayrılıp yürüyerek Yenikapı'ya indim. Canım bir güzel yağan yağmur altında yürümek istiyordu. Şemsiyemi
42
açmak yerine koltuğuma alıp, sahil boyunca Sirkeci'ye doğru yürümeye başladım. Gelip geçenler, elimde şemsiye ile ıslanmamı yadırgıyor, tuhaf tuhaf bakıyorlardı. "Deli bu adam" der gibiydiler.
Kumkapı'yı geçip, Cankurtaran'a doğru yürüdüm. Beynim amansız bir poyrazda harman savuruyordu. Etrafımda olup bitenlere kayıtsız kalamıyordum. İnsan, böyle durumlarda ağlama melekesinden de mahrum olunca çıldırmaya her an hazırdır. Yağmuru adeta bir sığınak olarak seçmiştim, içimdeki fırtınadan kaçabilmek için.
Sahipsiz bir köpek, yavrularıyla beraber sur yıkıntılarının arasına sığınmıştı. Ben yanından geçerken, bir lokma yiyecek ümidiyle gözlerimin içine bakıp, dost bir edayla kuyruğunu salladı. .
Sen kendin ve üç yavrunun derdiyle muzdaripsin. Ya ben? Tüm muzdaripliklerin ağırlığıyla, çilesiyle senden daha muzda-ribim, diye düşündüm.
Az ileride sur diplerini mekan edinmiş bir alkolik, üstü başı perişan bir halde, ısınmak için tahta parçalarını üstüste koymuş, tutuşturmaya çalışıyordu.
—"Sigaran var mı" diye sızlandı.
—"Sigara içmiyorum" diye cevap verdim. Haline baktım, acıdım. Pislikten simsiyah olmuş yüzünün ortasında gözleri, siyah bir duvara asılı iki lamba gibi parlıyordu. Saçları, üstü başı, yağ ve çamurdan kat kat pislik bağlamıştı. Elindeki şarap şişesine 'sevgilim' der gibi sımsıkı sarılıyordu. Kibriti yakacak hali yoktu. Islanmış, titriyordu.
Kibriti çıkarıp üstüste konmuş gazete ve tahta parçalarını tutuşturdum. Sevinmişti. Gözleri memnun bir bakışla teşekkür etti.
Karşımda duran bu alkolik de insandı. Onun da insan gibi yaşamaya, insan haysiyetine sahip olmaya hakkı vardı. Oysa
43
sevgiden, hayatın manasından mehrum bırakılmış, sokaklarda, hayvanlara bile reva olmayan bir hayata terkedilmiş, dünyası bir içki şişesine sığdırılmıştı.
Verememiştik... Bu insana, bu insanlara insanca bir hayata verememiştik. Cemiyete medeniyet diye takdim edilen, karşımdaki insanın üst-ba^ındaki pislikten daha pislik illetin, alkolün, içkinin pisliğini bu insanlara öğretememiştik. Kimbilir, bu toplumun kaç ferdi, kaç pınl pırıl genci aynı illetin pençesinde, aynı akibete sürükleniyor? Düşünmek bile korkunç. Bu illete bu tehlikeye karşı, bize düşeni yapabilmiş miydik?
Bu düşüncelerle sarhoşun haline üzüldüm, iyiden iyiye ıslanmıştım. Yağmur hâlâ yağıyordu. Saçımdan, sakalımdan, yüzümden akan yağmur damlalarının arasına, bir iki damla da gözyaşı karıştı mı bilmiyorum. Bunu ben farkedemediğime göre, ağlasam da kimse farkedemezdi. Mesele yoktu. İnancım olmasaydı iradem beni bu akibetten kurtarabilir miydi bilmiyorum.
Yürüdüm. Sarayburnu'na yaklaştığımda, yanıbaşımda fren yapan bir arabanın sesiyle irkildim. Baktım, arabadaki Hilal'di.
—"Ne bu halin? Hastalanacaksın. Elinde şemsiyeyle ıslanıyorsun. Hem nereden çıktı bu havada yürümek" diye çıkıştı. "Hadi bin arabaya, zatürre olacaksın."
Kaç gündür okula uğramayınca, merak etmiş, Sırrı beyden, dergide olduğumu öğrenmiş, doğruca dergiye gelmiş. Dergideki-lerden, yürüyüşe çıktığımı, beni Yenikapı-Sarayburnu arasında bulabileceğini öğrenmiş, peşimden yetişmişti.
—"Böyle havalarda yürümeyi severim" diye kendimce mazeret beyan ettim.
—"Garip adamsın vallahi..."diye güldü.
—"Sen yine insaflı davrandın. Gelip geçenlerin gözlerindeki ifade, 'deli bu adam1 der gibiydi. Hem zaten bize deli diyorlar, biliyorsun."
Gülüştük. Yüzünde önemli bir karar vermiş insanların
44
ifadesi vardı:
—"Kararımı verdim, biliyor musun?"
—"Neye?.."
—"Dinimi öğrenmeye."
Bu çok güzel bir haberdi. Sevindim.
—"Ne kadar sevindiğimi bilemezsin, bu ne güzel bir haber!"
—"Bana, tebrik etmek için sarilıp öpmeyecek misin? Sen ar-kadaşımsın ve bu kararımda çok önemli rolün var."
—"Bizi bir gören var unutma. Biz iki arkadaş da olsak, iki farklı cinse mensubuz. Bu da sana sarılmamı men ediyor."
—"Bizi gören kim? Hem görsün, ona ne?"
—"Bizi gören herşeyi,. tüm varlık alemini, en ince teferruatına dek gözeten Allah'tır. Her halimizden O'na karşı sorumluyuz. "
—"Bak... Öyle her önüne çıkana sarılıp, öpmekten ben de hoşlanmam, ama kalp temiz olduktan sonra iki arkadaşın sarılıp, birbirlerini öpmesinde kötü olan ne? Hem, sonra biz birbirimize çok yakınız."
—"Bak Hilal. Çok iyi niyetlisin. Tetik çekildiği zaman, çekenin niyetine bakmaz, patlar. 'Ben onu patlasın diye, ya da birini öldürmek niyetiyle çekmemiştim' demek mazeret olmaz. Ve iyi niyet onun patlamasını, öldürücü etkisini yok edemez. İyi niyet. kalp temizliği, eğitim seviyesi, hayat standardı... Bunlar fıtratı, yani insanın yaratılışta var olan karakterini etkilemez, değiştirmez. Fıtratı eğitemezsin yani.
"Dürüst olmak lazım... Ben kız arkadaşıma arkadaşça sarılıp onu arkadaşça öpüyorum. Kötü birşey düşünmüyorum diyen insan ya yalan söylüyordur, yani sahtekardır, yahut cinsî yönden bazı problemleri vardır. Normal değildir."
Son cümledeki tesbitime ikimiz de güldük.
45
—"Ders vermeye başladın bile."
—"Verdiğin karara çok, hem de çok sevindim. Seni tebrik ederim. Sarılıp öpmesem de.
"Bütün başlangıçlar güzeldir. Koskocaman ağaç, minicik bir çekirdekten, şu mükerrem insan küçük bir canlıdan, güneş bir zerreden, dünya da bir damladan meydana gelmiştir. Daha ne küçük başlangıçlardan ne baş döndürücü vesileler, neticeler ortaya çıkar."
—"Kitap gibi konuştun ıslak filozof."
—"İslâm'da felsefe değil hikmet vardır. Felsefe yalanlara doğru kılıfı giydirme sanatıdır diyebiliriz. Bugün ak dediğine yarın pekala kara deyip, bunun doğruluğunu ispat için bin dereden su getirir. Hikmet ise; doğruların, mutlak doğruların, öğrenildiği; öğretildiği bir mekteptir. "
—"Peki, hikmet diyelim. Ben de, İslâm'daki bu hikmete talibim öyleyse."
—"Güzel. Suyu bulmak isteyen derede ararsa bulur. Tepede su arayan rüzgar, çölde ise batmanlarca kum bulur su yerine. Suyu bulamamasının suçu ise kendisinindir. Allah'ı arayan, İslâm'ı arayan da, onu menbaından, Kur'an ve sünnetten aramalıdır."
—"İslâm'ı öğrenmeye, seni tanıdıktan, hayatındaki fırtınalara direnmekte seni muvaffak eden güce bakarak karar verdim. Son iki aydır, hatta sen okula geleli, şahsında İslâm'ı gözlüyorum."
—"Bu çok büyük bir sorumluluk. İyi temsil edebildim mi bari? Zira, dille anlatıp tebliğ etmekten, halle, yani yaşayışıyla, onu iyi temsil etmek çok daha önemli ve tesirlidir. Temsil edememek te çok büyük sorumluluk ve vebaldir."
—"Beni etkiledin. Sendeki samimiyet, hoşgörü, insanı yargılamadan, horlamadan yaklaşman, ilgilenmen... Biraz önce bir alkoliğe karşı tavrın, ona bile iyilik etmeye çalışman... Sendeki
46
bu güzel sarsılmaz iman, bu güzel karakter, senin şahsında İslâm'ı sevdirdi bana."
—"Estağfirullah. Ben sadece inandığım gibi yaşamaya çalışıyorum. Şahsımda İslâm'ı sana güzel gösterip, beni vebalden kurtaran Rabbime şükürler olsun. Neticede ben de insanım ve her insan gibi benimde yanlışlarım, hatalarım, günahlarım olacaktır. Senden şunu rica ediyorum. Lütfen bende gördüğün bir güzel hasleti değerlendirirken, 'ne iyi insan' deme. Ne güzel bir dinin mensubu diye değerlendir. Bir yanlışımı, hata ve günahımı gördüğünde, de onu benim inancıma değil şahsıma yükle. Benim yanlış ve kusurum olarak gör, İslam'ın değil."
—"Tevazu gösteriyorsun. Benim gözümde İslâm'ı gayet iyi bilen, iyi temsil eden, güzel anlatan bir insansın. Bu sebeple senden ders almaya, İslâm'ı senden öğrenmeye karar verdim. Seninle tanıştıktan sonra zaten senden çok şey öğrendim. Bana zaman ayırabilecek, bu fedakarlığı yapabilecek misin?"
—"Fedakarlık ne demek? Sen bu karan verip beni bu konuma layık gördükten sonra, ben bana düşeni yapmayı vazife bilirim.
"Benim dinim, öğrenmeyi ve öğretmeyi emreder. Doğru bildiklerimi anlatmak zaten vazifem. Bana bilmek istediğin her şeyi, her konuda aklına takılanı sor, çekinme.
"Sormanı, sorgulamanı, muhakeme yapmanı istiyorum. Bu şekilde kazanacağın iman, kavuşacağın kişilik, sarsılmaz olacaktır. Herşeyi objektif olarak değerlendir. Fikirleri muhakeme et, karşılaştır. Doğru olanı kabul et, diğerini at gitsin."
Kabataş'a gelmiştik. Yağmur hâlâ yağıyordu:
—"Burada yürüyüp sohbet ettiğimiz günü hatırlıyor musun?"
—"Evet. İlk defa uzun konuşmuş, sohbet etmiştik."
—"Cihan, senin bir özelliğine dikkat ettim. Önemli kararlarında gelecek zaman ifadesi yerine geçmiş zaman kullanı-
47
yorsun, 'yapacağım, edeceğim değil, yaptım, ettim demek ve hemen de vakit geçirmeden sözünü yerine getirmek, yapmak gerekir' dediğini hatırlıyorum. Hatta 'Teşekkür ederim' ifadesini, 'Teşekkür ettim', 'gidiyorum' ifadesi yerine 'gittim' diyorsun. Ben de önemli bir karar verdim ve bu kararımda senin gibi davranıp, 'bugün derslere başladım' diyorum. Ve de bugün derslere başlamak için seni evimize davet ediyorum. Ben islâm'ı arabanın içinde, direksiyonda, sahilde değil, daha ciddi, planlı programlı olarak öğrenmek istiyorum.
"Ha.... Bu arada okumam için verdiğin romanı, senin romanını okudum. Çok güzel. Harika bir roman. Biraz da kendini anlatıyorsun gibi geldi bana."
"Yorgunum Aynalarda" diye romanın ismini tekrarladım. "Sadece yorgun mu?" diye sorup, cevabını beklemeden "kendimi mi anlatıyorum bilmem. Her yazar kitabına, kendinden az veya çok birşeyler katar. Ama, yaşadığı dünyasını değil, gönlündeki dünyasını anlatır. Romanda anlatılan ben, içimdeki, yaşayamadığım bendir. Gönlümdeki fırtınayı ifade etmeye çalıştım" diye karşılık verdim.
—"Felsefe yaptın."
—"Biraz öyle oldu."
—"Bu akşam size mi gidecektik?" diye konuyu değiştirdim.
—"Bu akşam ve her akşam...Kabul mü? Seni okuldan arabamla alırım, doğruca bize gideriz."
—"Olur. Ama bu akşam için, önce şu ıslak elbiselerimi değiştirmem lazım. Bu halde gitmemi istemezsin herhalde. Beni evdekilere böyle, suya düşmüş martı yavrusu gibi ıslak olarak tanıştırmak istemezsin sanırım?"
Islak martı esprisine daha çok güldü. Elbiselerimi değiştirmem için eve, daha doğrusu Sim bey'in evine yöneldik.
48
"Parçala kayaları, bulmak için yitirdiğin suyu Yeni zamanların yoksul duşlu kuzgunu.."
4.
Arabayı parkedip bahçe kapısından girdiler. Burası Sırrı Bey'in eviydi. Geniş bir bahçenin ortasında, bakımlı ahşap bir konaktı. Bahçede dolaşmaya başladılar. Yağmur hâlâ yağıyordu. Yaz yağmuru ama geçmemişti. Yağmura aldırmadan bahçede dolaşmaya devam ettiler. Cihan, -bahçedeki güllerle tek tek ilgileniyordu. Hilal ise onu seyretmekle yetiniyordu.
Cihan yeni açılmış, kırmızı bir gülü koparıp Hilal'e uzattı. Hilal gülümsedi. Kırmızı gülün ifade ettiği mana açıktı. 'Bu ne demek oluyor' diyen bir ses tonuyla:
—"Kırmızı bir gül. Teşekkür ederim" dedi. Cihan, kırdığı potu yeni farketmişti. Utandı.
—"Boşver. Güllere dayanamam. Kırmızı gülü görünce sana yakışacağını, birbirinizi açacağınızı düşündüm. Hem soyadına da uygun. Hilal Kırmızıgül ve kırmızı renk..." diye geçiştirdi.
Yağmur yeniden hızını arttırmıştı. Yağmurun çatılarda çıkardığı sesler, denizde fısıltıyı andıran buluşma anı, sokaktan geçen tek tuk arabalar da sayılmazsa, akşamla beraber tüm şehir uykuya dalmış gibiydi adeta.
—"Eve girelim" dedi Hilal. "Sen ıslaksın diye ben de ıslanmak zorunda değilim."
—"Ölmüş eşek kurttan korkmazmış mı demek istiyorsun?" —"Öyle demek istemedim" diye sitem etti Hilal, "Islanmak
49
istemiyorum diyecektim."
Salona geçtiler. Cihan, Ahçı Mecit'e Hilal için bir kahve yapmasını söyleyip, "ben elbiselerimi değiştireyim" dedi ve merdivenleri çıktı.
Biraz sonra duş almış, elbiselerini değiştirmiş olarak merdivenlerde göründü. Açık renk spor pantolon, yine açık yeşil gömlek ve üzerine bordo derimont giymişti.
—"Seni hiç böyle görmemiştim" dedi Hilal. "Çok farklı ve harikasın. Karşımda başka bir Cihan görüyorum."
—"Yok canım, her zamanki halim."
Ahçı ona da kahve yapmıştı. Cihan da kahvesini içtikten sonra çıktılar. Bugün özel bir gündü. Cihan, Hilal'in ailesiyle tanışacaktı.
Yol boyunca ders programlarını yaptılar. Yaptıkları programa göre okuldan beraber çıkacaklar, doğruca Hilallere geleceklerdi. Dersin ne kadar süreceğini o anki durum ve konular tayin edecekti.
Adaları çok güzel gören, geniş bir bahçe içinde ihtişamlı bir yalıydı Hilallerin evi. Bahçeyi geçip, geniş bir salona girdiler. Salon, zevk sahibi biri tarafından profesyonelce dekore edilmişti. Salona canlı renkler hakimdi. Şöminenin iki yanına ve üzerine av hayvanı postları asılmış, şöminenin karşısına yer minderleri, ayı postları serilmiş, tam bir şark üslubu kullanılmıştı. Rahat ve çok pahalı koltuk takınılan ve kanepeler, balkona bakan pencerenin yanında yemek masası yer alıyordu. Salonda yemek masasının bulunduğu bölüme iki basamakla iniliyordu. Üst kata çıkan ahşap merdivenin sağına piyano yerleştirilmişti. Duvarları antika tablolar, meşhur ressamların imzasını taşıyan yağlı boya resimler süslüyordu. Yemek masasının tam karşısında bar yer alıyordu. Tunçtan yapılmış kız heykellerinin omuzlarındaki kupalara viskiler, şampanyalar konmuştu. Ahçı ve hizmetçiler, tüm personel evdeydi. Yemek masası hazırlanmış, do-
natılmıştı. Masada içki olmayışı Cihan'ın gözünden kaçmadı. Hilal, misafirinin olacağım, içki kullanmadığını evdekilere önceden haber vermişti anlaşılan.
—"Evimizi nasıl buldun?"
—"Eviniz çok güzel. Ama anladığım kadanyla senin zevkini yansıtmıyor."
—"Haklısın. Bu çevrede insanların kendi zevklerinden öte etrafın zevk ve beğenisi dikkate alınıyor. Hem sonra babamın zevk ve anlayışı hakim evimize."
Cihan masaya şöyle bir göz attı.
—"Resmi bir merasim düzenlediğini bilseydim, ben de hazırlıklı gelirdim. Mesela daha resmi giyinirdim."
.—"Böyle daha iyisin."
Cihan vaktin geçtiğini söyleyerek, yemekten önce akşam namazını kılmak için müsaade istedi. Hilal bunu da düşünmüş, üst katta kendi çalışma odasına seccade serdirmişti. Hilal'in bu anlayış ve yakınlığı Cihan'ı oldukça mutlu etti.
Hilallerin evi gerçekten eşi az bulunur güzelliğe sahip, trib-leks bir villaydı. Denize inen sokakların birinde, sokağın solunda geniş bir bahçe içerisinde yer alıyordu. Bahçe kapısının hemen solunda Hilal'in ve babasının arabaları için garaj yeralıyor-du. Bahçede bir "L" çizen yoldan sonra birkaç basamaklı mermer merdivenden eve giriliyordu. Giriş katta geniş bir salon, zevkle döşenmiş büyük bir oturma odası ayrıca iki oda ve mutfak yeraîıyordu. Bodrum kat, personele ayrılmıştı. Salondan ahşap bir merdivenle çıkılan ikinci katta, denize bakan cephede Hilal'in odaları, arka cepheye bakan tarafta ise misafirler için hazırlanmış üç yatak odası vardı.
Hilal'in odaları bağımsız bir daire gibi düşünülmüştü. Geniş bir çalışma odası, yatak odası, banyo ve saunadan oluşuyordu. Hilal'in dairesine ışığı yansıtan, aydınlık ferah ve açık renkler hakimdi. Oturma ve çalışma odası olarak düzenlenmiş geniş sa-
50
51
lonun duvarları somon rengiydi. Rahat koltuk ve kanepeler, yerde İran halıları vardı. Beyaz masif bir kütüphane, el işlemesi harika bir örtü örtülmüş çalışma masası, mermer sehpaların üzerindeki Çin vazolarında günlük çiçekler, duvarda eşsiz yağlıboya tablolar göz alıyordu. Kütüphanede batı klasikleri, ansiklopediler, yabancı mecmua ve dergilerle muhtelif konularda değişik kitaplar vardı. Bir Kur'an-ı Kerim ve Cihan'ın yayımlanan romanı en üst tarafta baş köşeye yerleştirilmişti. Kısaca kütüphanesi zengin sayılabilecek nitelikteydi. Hilal'in okuyan araştıran biri olduğu burada kendim gösteriyordu.
Yatak odasına da aynı zevk ve renkler hakimdi. Beyaz masif karyola, el işçiliği oyma işlemeler, dekorlu aynalar, siyah atlas üzerine altın rengi sim işlenmiş yatak örtüsüyle eşsiz bir zevki yansıtıyordu. Komidinin üzerinde dijital bir telefon vardı. Soldaki küçük bir kaç raflı kütüphane Hilal'in okuma alışkanlığını teyid ediyordu. Yine beyaz MDF gardroplarm kapıları boydan boya aynaydı.
Geniş balkonda fıstık yeşili mermer, beyaz bir masa, rahat sandalyeler bir salıncak vardı. Ahşap korkuluklarda asılı saksılarda çiçekler açmıştı. Bir üst kat ise Hilal'in babasına aitti.
Cihan akşam namazını kıldıktan sonra yemek için masaya oturdular. Masada sadece Cihan'la Hilal vardi. Anlaşılan Hilal bu yemeği başbaşa ve herşeyi ile özel olmasını istemişti. Yemekler oldukça acılıydı. Güneydoğu mutfağının özelliğini taşıyordu.
—"Üç kuşak İstanbulluyuz. Ama aslen Güneydoğuluyuz." diye açıklama yapma gereği duydu Hilal. Cihan farkındayım dercesine:
—"Anlaşılıyor...Nereli olduğunuzu yemekler söylüyor zaten."
Yemekler iki kişilik değil, adeta on kişilik hazırlanmıştı. Çeşitler öylesine boldu ki her yemekten ancak tatmakla yetinmek
52
zorunda kaldılar. Hilal, Cihan'a yemesi için ısrar ediyordu:
—"Sen bu kadarcık mı yemek yersin? Lütfen biraz daha ye. Okula gitmeden evvel çoğunu kendi ellerimle hazırladım."
—"Oldukça marifetlisin anlaşılan. Eline sağlık. Yemekler çok güzel olmuş ama daha fazlasını yiyebilmem imkansız."
Yemekten sonra kahvelerini içerlerken kapı çaldı. Gelenler Hilal'in yakın arkadaşları, Ayşe ile nişanlısı Murat'tı. Hilal onlara Cihan'ı tanıttı.
—"Okuldan yakın arkadaşım ve bugünden itibaren de hocam Cihan. Bunlar da arkadaşlarım Ayşe ve nişanlısı Murat."
—"Memnun oldum Cihan bey."
—"Memnun oldum."
—"Ben de sizleri tanımaktan memnun oldum"
Murat'ın samimiyetle elini sıkmış, Ayşe de elini uzattığı, halde "teşekkür ederim" diyerek elini sıkmayıp bu davranışının sebebini açıklayarak özür dilemişti.
—"Ne içersiniz?" diye sordu Hilal.
—"Vallahi viskiyi tercih ederdik ama Cihan bey'e karşı saygısızlık olur, en iyisi biz de kahve alalım."
—"Anlayışınız için teşekkür ederim. Çoğu zaman bu anlayış ve saygıyı göstermek şöyle dursun, beni de içmeye zorlayanlar bile oluyor."
—"Peki hiç içmediniz mi?"
-—"İçmedim ve içmemekte kararlıyım."
—"Merak etmiyor musunuz? Nasıl bir şey olduğunu, tadını filan?" ,
—"Allah içmememi istemişse, benim için kafidir. Merak etmeme gerek yok. Tadının nasıl olduğunu bilmesem de, içeni ne hallere düşürdüğünü görebiliyorum. Yetmez mi?"
—"Ama ben ölçülü içiyorum. Sarhoş da olmuyorum. Bu da
53
mı haram yani şimdi?"
—"Bakın Ayşe hanım! O sizsiniz. Sizin bu iradeniz herkesi bağlayıcı değildir, bir. Şu an ölçülü içip, kararında bırakıyor olmanız, yarın da bu ölçüyü koruyabileceğiniz anlamına gelmez ve bunu ne siz ne de başka hiç kimse garanti edemez, bu iki., islâm, sizin veya ötekinin iradesine ve yapısına göre değil, genel olarak insan fıtratına göre ölçüler koymuştur. Haramlar koruyucu ve baştan tedbir alır niteliktedir. Ve en kötü ihtimalden hareket eder. Çoğu haram olanın, azı da haramdır. Bu da üç."
—"Cihan bey'e her konuda sorabilirsiniz. Kendisi hoşgörülü ve gayet açık fikirlidir" diyerek, bugün onun bir alkoliğe karşı II gösterdiği yakınlığı, ona nasıl yardım etmeye çalıştığını anlattı F Hilal. Ayşe hanım dert yanıyordu:
—"Bazen rastlıyorum. İnsanı çok fena tersleyip bozuyorlar. Bu durumda insan soru sormaya çekiniyor."
—"Öncelikle şunu vurgulamak isterim. Soruyu soran, alay etmek, ya da kendince beni zor durumda bırakmak, şahsımda dini aşağılamak istiyorsa, elbette benim de ona göre tavrım ve ona vereceğim cevap farklı olacaktır. Karşımdaki insan samimiyse, birşeyler öğrenebilmek için dürüstçe soru soruyorsa, sorduğu soru ne olursa olsun, konu ne kadar saçma ve aptalca olursa olsun, ona cevap verebilmek, onu o konuda aydınlatabilmek için elimden geleni yaparım. Cevap verip aydınlatabilmiş- 'i sem, bu benim değil dinimin mükemmelliği, cevap verememiş- j sem benim bilgisizliğim ve eksiğimdir. Zira İslâm daima ve her j konuda mükemmeldir."
—"Çok mütevazisiniz." —"Mütevazilik değil, gerçek bu." —"Siz din adamısınız, değil mi?" Mütevaziliğin tesbitini yapan Hilal, din adamısınız diye so-f ran da Ayşe'ydi.
—"Ben, sadece inanan, inandığı gibi yaşamaya çalışan ir
54
müslümamm. Ve de İslâm'da, Hıristiyanlıkta olduğu gibi din adamlığı veya ruhban sınıfı gibi bir sınıf yoktur. İnanan herkes dininin adamıdır. Ne günahlardan tevbe için, ne de başka bir konuda din adamının aracılığına gerek yoktur. Din adamlığından kasdınız resmi olarak imam olup olmadığım ise, bir ara imamlık hizmetim oldu ama şu an için böyle bir görevde değilim. Hilal'îe aynı okulda okuyorum."
Sohbet oldukça samimi bir havada devam ediyordu. Misafirler ve evdeki personel, herkes Cihan'ı sevmişti. Onun hakikaten hoşgörü ve açık fikirliliği hoşlarına gitmişti. Akıllarına gelen her konuda herşeyi rahatça sorabiliyorlar ve cevabını da alıyorlardı.
Murat'ın kafasında Allah kavramı hakkında bazı soru işaretleri vardı. Allah eğer varsa onu niçin göremiyorduk?
Cihan bu soruya önce hafifçe gülümsedi. Verdiği cevap ise oldukça farklı ve ilginçti.
—-"Duvarın arkasını görmeyen göz, yaratıcısını görmeye kalkıyor... Bu mantıklı mı sizce?" diye söze başladı.
Cihan'a göre iman, bilgi değil, idrak işi, şuur işiydi. Nice dini bilenler vardı ki azılı birer din düşmanıydılar. Allah'ı göremiyorduk. Onu görebilmek de mümkün değildi ama onun varlığını idrak etmek, düşünen, hisseden bir beyin, akıl sahibi bir insan için zor değildi. Yarattığı şeylerdeki mükemmellik, harikuladelik küçük bir sineğin, bir bakterinin bile hayatını devam ve rızkını temin etmek gibi konularda o küçücük bedenine göre akıl almaz zekası ve yeteneği... Minicik bir tohumda koskoca bir ağacı gizleyen o muazzam program... Rengim, kokusunu, yaprak ve gövdesinin şeklini ve yapısını hiç şaşırmadan uygulayan plan ve ahenk... Kısaca herşey, herşey Allah'ın varlığına delalet ediyordu." Görmediğime inanmam" mantığı son derece saçmaydı. Neticede insanın görebilme ve hissedibilme gibi yetenekleri sınırlıydı.
Bir akvaryumda yaşayan, tüm dünyası, görme ve hayal ale-
55
mi o küçücük akvaryumla sınırlı olan küçücük bir balık için denizi ve onun varlığını , büyüklüğünü idrak ve hayal edebilme yeteneği, onun havsalasında denizin belki büyükçe bir havuz kadar bile olmayan büyüklüğü, doğuştan kör olan birine renk tarif etmek ne idiyse Allah'ı görebilmek isteği aklın onu tahayyül ve idrak kapasitesi de oydu. Değil Allah'ın varlığı, O'nun bir eseri olan kainata nisbetle insan, denize nisbetle akvaryumda yaşayan balık da aynıydı.
Basit bir bardağın bile bir yapanı, bir ustası olması nasıl gerekli idiyse, olmamasını düşünmek ne kadar saçmaysa bu mükemmel ve muhteşem, sınırsız harikuladelik ve ahenk kısaca şu kainat ve varlık alemi de bir yaratıcısız olamazdı. Bunun aksini düşünmek de son derece saçmaydı. Bu düşünce bile akıl sahibi için Allah'ın varlığını anlamak ve idrak için yeterdi.
Sohbet uzadıkça uzadı, sorular soruldu, gayet mantıklı ikna edici cevaplar alındı. Kafalardaki istifhamlar silindi. Neticede son derece faydalı ve verimli olmuştu bu sohbet ve dersleri. Geçen saatler zamanı alıp gecenin bir buçuğuna doğru sarkıttı. Kimse bıkmamış, sıkılmamış, herkes halinden memnun görünüyordu. Ama Cihan vaktin geç olduğunu, artık gitmesi gerektiğini düşündü:
—"Vakit geç oldu. Müsadenizle ben artık gideyim" diyerek kalkmak istedi. Oysa Hilal onun gitmesini hiç istemiyordu. O ne kadar da iyiydi. Hiç gitmese olmaz mıydı? Ama bunun mümkün olmadığını, onun gitmek zorunda olduğunu o da biliyordu.
"Belki yanılıyorum. Bana yakınlığı belki karakterindeki sıcakkanlılıktandır, belki İslâm'ı öğrenmek istemem onu bana böyle samimi davranmaya sevkediyor olabilir. Üstelik henüz ortalıkta bir şey yok. Tamamen iyi niyetle sunulan kırmızı bir gülün çok şey ifade etmesi demek, beni seviyor olması demek olamaz. Hem onun benim gibi, giyinişi ve yaşayışıyla kendi dünyasına tamamen yabancı birini sevmesi söz konusu olamaz..." diye düşündü Hilal.
56
Gitme vaktinin gelmiş olmasından, gitmek zorunda kalmasından Cihan da memnun değildi. Onun da gönlünde fırtınalar kopuyor, ummanlar çalkalanıyordu daha şimdiden.
"Keşke gitmek zorunda olmasaydım. Ama bu fikir aptalca. Benim birini sevmem, hele de Hiîal'i sevmem için henüz çok erken... Üstelik onun bu samimiyeti beni seviyor anlamına gelmez. Belki yetişme tarzı, karakteri böyledir..." diye düşünüyordu. Neticede gitmek zorundaydı, kalktı.
—"Cihan bey, vakit oldukça geç oldu. Seni evine biz bırakalım" dedi.
Cihan, Hilal'in bu nazik teklifine:
—"Teşekkür ederim, bana geç olan vakit senin beni bırakıp geri dönmen için erken olmaz elbette. Bu saatte genç ve güzel bir kızı bir başına sokakta bırakamam" diye karşılık verdi.
—"Ben bırakırım Cihan beyi" dedi Murat. "Nasıl olsa ben de tarafa gidiyorum."
Böylelikle bu mesele de hallolmuştu. Kalktılar. Hilal, Ci--han'ın gözlerinin içine bakarak:
—"Teşekkür ederim" dedi.
Cihan hiçbir şey söylemeden gülümsedi. "Rica ederim, bir şey değil" gibi ifadelerden çok, daha engin manalarla yüklü tatlı bir tebessümle karşılık verdi:
—"Hayırlı geceler Hilal. Allah'a emanet olun!"
Açılan kapıdan Murat'ın yanına ön koltuğa oturdu. Ayşe de arka koltukta yerini aldıktan sonra araba hareket etti ve sokağın köşesinde kayboldu.
Hilal kuşlar kadar hafif, mesrurdu. Ömründe ilk defa birisi onu Allah'a emanet ediyordu. Yüreği kıpır kıpırdı. Gitgide bağlanıyordu ona. Farklı ve soylu bir bağlanıştı bu...
Hilal, gözleri nemli, bahçe kapısını kapatıp salona döndü. Evdeki personel Hilal'e daha bir saygılı, sevgiyle davranıyorlar-
57
di. Bu değişmeden onlar da memnundu anlaşılan.
Babası henüz gelmemişti. Odasına çıktı. Üzerini değiştirip yatağına uzandı. Ellerim ensesinde kenetleyip gözlerini yumdu. Hayallerinde, çok ötelere, yaşanmamış pırıl pırıl en bakir mevsimlere kanatlandı. Oralarda Cihan'ı aradı. Cihan'ın gülen gözlerindeki engin bakışlarda eridi. Yeniden aynı sevgi rüzgarları beynine hücum etti.
Keşke Cihan hiç gitmeseydi. Onu hiç göndermeyebilseydi. Ellerinden tutup, gözlerinin içine bakarak, "kal! Buradan hiç gitme!..Ayrılmayalım...Ne olur kal!.." diyebilseydi.
Acıma duygusu değildi ona karşı hissettikleri. Bu kesindi. O, zaten önüne çıkan engelleri, kimine omuz verip, kimini yum-ruklarıyla un ufak edip, çelik gibi bir beden ve ruh yapısıyla, dimdik ayakta bugünlere gelmişti. Sıradan bir arkadaşlık duygusu hiç değildi. Seviyordu Cihan'ı. Hem de en temiz duygularla. Kalbinin ilk ve tek sahibi olarak. Daha önce, henüz onaltı yaşındayken, kalbini biraz kıpırdatan piyano hocasını kovmuş, bir daha da kimseyi sevmemiş, sevememişti.
Ama şimdi sevmişti. Sevdikten, gönlünde depremler, sarsıntılar oluştuktan sonra, Cihan'dan ders vermesini istemişti. Cihan'ın her kelimesi, her bakışı kalbini yerinden oynatıyordu. Onun da bir şeyler hissettiği belliydi. Birkaç kez, kendisini sevgi dolu bakışlarla süzdüğünü sezmiş, Cihan, gayri ihtiyarı bakışlar olan bu halinden utanmış, mahcup olmuştu.
Yanılıyor olabilir miyim, diye düşündü. Bu ilgi, bu bakışlar, hissettiği Cihan'daki bu duygular, onun anladığı türden değil, her erkeğin bir kadın karşısında hissedebileceği sıradan duygular olabilir miydi? Bu düşüncelerle iliklerine kadar ürperip titrediğini hissetti.
*   *   *
Cihan, Murat'a teşekkür edip Alüyol'da arabadan indi. Loş ışıkların aydınlattığı caddeden süzülüp evin bulunduğu sokağa
daldı. Bahçeyi geçip sessizce eve girdi. Herkes yatmıştı. Nereye gittiğini bildikleri için merak etmemişlerdi. Odasına çıkıp yatsı namazını kıldı. Uyku, limanına uğramıyordu. Odanın içinde dolaşmaya başladı. Saatine baktı, gecenin ikibuçuğu. Yatıp uyumayı denedi, olmadı. Hilal'i düşündü. Gözleri, perdesini kapatmadığı pencereden uzaklarda, çok uzaklarda onu aradı. Kalbinden bir parça kopup gönül boşluğunda yuvarlandı. Ateş potalarında eridiğini, en canalıcı duyguların yakıcı ateşiyle için için yandığını hisetti.
Gönlüyle yaptığı ve bugüne dek galip çıktığı mücadeleden yenik çıkmış, yenilmişti. Her insanın bir zaafı vardır. Cihan'ın da zayıf yönü gönlüydü. Her gördüğüne gönül veremezdi ama sevdimi de can evinden vurulurdu adeta.
Candan vurulan bir kez vurulur, bir kez ölürdü. Sevgi kurşununu gönlüne yiyen ise her saniye binlerce ölür, ölümü yudumlar, ölümü yaşardı adeta.
Ömrünce neler terketmişti, neler, ne can yoldaşlarından, anadan, babadan, doğuduğu; vatan bildiği topraklardan, kardeşten, dosttan...Ve daha nelerden bir daha hiç kavuşmamak üzere ayrılmış, belki bu kadar zor olmamıştı. Hani, ateş düştüğü yeri yakar derler ya, belki o zaman da aynı acılan yaşamıştı, ama yüreğinde en taze, üstelik sevgiden doğan ayrılık acısı ağır gelmiş, diğer acılarını unutturmuştu adeta. Seviyordu. Hissettikleri, sevginin, hatta sevdanın ta kendisiydi. Hilal'in kendisinden ders okumak istemesi nasıl heyecanlandırmış, nasıl yüreğini coşturmuştu içten içe. Hissettikleriyle kalbi yerinden oynuyordu adeta.
Keşke kalkıp gitmek zorunda olmasaydım, ayrılmayabilsey-dim... Kalabilseydim ya da hadi gidelim diyebilseydim, diye düşündü. Sonra bu düşüncelerinden utandı. Ona ait olmayan bir güzellik hakkında böyle şeyler düşünmeye hakkı var mıydı? Acaba Hilal de kendisini seviyor muydu? O da aynı şeyleri hissediyor muydu? Hilal'in de aynı duygularla uykusuz olduğunu
58
59
nereden bilebilirdi ki?
Yeniden kendi kendine kızdı. Doğru muydu bu düşündükleri? Hilal, İslâm'a ve onun sevgisine samimiyetle bağlanmıştı. Belki kendisine gösterdiği samimiyet ve yakınlık da bu sebeptendi. Onun bu samimiyetine karşı bu hissettikleri doğru muydu?
Sevmesine, kalbinin böylesi yerinden oynamasına mani olamamıştı. Hiç olmazsa sevgisini, bu hissettiklerini farkettirme-mek zorundaydı. Hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışacak, sevgisini gizli yaşatacaktı. Ona İslâm'ı tanıtıp sevdirmeye çalışan bir okul arkadaşı olarak kalmalıydı, kalmak zorundaydı. Hilal'in benliğini, hayal ve ümitlerini, güvenini, kurmaya çalıştığı, adımını attığı bu yepyeni dünyasını, kendi şahsında İslâm'a yönelen sevgi ve saygısını, bağlılığını yıkamazdı, yıkma-malıydı. Bütün bunlar kolay olmayacaktı. Ama üstesinden gelmek zorundaydı.
Gönlü, bu kurşun yükü gibi dayanılmaz ağırlıktaki duyguların altında ezildi, ezildi. Gözleri görmeden baktığı karanlıkları emdi, emdi... Göz kapakları, bütün bu ağırlıkları taşıyamayarak yavaş yavaş kapandı. Sonunda bir kez daha uykuya teslim oldu. Tadı artık gerilerde kalan, rüyası bile sevgi olacak zor ulaştığı uykulardan birine... Zira seven gönülün ilk terkettiği şey uykudur. O gönlü uyku tutmaz, geceleri sabaha uykusuz taşır hep.
"Ah çılgınım seni ilk gördüğüm günden beri Ah delilik gömleği üstümde lime lime"
5.
60
Boğazın serin suları, zamanı Marmara'nın ağırbaşlı koynundan alıp, Karadeniz'in hırçın dalgalarının pençesine; bağrına vuran güneşin ilk ışıklarından, ayakucunda uykuya dalan gümüş simli mehtaba sürükledi durdu. Beraberinde dörtnala kalkan zaman, ayrı kaldıklarında zemheri soğuğu gibi dondu, geçmek bilmedi. Zamanın omuzlarına hasret yükü binince yorgun düşer, geçmek bilmez. Bu hep böyledir. Afrika'nın kızgın çöllerinde de, sahralarda da, buzdan dağlarda da, kutuplarda da, beton soluyan kentlerde de böyledir.
Aydan farksız ayrılıklar, andan fanksız, rüzgardan hızlı geçen beraberlikler bir ayı daha alıp götürdü zamandan. Hilal, geceleri sabaha uykusuz taşıdı hep. Pencerenin önünde, iki eliyle yanaklarını sıkı sıkıya kavrayıp, sularda uyumaya çalışan mehtabı seyredip durdu. Gönül yüküydü bu. Sevdaydı. Hele de gizli çekiliyorsa, hele de, gönül verdiğinin duygularından emin değilse seven gönül...İnsan uykuyu da unutur, uyumayı da.
Cihan için de farklı olan bir şey yoktu. O da uykusuz yakalanıyordu sabaha. Akşam, ders bittikten sonra, Hilallerde bir süre daha kalıyor, Hilalle, evdeki personelle, Hilal'in misafirleriyle, değişik konularda sohbet ediyordu. Onun genel kültürü, aktüel konulardaki duyarlılığı, aktüaliteyi takipteki yeteneği ve gayreti, dünya kültürüne olan aşinalığı karşısında hayretlerini gizleyemiyorlardı sohbetine katılanlar.
61
ma,"
—"Estağfirullah, farketmez. Seni anlıyorum. Farkedecek durumda değildin zaten."
Son cümleyi biraz esprili, iğneli bir üslupla söylemişti. Cihan, Hilal'i şöyle bir süzdü. Hilal'in gözlerinde, yüzündeki ifadede 'farkedecek durumda değildin' sözünün manasını arar, sorgular gibiydi. Hilal, kıyafetiyle de karşısında bambaşkaydı. Somon rengi bir mont, beyaz, bol bir bluz, siyah uzun bir etek giymişti. Kıyafetini mavi desenli, ipek bir şal tamamlıyordu. Bu can alıcı güzellikten bir süre gözlerini alamadı.
Sırrı bey aslında çok şeylerin farkındaydı. Cihan'ın dalgınlığının, uykusuz geçen gecelerin ve daha çok şeylerin. Tabi bütün bunlara neyin sebep olduğunun da. Gün görmüş, hayat tecrübesi geniş bir insandı. Pırıl pırıl kıyafetleri, dış görünüşlerinden daha berrak gönülleri, ikisinin de gizli sevda çekmenin'yangınıyla kavrulan bakışları...Ve hâlâ birbirlerine açılmamış olarak, belki de birbirlerinin duygularından habersiz, yanyana kapıdan çıkıp gidişlerini gülümseyerek seyretti. Hilal arabanın kapısını açarken: —Bugün direksiyona sen geç istersen" diye takıldı. —"Sanırım daha önce de söylemiştim.Âraba kullanmada ve yüzmede geri kalmış durumdayım" diye karşılık verdi. "Şoförlüğü de sen bana öğretirsen, ödeşiriz."
—"Sadece şoförlüğü mü, yüzmeyi öğretemez miyim yani?.." —"Bu durumda olmaz, öğretemezsin." —-"Hangi durumda olur?"
Hilal, son soruyu gülerek, biraz imah sormuştu. Cihan cevap vermedi, susmayı tercih etti. Daha sonra da kaçamak bir cevap verdi:
—"Henüz deniz mevsimi başlamadı.- Bu mevsimde öğre-
64
nemeyiz."
Asıl sebebin bu olmadığını ikisi de biliyordu. Güler. Cihan, konuyu değiştirmek için:
—"Dersler nasıl gidiyor?" diye sordu. —"Okuldaki dersler mi?" —"Canım onları biliyoruz."
—"Ha diğer dersler mi? İyi gidiyor. Heceleri iyice kavradım. Artık yavaş yavaş Kur'an okuyabiliyorum. Verdiğin kitapları da okudum."
—"Epeyce mesafe katettin."
—"Bilmem. Hocam sensin, mesafe alıp almadığıma sen karar vereceksin."
—"İyi iyi...Çok iyisin."
—"Okullar tatile giriyor" dedi Hilal. "Derslerine baktım çok iyi. Oldukça iyi bir ders ortalaması tutturmuşsun. İyi bir dönem yaşadın."
—"Senin derslerin de iyi."
—"Baktın mı?"
—"Tıpkı senin baktığın gibi."
Güldüler. İkisi de başanlı bir ders yılı geçirmişlerdi. Bütünlemeye kalan dersleri yoktu.
—"Keşke tüm imtihanlarımızı böyle başarıyla verebilsek.?" —"Nasıl yani?.."
—"Hayat bir imtihadır Hilal. Kulun Rabbine karşı, iman ya da inkar, itaat ya da isyan, iyilik ya da kötülük.... Bütün bunlarda bir ömürlük bir imtihan..."
—"Senin bu imtihanın da başarılıdır herhalde?.."
—"Yok canım... Bize emredilen, yapmakla mükellef olduğumuz, yaşamak zorunda olduğumuz hayatın ne,kadarını yapa-
65
biliyoruz ki? Hatamız, eksiğimiz, kusur ve günahımız öylesine fazla ki..."
—"Sen böyle düşündükten sonra ya biz ne yapacağız?!." —"O'nun rahmeti sınırsızdır Hilal. O'ndan ümit kesemeyiz. Hem, düne göre bugününü kıyasla. Yannını da bugünden daha iyi yaşamayı gaye edin. înşaallah O'nun rahmetine nail ve layık oluruz.
Düşünsene Hilal, bu dünyada kaybedilen imtihan, insanın en kötü ihtimalle bir yılına veya ulaşabileceği bir makam yada mertebeden mahrum kalmasına mal olur. Peki ya ebedi alemdeki imtihanda başarısız olup imtihanı kaybetmek?! Onda muvaffak olanı ebedi ve sınırsız bir mükafat; kaybedene yine ebedi, ölümü de olmayan, sınırsız bir azab!.. Dünyadaki azabın en şiddetlisinin sonu en kötü ihtimalle ölümdür. Ölür kurtulur insan. • Orada, o azapta ölüm de yok, düşünebiliyor musun?.." Hilal'in içi burkulmuştu.
—"Her fırsatta ders veriyorsun" dedi. "İşimiz zor...Ne yaparız, ben ne yaparım?"
—"Gören bir göze, hisseden bir gönüle sahipsin Hilal. İyi bir istikamete yöneldin. Ne pahasına olursa olsun bu yoldan, bu istikametten dönme. Hiç bir zaman da ümitsizliğe düşme. Çok güzel bir imana kavuştun. Ebedi alemde şehadetim kabul edilirse, senin imanına mutlak şehadet ederim!" Buruk bir tebessümle gülümsedi.
Hilal'in gönlünden ona sarılmak geldi. Ama artık o da değişmişti. O da artık bu davranışı yapabilecek yapıda değildi. Dönüp gözlerinin içine sımsıcak baktı. Bu bakışların ifade ettiği mana Cihan'ın iliklerine ılık ılık akıvermişti.
—"Teşekkür ederim Cihan!.. İki dünyada da senden ayrı, senden uzak kalmayı istemem. Sensiz ne yaparım ben!.."
Bu sözler Cihan'a, ona söylenebilecek sözlerin, müjdelerin
66
en güzeli, bütün dünyevi değerlerden daha değerliydi. Bu söz, "seni çok seviyorum" demenin bir başka ifadesi, değişik bir şekliydi. "Ben de sensiz yapamam" diyemedi. Bu sevginin niteliğini yorumlamak için henüz erken diye düşünüp sustu.
Mahcup olmuştu.
—"Yakınlığın için teşekkür ederim."
Hilal, belki açılmak için söylediği sözlere istediği cevabı alamayınca üzüldü. Onun duygularını, hissettiklerini anlayabili-yordu. Mahcubiyetinin onun kendisine açılmasına imkan vermediğinin farkındaydı. Onun bu tavrı Hilal'in de ona açılmasını güçleştiriyordu. Cihan'in yerinde bir başkası olsa, ona hissettiklerini söylemek,- açılmak hiç de zor değildi.
Cihan, okul tatile girdikten sonra ne yapacağını hâlâ söylememişti. Acaba köyüne mi gidecekti? Bu duygu ve ondan ayrı kalma korkusu benliğini derinden sarstı, ürperdi.
—"Tatilde ne yapmayı düşünüyorsun?"
—"Hiçbir şey. Sen yazlığa gidersin herhalde. Ben de belki bir haftalığına köye giderim. Sonra yine buralardayım. Gidecek nerem var ki?.."
—"Öyle deyip üzme beni. Yazlığa gitmeyi düşünmüyorum. Köyden döndükten sonra eğer zahmet olmazsa derslere devam edibilir miyiz? Bunu benim için yaparsın değil mi? İstersen köyüne beraber gidelim, götürmez misin?"
Cihan cevap vermedi. "Keşke götürebilsem. Aramızda bu kadar yakın olmamıza bile müsade etmeyen engeller olmasa da köye, her gittiğim yere beraber gidebilsek, hiç aynlmasak" diye düşündü. Derin bir iç çekişine mani olamamıştı. Hilal onun ne düşündüğünü anlamakta gecikmedi. Anladığını belli etmeyip, susmayı tercih etti.
—"Sana yazın da ders vermek benim için onur verici bir durum. Bunu memnuniyetle kabul ederim. Yalnız bu duruma babanın tavrı ne olur? O, yazlığa gider, seni de götürmek ister
67
i
herhalde."
—"Babamı boşver. Farkındasmdır, zaten çok uzağız birbirimize. Onun sevme tarzı çok garip. Annem öleli hiç evlenmedi ama hayatından sürüyle kadın gelip geçti. Sanıyorum böylesi daha çok işine geliyor olmalı. Hevesi geçip bıktığını kovuyor, aklına esti mi yeni birini buluyor. Babamın sahip olduklarına, paranın cazibesine kapılıp, babamla beraber olmaya hevesli sürüyle kadın var zaten. Son günlerde çok genç, yirmilerinde bir kadınla beraber. Yazlığa da onunla gider herhalde. Bu durumda benim, yazlığa onunla gitmemem işine gelir zaten." —"Annen trafik kazasında vefat etmişti, değil mi?" —"Evet. Ben üç yaşındayken. Senden daha önce kaybettim annemi anlayacağın. Ama benim kaybettiğim sadece annem, senin tüm ailen ve daha çok şeyin. Bu çok acı gerçekten." #   *   *
Okullar tatile girmiş, Cihan bir haftalığına gittiği köyden üç günde dönmüş, döner dönmez de önce Hilal'e gemiş, derslere hemen başlamışlardı. Hilal'in dediği gibi babası yazlığa beraber olduğu kadınla gitmiş, Hilal'e gelmesi için ısrar etmemişti. Hilal, dadısı ve personelden biriyle kışlıkta kalmıştı.
Hilal, Kur'an okumayı öğrenmişti. Cihan'm getirdiği kitapları okuyor, düzenli olarak namazını kılıyordu.
Cihan yaz tatilinde Sırrı beyin şirketinde çalışmayı istemiş, Sırrı bey "bütün bir sezon hem çalıştın, hem de okudun. Biraz dinlen" diye, çalışmasına karşı çıkmıştı. Hilal'le aralarındaki bağı çoktan hisseden, onun Hilai'den ayn kalmak istemediğini, çalışmak zorunda hissettiği için böyle düşündüğünü anlıyordu.
Temmuz ayının ortalarıydı. Bunaltıcı bir hava, otuz derecenin üzerinde bir sıcak vardı. Ramazan ayı da geliyordu. Hilal ara sıra, diğer yalılarda kimse olmadığı zamanlar, tenhalığı fırsat bilip denize giriyordu. Ama bu eskisi gibi hergün değil, çok nadir bir durumdu.
68
Canı yine denize girmek, serinlemek istedi. "Zaten ramazan da geliyor, o zaman hiç giremem" diye düşünüp mayosunu giyerek denize indi. Deniz harikaydı. Su pml pırıldı. Yüz metre kadar açıldıktan sonra bile neredeyse dibi görünüyordu. En küçük bir kıpırdanma bile yoktu. Epeyce açıldı, yüzdü, yüzdü... Geri dönüp iskeleye çıktı. Bahçe duvarının dibinde, etraftan dikkat çekmeyecek kuytu bir yere şezlongu çekip, güneşlenmek için uzandı. Açıklardan sürat tekneleri, kodralar gelip geçiyordu.
İkindiye yakın, kıyıdan pek fazla açılmayan bir tekne, dalyanın yanında, askeri kampın açıklarında göründü. Motor yaklaştı, Hilallerin yalısına doğru dümen kırdı. Hilal dikkatle baktığında motorla gelenin Cihan olduğunu gördü.
Utandı, ne yapacağını şaşırdı. Havlusuna bürünüp koşarak eve çıktı. Cihan onu görmüş, motoru stop ederek yavaşlamıştı. Motoru kaldırmış, kürekle yaklaşıyordu. Gayesi ona duş alıp giyinmesine imkan vermekti anlaşılan.
Hilal odasına çıkıp duş aldı ve giyinip balkona çıktı. Ci-han'ın, yalının iskelesine motoru bağlayıp bahçeye çıkışını seyretti. Sonra koşarak bahçeye , onu karşılamaya indi.
—"Cihan!.. Bu ne sürpriz?.."
—"Seni rahatsız ettim, özür dilerim."
—"Yo yo.... Zaten çıkıyordum."
Hilal öğleyi kılmamıştı. Cihan bahçede gazeteleri okurken namazını kıldı ardından derse başladılar.
*   *   *
Ağustos ayı gelmiş, Ramazan ayına girmişlerdi gelmişti. Hâlâ birbirlerine açılamamışlardı. Hilal, Ramazanı beraber geçirmek ve orucu beraber tutmak için, babaannesini yanına çağırmış, ders aldığını söyleyince, p da yanına gelmeyi kabul etmişti.
Kadıköy'le Bostancı arasındaki muhitte cami sayısı azdır.
69
Bu sebeple camiler birbirlerine oldukça uzaktır. Ramazan ayı geldiğinde geniş köşk bahçelerinin çoğunda cemaatle teravih kılınır. Bunun için de Kur'an kursu ve İmam-Hatip öğrencilerinden Ramazan ayında kendilerine imamlık yapması için öğrenci temin edilir. Hilal'in babaannesi de, bahçede teravih namazını cemaatle kılmalarını, bunun için de Cihan'm kendilerine imamlık yapmasını istedi. Komşulardan da katılan olacaktı. Hanımlar salonda, ya da perdeyle ayrılan bölümde, erkekler ise bahçede ön tarafta kılacaklardı.
Hilal'le babaannesinin planlarına göre, Cihan gündüzleri onlara hem mukabele okuyacak, hem Hilal'le derslere devam edecekti. İftarı beraber yapacaklar, teravihten sonra Cihan, isterse Hilallerde kalabilecekti. Bütün bir gününü bu program dolduracağı için, Hilal'in babaannesi, buna karşılık bir miktar para vermeyi teklif ediyordu.
Cihan imamlık teklifini kabul etti, ama maaş ve akşam Hilallerde kalma teklifini kibarca reddetti. Bunca emeğin karşılıksız olmayacağını ısrarla vurguladılar. Ama o böyle bir emeği severek sarfedeceğini, bu tür bir çalışmadan ücret talep etmenin kesinlikle prensiplerine aykırı olduğunda ısrar etti.
Planladıkları gibi derslerine devam ediyorlar, mukabele okuyorlar, akşam iftarı beraber yapıp, teravihe kadar komşuların da iştirakiyle toplanan cemaate vaaz ediyor, teravihten sonra çay kahve derken, Cihan'm Hilallerden ayrılması neredeyse geceyarısmı buluyordu. Bazen sahuru da beraber yiyorlar, öyle çıkıyordu.
Hilal, mukabeleyi takip ediyor, namazı Cihan'm imamlığında kılıyordu. Yüreği kıpır kıpırdı. İnsan kendini ancak bu kadar mutlu hissedebilirdi. Bir de bu sevda gizli çekilmeseydi... Bir de açılabilselerdi. Hilal açılmaya artık karar vermişti ama, bunu nasıl yapacağını bilemiyordu. Zira Cihanla aralarındaki konum, görünürde hoca-talebe ilişkisiydi. Üstelik, mahcup ve çekingen tavrı, ölçülü tutumu, yetişme tarzı ve kişiliğinin or-
70
taya koyduğu mesafe ona açılmasını zorlaştınyordu.
Onun da kendisini sevdiği gün gibi aşikardı. Ama o, bunu gizlemeye çalışıyordu. Bunun ortaya çıkması durumunda kendi şahsında inancına karşı Hilal'in güveninin sarsılacağından korkuyordu. Sık sık, "ben de insanım, benim de hatalarımj çok önemli kusurlanm, eksik yanlarım olabilir, benim bu hatalarım, seni inancından soğutmasın" diyordu. Hilal, onun ne demek istediğini, bunu niçin söylediğini gayet iyi anlıyordu.
*   *
Hilal'in babası İnan bey, annesi meselenin içinde olduğu için teravih namazı ve mukabeleye karşı çıkmamıştı. Ara sıra, kışlıkta kaldığında, annesinin ısrarıyla teravih namazına da katılıyordu. Ama oruç tutmuyordu. Evindeki bu durumdan da memnun değildi. Kızı gözlerinin önünde gitgide değişiyor, fark-lılaşıyordu. Bunun sonu nereye varacaktı? Birgün Hilal'i karşısına alıp bu konuda ikaz etti. "İşi çığırından çıkardınız" diyor, herşeye bir çeki düzen vermesini ihtar ediyordu. "Aranızdaki münasebet hoca-talebe ilişkisini çoktan aştı, herşeyin farkındayım. Dikkat edin, sizin için sonuç iyi olmaz" diye kestirip atmış, Hilal'i canevinden yaralamıştı.
O akşam Cihan geldiğinde Hilal ağlıyordu. Cihan'a farket-tirmemeye çalıştı, ama o hissetmişti. "Bir şey mi oldu" diye sordu. Ama "yok bir şeyim, biraz rahatsızım. Nezleyim galiba... Bu sebeple gözlerim kızarmış olmalı" diye geçiştirdi. Ama bu mazerete Cihan inanmadı. İnanmış gözüküp, hiçbir şey söylemeden sustu.
Eve döndüğünde bu ağlama olayına kafası fena takılmış, canı fena halde sıkılmıştı. Sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Beynini çatlatırcasına sebeplerini düşünmekle vakit geçirdi. Acaba bütün bunlara sebep kendisi miydi? Sevmemeye çalışmış, başaramamıştı. Anlaşılan, sevgisini, sevdiğini gizlemeyi de başaramamıştı. Hilal'in güveni sarsılmış, acaba bunun için miydi ağlayışı?
71
Hassas kişiliği zaten ağlayan birisini görmeye dayanamazdı. Sabaha karşı bu duygu yoğunluğuyla kaleme sarılıp "ağlayan bir çift göze" başlığıyla
Kan depreşir kalbimde ağlayamaz gözlerim. Mahzun bir gönül görsem sanki ben kurşun yerim... diye başlayan bir şiir yazdı.
Ertesi akşam teravihten sonra, kahvelerini içerken, Hilal'in babaannesi "Çocuklar, ben rahatsızım. Odama çıkıyorum" diyerek odasına çıktı. Personel de erken yatmış, dadı ise mutfaktaydı. Cihan, önceki akşam Hilal'in niçin ağladığını sordu:
—"Dün akşam ağlıyordun. Bir şeye üzülmüş olmalısın. Senin bir derdin var. Sence mahzuru yoksa sebebini öğrenebilir miyim?
—"Boşver! O anlık bir stresti, geçti."
—"Öyle sıradan bir stres olduğuna inanmıyorum. Senin mutlaka önemli bir problemin, bir derdin var. İnan, çok üzüldüm. Zaten nerede bir gözyaşı görsem, 'sebebi ben miyim?" diye düşünür, üzülürüm. Dün gece de bu üzüntüyle bir şiir yazdım." diyerek yazdığı şiiri okudu.
Hilal artık dayanacak durumda değildi. Gözyaşlarına mani olamıyor, Cihan'dan gizleyebilmek için de yüzünü biraz öteye çevirip, aksıracakmış gibi ellerini yüzüne kapatmıştı. Cihan-, onun ağladığını farketti. Hilal başörtüsünün ucuyla gözyaşlarını kurulayıp Cihan'a döndü.
—"Değer miydi bu kadar üzülmene, tnsan bir damla gözyaşından bu kadar mı etkilenir? İlk defa biri benim için şiir yazıyor. Kalbimi yerinden oynattın."
Cihan da Hilal'in sevgisinden emindi artık. Anlaşılan sevgileri karşılıklıydı. Sevinmişti. Daha fazla kendini ele vermemek için kalkmak istedi.
—"Ben artık gideyim. Sizi uykusuz bırakıyorum."
72
—"Ben zaten uyumuyorum. Önemli olan, siz uykusuz kalmayın. Çok geç kalıyorsunuz. Bir de buradan kalkıp dünya kadar yol gidiyorsunuz. Yoruluyorsunuz."
—"Kalkıp gidince uyuyabildiğim! mi sanıyorsun?"
Bu söz Hilal için herşeyden tamamen emin olmaya yetmişti. İçin için sevindi. Peşinden de, "acaba yanlış mı yaptım. Kendi dünyasında farklı bir hayat düzeni kurmuş insanın kalbine girmem doğru mu?" diye düşünüp, üzüldü. Cihan'ı bahçe kapışma kadar uğurladı. Bereket ki, Cihan karanlıkta Hilal'in hâlâ ağladığını göremedi. Cihan karanlıkta gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı sonra da odasına çıktı.
Cihan, biraz Hilal'in sevgisinden emin olmanın sevinciyle mutlu olurken, biraz da Hilal'in düşündüğü gibi, acaba hata mı ediyorum diye kendi kendine sordu..Farklı dünyaların insanlarıyız. Aramızda belki ömrümüzce kavuşmamızı imkansızlaştıra-cak uçurumlar var. Bu uçurumlar, ikimizin de bedbaht olmamıza sebep olacak belki de. Keşke sevmeme gücünü gösterebilsey-dim. Bunu başaramadım. Bari bunu hissettirmemeyi başarabil-seydim. Onun gönlünü böylesi sarsmasaydım" diye düşündü.
Akşamki atmosfer ikisinin de uykusuz sabaha çıkmasına yetmişti. Ama ikisi de bunu birbirinden gizledi. Cihan, sabah erkenden kalkıp, duş aldı. Giyinip evden ayrıldı. Bayram için alışveriş yapmak istiyordu. Sabah Sırrı bey, Cihan'a:
—"Bu ay ki maaşın. Bayram için kendine birşeyîer al. Bu arada talebene de bir hediye alırsın" diyerek, bir miktar parayı eline tutuşturdu.
—"Çalışmadan maaş olur mu? Bu parayı kabul edemem. Yeteri kadar param var,"
—"Yavrum! Sen benim evladımsın. Beni üzme, bunu bayram harçlığı kabul et" diye ısrar ederek parayı verdi.
Doğruca Cağaloğlu'na gitti. Kitapçılara uğrayıp, yeni yayınlara baktı. Hilal için birkaç kitap alıp, tekrar Kadıköy'e geçti.
73
Kadıköy'de bir mağazadan Hilal'in giyim zevkine uygun elişi saf ipek, gülpembesi renkten, güzel bir başörtü satın aldı.
İki gündür gözünü kırpmamış, bir dakika bile uyku uyuma-mıştı. Eve gelip, iki saat kadar uyudu. Daha sonra kalkıp Hilal için aldığı hediyeleri çantasına yerleştirerek evden ayrıldı. Bagdad caddesi boyunca yürümeye başladı. Hava biraz serinlemiş-ti.
Söğütlüçeşme'den peşine takılan araba onu ısrarla takip ediyordu. Omuzlarında dünyanın yükü varmış gibi düşünceli, takip edildiğini bile anlamayacak kadar dalgındı. İlk defa, bu kadar dalgın, etrafında olup bitenden habersiz yürüdüğü, onu takip edenin gözünden kaçmadı. Adımlan onu biteviye sürüklü-yordu adeta. Araba onu, Hilallere sapacağı sokağın başına kadar takip etti.
Hilal, onun adımlarında öne eğilmiş, dış dünyadan habersiz ve alakasız, bakışları adımlarının bir metre ilerisine sabitlen-miş, neyi, ya da neleri gördüğü bilinmeyen bakışlarındaki dalgınlıkta adım adım, ruh halini okudu. Artık en küçük bir tereddüdü kalmamıştı. Cihan, dünyayı bu kadar sorumsuzca kaldırıp atacak kadar dalgın, geceleri bu yollarda yürüyüp uykusuz sabahlayacak kadar kendisini seviyordu. Belli ki karşılıksız sevmiş olduğu zannı onu yiyip bitiriyordu. Son günlerde aşın derece iştahsız olduğu da Hilal'in gözünden kaçmamıştı. İftarda bile bir iki lokmadan fazla yemiyordu. Gözlerinin önüne çöken mor halkalar, herşeyi ele veriyordu zaten.
Hilal artık kesinlikle Cihan'a açılması gerektiğini düşündü. Ama nasıl açılacakta?
Bu, Cihan değil de bir başkası olsa, açılmak mesele değildi. Cihan'm kişiliği, Hilal'e karşı aralanndaki konum çok farklıydı. Ona açılması zor olacaktı. Cihan sık sık "aklına takılan, bana sormak isteğin birşey olursa, gecenin bir vakti bile olsa, beni telefonla arayabilirsin" diyordu. Bundan neyi kastediyordu.?
Gaz pedaline biraz daha yüklenip, aradaki mesafeyi kapattı.
74
Tam yanında fren yapıp durdu. Ani fren onu iç dünyasından uyandırmıştı.
—"Oooo!.. Bu ne tevafuk!.."
—"Niçin tesadüf değil de tevafuk?"
—"İslâm'da tesadüfe yer yoktur. Tesadüf, plansız programsız, öylesine oluveren şeydir. Allah kainatı, olup biten herşeyi plan program ve düzen içinde yaratmıştır. Ani oluşlan bile. Bu da tevafuktur. "
—"Her fırsatta ders veriyorsun."
Cihan karşılık vermedi. Açılan kapıdan arabaya bindi.
Teravihten sonra tam kalkmak üzereyken çantasını açıp aldığı hediyeleri Hilal'e uzattı.          •                                  •
—"Sen daha da iyilerine, güzeline layıksın. Ama sana aldığım şu mütevazı hediyeyi kabul edersen sevinirim. "
—"Niçin zahmet ettin:" diyerek paketi açtı Hilal. "Ne güzel, ne eşsiz bir zevkin var. Tam sevdiğim renk ve desenler. Bundan daha iyisi olamazdı. Ne kadar iyisin... Ömrümce, bana verilen en güzel hediye olarak kalacak."
Başörtüyü başına örttü. Başörtü örtmeye alışık değildi. Sarı saçları başörtünün altından taşıp alnına dökülmüştü. Cihan, başörtünün bu kadar yakıştığı birini daha görmedim, diye geçirdi içinden.
—"Teşekkür ederim. Bu başörtüyü hep taşıyacağım. Devamlı örtünmeye çalışacağım artık. Kim ne derse desin. Ne tesadüf, şey tevafuk demiştin değil mi? Ben de sana küçük bir hediye almıştım."
Aldığı güzel bir kalem seti ve saatten oluşan hediyesini Cihan'a verdi.
—"Aslında bayram için almıştım bunları ama, nasıl olsa
75
l
bayram da geldi. "
Cihan hediyeler için teşekkür etti. Müsade isteyip ayrıldı. Bugün ikisinin de yüreği kıpır kıpırdı. Bir değil bin ömre bedel bir sevgiyi yaşıyorlardı. Bu sevgi artık gönüllerinden taşmış, her sözlerinde, yüzlerinde, hallerinde ifade buluyor, okunuyordu.
*   * ' *
Saat geceyarısını geçiyordu. Hilal odasında oturmuş, pan-curl arın arasından dışarıyı, sökmek için sulara vuran şafağı seyrediyordu. Gönülde şafak sokmuştu artık. Cihan'a duygularım açma vakti gelmişti. İçten içe, insana işkencelerin en azap verenini yaşatan, yüreklerini yakıp kavuran gizli sevdanın yükünü artık ikisi de taşıyamaz olmuştu. Üstelik sevgileri karşılıksız da değildi. İkisi de birbirini delicesine seviyorlardı. Bunu ikisi de birbirlerinde görüp hissettikleri halde, anlamsızca gizlemenin, rol yapmanın ne gereği vardı.
Cihanı düşündü yeniden. Omuzlarına binen bunca yüke, ağır ve çileli bir hayata nasıl direnmişti? Cektikleriyle çelikleş-miş, yaşından çok ileri bir olgunluğa, yetişkinliğe ermiş, kişiliğiyle, iradesiyle güçlü bir yapıya sahipti. Bu kadar da hassas, sevgi yüklü gönül dünyası vardı. "Dünyada hak etmediğim hiçbir şeyde gözüm olmadı" diyordu. Minnet etmek onun karakterinde yoktu. Hayatı bile hak ederek yaşamak isteğini vurguluyordu. Gözlerindeki engin bakışlarda, durgun ufuk çizgisini andıran, duru pırıltılar, engin kişiliğini ve ruh halini ele veriyordu.
Ahizeyi kaldırıp numaraları çevirdi. Kararsızdı. Acaba doğru mu yapıyordu? Nasıl karşılayacaktı bu saatte bir telefonu!? Telefonu kapattı. Odanın ortasında kararsız dolaşmaya başladı. Telefonu komidinden alıp, başucuna yerleştirdi, yatağa uzandı.
*    *    *
Cihan yatağa sırt üstü uzanmış, ellerini ensesinde kenet-
76
leyip, gözlerini tavanda sabitleştirmiş, düşünüyordu. Beyninde çalkalanan duygular Hilal'inkinden farklı değildi. Artık ona açılmalıydı, ama nasıl? Ahizeyi kaldırdı, numaralan çevirmeye cesaret edemedi. Kalktı, raftan cizgisiz bir kağıt aldı. Elini bir süre saçlarında dolaştırdı. Hilal'e duygularını ifade ve ilan eden bir mektup yazmayı denedi. "Hilal!.." ilk defa yazmakta zorlanıyor, kalem, yazmamakta direniyordu. Ne yazacağını bilemiyordu. Oysa, kalemi eline aldı mı, icabında elli-yüz sayfa mektup yazabilirdi. Ama şimdi cümle kurmaktan acizdi. Kağıdı avucun-da buruşturup masanın üzerine attı. Telefonu başucuna koyup tekrar yatağa uzandı. İçinde bir his "arayacak" diyordu. "Bekle arayacak."
Telefonun sesi ta iliklerinde yankılandı. İkinci defa çalması-' na fırsat vermeden ahizeyi kaptı:
—"Efendim canım!"
Elinde olmadan 'canım' kelimesi dudaklarından dökülüver-mişti. Arayan Hilal'di, yanılmamıştı. Hilal adeta Cihan'ın gönlüne güneş gibi doğuveren bir sesle konuştu:
—"Cihan!.. Benim, Hilal!.."
—"Ne iyi ettin de aradın. Seni dinliyorum."
—"Uyuyor muydun? Rahatsız etmedim ya?!.."
—"Yok canım... Bu saatte ne uykusu."
—"Sabah olmak üzere. Hangi saatten bahsediyorsun?"
—"Ben uykuya veda edeli aylar oldu."
Hilal, biraz sitem yüklü bir ses tonuyla konuştu:
—"Sen iyi misin?"
—"Nasıl iyi miyim?"
—"Ne bileyim, seni hiç iyi görmüyorum."
—"Yok canım... Gayet iyiyim. Olabileceğimin en iyisi. Endişelenmene gerek yok."
77
—"Gece yarısı saatlerce yürüyerek, uykusuz sabahlayarak, bu saatte hâlâ uyumamış halde, kendince bir ağlayışın olan şiir okumaya sığınarak mı?"
—"Bu saydıkların benim her zaman yaptığım, olağan şeyler."
—"Ama bu sıralar, yaptığın şeylerin olağan şeyler olmadığının sen de farkındasm sanırım?"
Cihan, Hilal'in vurgulamak istediği şeyin, başından beri farkındaydı. Ölüme bile heyecanlanmayan soğukkanlılıktaki insan, şu an üzerine namlu doğrultulmuş kumru kadar heyecanlıydı. Bu sebeple lafi dolaştırıyordu. Derin bir of çekti. Daha fazla gevelemeyi anlamsız bulup, artık karar vermiş olmanın rahatlığı, ama hâlâ yenemediği heyecanının sebep olduğu titrek bir ses tonuyla konuştu:
—"Hilal! Senden duygularımı gizlemeyeceğim. Zaten gizlemeyi de başaramadım. Sana, çok samimi duygularla bağlandım Hilal. Sevmemeye, gönlüme söz dinletmeye çalıştım, başaramadım. Bunu gizlemeye çalıştım, o da olmadı, onu da beceremedim. Seni sevdim Hilal!.. Seni çok sevdim, çılgınca sevdim. Ah çılgınım, seni ilk gördüğüm günden beri Ah delilik gömleği üstümde lime lime.
İşte bu şiirdeki ifade edilen sevgiyle sevdim. Buna hakkım yoktu. Biliyorum. Ama gönül işte. Söz geçmiyor ki. Bunun için bana kırılma, güvenin sarsılmasın ne olur..."
Hilal, Cihan'ı dinlerken tuttuğu nefesini bırakıverdi. Gönlüne bir nefeste bahar gelmiş, güller açıvermişti, bu sevgi dolu sözlerde. Duyduğu sözlerdeki sevgi ve samimiyette kanatlan-mıştı adeta. Heyecan ve hararetle cevap verdi:
—"Cihan!.. Canım Cihan'ımL Çılgınım benim. Sana nasıl kırılırım. Ben de seni çok, hem çok seviyorum canım. Sen benim sevgilim, benim çılgınınsın. Ben de bu sevginin delisiyim. Aylardır, hem de birbirimizi böylesine sevdiğimiz, birbirimizin
78
sevgisini hissettiğimiz halde, sevgimizi bile bile gizli yaşamak mahvetti ikimizi de. Gözlerimin önünde günden güne eriyorsun adeta. Gözlerinin etrafına mor halkalar çöktü. Ben de senden aşağı değilim ama bitti artık, bitti, bitti!.."
İki gönül, baharın en muştu yüklü çiçek seliyle en coşkulu dakikalarını yaşıyorlardı. Ömrünce, duygularını en temiz, en saf ve bakir haliyle korumuş iki gönül, temiz, saf ve soylu duygularla gönüllerini açmıştı birbirlerine. Bahar gelmişti yeniden. Eylül ayında bahar gelir miydi? Sevgiyle bu mümkündü. Sevgiyle kış ortasında bile baharı yaşamak mümkündü. Sekiz Eylül gecesi niçin olmasın, bahar niçin gelmesindi... Sevgi nice buzları çözüyor, nice kalpleri, gönülleri baharıyla ılık ılık, ılgıt ılgıt ısıtıveriyordu. Sevgi varoluşun mayasıydı. Sevginin olmadığı yerde ne olabilirdi ki...
"Allah, bir sevgi içinde, bir aşk içinde yarattı dünyayı... Allah, yarattığını, mahlukunu sevdi, mahlukuna da kendisini sevdirdi. İşte varoluşun sımndaki sevgi..."
Sevgi, her ikisinin gönüllerinden seslerine, nefeslerine taşıyordu. Kalplerine, gönüllerine sığmıyor, hatta onları çevreleyen duvarlardan bile taşıyordu. Telefonla değil, adeta yüz yüze konuşuyorlardı. Birbirlerinin sesini, nefesim değil, kokusunu hissediyorlardı adeta.
—"Oh Cihan... Cihan'ım... Canım... Niçin bu kadar bekledik? Niçin daha evvel açılmadık birbirimize?.."
—"Açıkça yaşıyorduk sevgiyi aslında ama gizliyormuş gibi yapıyorduk. Sonunda sevgi barajı, omuz verdiği gizlilik setini parçaladı da ancak öylelikle açılabildik. Bu, sıradan bir sevgi, sıradan bir duygu değildi. Kolay olmayacaktı açılması, ifade edilmesi."
Saatlerce konuştular. Bu sefer sevgi, uykuyu unutturmuştu. Neden sonra Hilal bunu düşündü:
—"Canım... Günler, belki aylardır uykusuzsun. Hadi, artık
79
nihayet rahatlamış, huzura kavuşmuş olarak biraz uyu. Mah-voldun sen... Hadi sevgilim... Hadi biraz uyu."
Cihan, bu "sevgilim, canım" ifadelerine, "canım!.." demekle yetindi. Tek kelimelik, sınırsız duygular ifade eden 'canım' kelimesiyle karşılık verdi. Zaten sabah oluyordu. Saat dokuzda, Kadıköy'de, Dalyan'da buluşmak için sözleşip, sevgilerini tekrar, en içten, en samimi sözlerle ifade ederek telefonu kapattılar. Gerçekten, ikisi de aylardır tuttuklan, artık yüreklerinde büyüyüp, koca bir dağ olan nefeslerini bırakmışlar, kuşlar kadar hafif ve rahat bir uykuya, iki saatliğine de olsa yelken açmışlardı.
*   *
"Gönüller bilirim...
Kızdı mı cehennem kesilir
Sevdi mi cennet..."
6.
80
Sevdayı gizli yaşamanın yükünün gönüllerden kalkmasıyla, bu sabah gözlerine güneş apayrı gülümseyerek doğdu. Güneşin ilk okşamalarıyla terleyen toprak, nemini, sevgiye karşılık verircesine buhar buhar salıvermiş, Marmara'nın üzerine, ağlama öncesi gözpanırlarında biriken gözyaşları gibi birikmişti.
İki saatlik uyku, gizli sevda yükünden kurtulan bedene yetti. Cihan saat altıda uyandı. Duş alıp namazını kıldı. Bugün giyimine, damat oluyormuşcasma itina gösteriyordu. Lacivert takım elbisesini, Lacoste gömleğini ve rugan ayakkabılarını giydi. Elbisesine uygun bir kravat taktı. Aynanın karşısına geçip, kı-lık-kıyafetini konrol etti. Sakal ve bıyıklarını düzeltip saçlarını taradı. Menekşe kokusu sürüp evden dışarı çıktı.
Merdivenlerden inerken Sırrı beyle karşılaştı. Sırrı bey, onun için bu günün çok özel olduğunu anlamış olacak ki, "Paran var mı?" diye sordu. "Yeteri kadar var, teşekkür ederim" diye karşılık verdi Sırrı beye.
Vakur adımlarla bahçeyi geçip caddeye çıktı.
Kadıköy'e indiğinde saat daha sekize gelmemişti. Çiçekçiden itina ile seçip bir buket kırmızı gül aldı. Rıhtımda yavaş adımlarla dolaşarak Hilal'i beklemeye başladı.
Hilal'in okşayan sesi, çok uzaklara, yıllar ötesine kurduğu
81
hayallerden çekip aldı Cihan'ı. Hilal, güzelliğiyle, endamı ve kıyafetiyle göz kamaştırıyordu. Topuklarına kadar uzun, bol, siyah bir etek, gül kurusu bol bir bluz, başında Cihan'm hediye ettiği başörtüsü ve ipek salıyla gerçek bir hanımefendiydi. Dalgın suları andıran, maviyle yeşilin en güzel tonunun kaynaştığı güzel gözlerinin içi gülüyordu. Yanaklarına ayrı bir canlılık ve renk gelmiş, pembe, kırmızı, renk renk güller açmıştı. Elinde, Cihan'm zevkini yansıtan bir tek kırmızı gül vardı.
İkisi de kuşlar kadar sevinçli, ikisi de mutlu, ama ikisi dc bir o kadar heyecanlıydı. Cihan kucağındaki buketi Hilal'e uzattı:
—"Merhaba Canım... Hoşgeldin... Nasılsın?" —"Teşekkür ederim çılgınım... Çok mutluyum... Ya sen?" —"Kuş gibiyim, anlamıyor musun?"
Hilal, Cihanın uzattığı buketi aldı ve elindeki kırmızı gülü, sevgisi ve herşeyiyle beraber Cihan'a sunarken 'kuş gibiyim' esprisine karşılık verdi:
—"Belli oluyor. Neredeyse heyecandan bayılacak gibisin." —"Korkma, o kadar da değil."
—"Seni hep soğukkanlı biri olarak tanıdıktan sonra, bu kadar heyecanlı görmek şaşırtıyor beni."
—"Sevgiyi az şey mi sanıyorsun? Sevgi karşısında heyecanlanmayan değil, canlı nesne bile yok. Kalem heyecanlanır, kağıt heyecanlanır, şiir heyecanlanır sevgiyle."
—"Ben heyecanlanırım" diye tamamladı Hilal. "Güllerin de senin kadar müstesna canım" diye devam etti.
—"Bu gül, hayatımda elime aldığım en güzel gül. Bir tek gül, benim için, bir tek sevgiliyi, ömrümce ilk ve son sevgiliyi temsil edecek gönlümde, daima. İlk ve son sevgilim olarak seni temsil edecek, canım!.."
Çok istedikleri halde sarılıp birbirlerini öpmemiş, sevgile-
82
rini bu şekilde ifade etmemişlerdi. Bu, inandıkları ölçülere aykırıydı ve baştan beri bu ölçüleri aşmıyorlardı. Ve ikisi de neticede ilkleri yaşıyorlardı. Heyecanlı oldukları kadar mahcuptular. Ellerinde güllerle yan yana yürüyüp, Hilal'in az ileride park ettiği arabasına bindiler. Hilal, elinde bir tek gülle gelmişti ama arabanın içi adeta çiçek bahçesi gibiydi. Arka koltukta deste deste çiçekler, cam kenarları, her taraf çiçeklerle doluydu.
—"Sana olan sevgimi ifade etmeye yetmiyor" diye açıklama gereği duydu Hilal. Peşinden de: "Nereye gidiyoruz?" diye sordu.
—"Şöyle, başımızı alıp, İstanbul'dan uzaklara gidelim. Ne dersin?"
—"Beni kaçırıyor musun yoksa?" Gülüştüler.
—"Yok canım... Nerde o günler... Hem direksiyonda sen varsın, ipler senin elinde."
—"Bu durumda, ben seni kaçırayım."
—"O olur işte. İstediğin yere gideriz. Hem de bugün, şimdi."
Tekrar gülüştüler.
—"Uzaklara nereye gidiyoruz? Sizin köye filan mı?"
—"Kilyos tarafına ne dersin? Oraları çok severim."
—"Harika...Çok romantiksin."
—"Bu dünyada romantikler çok acı çekiyor."
—"Sen çekmezsin inşaallah!.."
—"İnşaallah..."
Boğaz köprüsü istikametine hareket ettiler. Biraz sonra Al-tunizade'deydiler. Bir süre sevgi dolu bakışlarla, hiç konuşmadan yol aldılar. Hilal, sol eli direksiyonda, gözleri sık sık Cihan'ı süzüp, önünde akıp giden trafikte araba kullanırken, sağ elini uzatıp, Cihan'm dizi üzerinde duran sol elini tuttu. Cihan, heye-
83
canını yenemiyordu. Adeta bir genç kız kadar mahcuptu. Bah-çeköy'ün, o çınarların çepeçevre gölgelediği yolda ilerlerken, birden durdu Hilal.
—"İlerde arama var." —"Olsun... Ne var bunda? "
—"Elimden tutunca kalp çarpıntıların başlıyor, böyle bir durumu umursamıyorsun bile. Silahın? Silahın ne olacak!?" —"Yok canım... Heyecanlanacak bir şey yok." —"Silahın yanında değil mi yani?" —"Yanımda ama, silahım ruhsatlıdır benim." —"Nasıl olur... Daha bu yaşında, nasıl aldın?!" —"Ankara'dayken bir bakanın kısa bir süre özel muhafızlığını yaptım. O zaman almıştım."
Çantasından silah taşıma ruhsatını çıkarıp Hilal'e gösterdi. Hilal'in heyecanı yatışmıştı.
—"Her yaptığının, kendince bir cevabı var." Her adımda betonların şaha kalktığı, bir iki tarihi muhit haricinde, bağrından ruhu sökülüp alınmış, adeta betondan bir yığın haline gelmiş, Şehr-i İstanbul'dan bir tür kaçışla ayrılmışlar, gönülleri kadar temiz ve berrak bir tepeye kanatlanmışlar-dı. Kilyos'a gelmeden, soldaki mezarlara beraber Fatiha okumuşlar, onlarla yarışan sağdaki küçük dere boyunca, upuzun yatan yoldan ilerleyip, Kilyos'u geçerek Boğaz'ı kuşbakışı gören •   bir tepeye gelmişlerdi.
Güneş, Boğaz'ın karşı sırtlarından İstanbul'a, evini eşkıyalar basmış ev sahibi gibi boynu bükük ve buruk bakıyordu. Günboyu konakladığı güzellikleri boğan beton yığınlarını garipsemişti sanki. Tepenin eteklerinden itibaren, Boğaz'ın Karadeniz'e açılan bağrına, oradan Boğaz'ın rüzgar taşıdığı, can taşıdığı İstanbul'a doğru kesif bir s'is kaplamıştı. Suya parelel çöken sisten Boğaz görünmüyordu. Ama yüksekler pırıl pırıldı. Bulun-
84
dukları mekan alabildiğine güzel, yemyeşil bir tabiat harika-sıydı.
Yanyana, yavaş adımlarla yürüyorlardı. Aylardır böylesi yakın oldukları, birbirlerini gizliden gizliye delicesine sevdikleri halde, el ele tutuşmaktan bile sakınmışlar, ölçülü ve mesafeli olmuşlardı. Cihan, "Ölçülü olmak zorundayız. Aslında bu kadar yakın olmak bile doğru değil" diyordu. Hilal'de alışmıştı buna. Cihan'ın bu ciddiyet ve samimiyetine saygı duyuyordu.
—"Yaşadığım bunca fırtınadan sonra, bana seninle tanışmayı lütfettiği için Allah'a şükrediyorum Hilal."
—"Ben de canım. Ben de şükrediyorum."
. —"Hilal!.. Aylar var ki senden ayrı geçen dakikalarım bile asır oldu, zemheri soğuğu gibi donup bana acı verdi. Seni çok sevdim Hilal. Bu sevgiyi, bu duyguyu ilk defa yaşıyorum. Bu duyguyu ilk defa bir genç kıza söylüyorum.
"Sen nasıl bir çevre ve şartlarda, ne tür bir terbiye ile yetişmiş olursan ol, bütün bunların seni etkilemediğini biliyorum. İffetinden ve tertemiz bir gönül ve ruha sahip olduğundan zerrece şüphem yok. Ben de ömrümce iffetli bir hayata, temiz bir maziye sahip olmak için mücadele ettim. Ve elhamdülillah başardım. Daima, "ben iffetli olmadan, iffetli birini sevmeye hakkım olmaz" diye düşündüm. Herşeyin bir ilki vardır. Sen de benim gönlümün ilki oldun."
—"Anlıyorum... Ve bana karşı hissettiklerin, hakkımdaki kanaatin için sana teşekkür ediyorum. Hissettiklerinin karşılıksız olmadığına, benim de seni çok sevdiğime, gönlümün ilki olduğuna inanmanı isterim."
Bir kaç adım konuşmadan, birbirlerinin nefes alıp verişlerini hissettiklerini dinlercesine yürüdüler.
—"Hilal! Senden birşey istesem kabul eder misin?"
—"Senin için herşeyi yaparım canım. Ne istersen. Hem de hiç düşünmeden kabul ederim."
85
—"Bunun sonunda belki alıştığın, yaşadığın hayattan ve daha çok şeylerden kopmak var."
—"Olsun... Bütün bu saydıkların sana olan sevgimin yanında hiç kalır. Seninle herşeye ve herşeyden vazgeçmeye hazırım."
—"Benimle bir ömür beraber olur musun Hilal? Benimle evlenir misin?"
—"Bu, benim dünyada duymayı istediğim en güzel söz canım. Seninle, bir değil, bin ömür beraber olurum."
—"Sana hep canım dedim Hilal... Canım olmanı, Hilal'im-ken helalim olmam istiyorum senden. Hem de bugün." Hilal heyecanlandı:
—"Nasıl?!:"        .                                   .
—"Biz, elele tutuşmaktan sakınsak da, her ne kadar ölçülü olsak da, Allah'ın razı olmadığı bir yakınlığımız var uzun zamandır. Bu durumun artık sona ermesini, beraberliğimizin Allah'ın razı olduğu bir beraberlik olmasını istiyorum. Bunun için de nikahlanmamış gerek. Bu sebeple bugün seninle dini nikah kıyalım diyorum. Yakınlığımız, beraberliğimiz yine ölçülü, ciddi ve mesafeli olur. Tabi, eğer nikahlanmayı kabul edersen."
t
—"Tabii ki kabul ederim ama kim kıyacak nikahımızı?"
—"Orasını merak etme. Dergideki arkadaşlar bu işi hallederler. Bugün arkadaşlar dergide olurlar. Onlara kıydırırız nikahımızı. Yeter ki sen evet de."
—"Nasıl evet demem. Evet, evet, evet!!. Yüzlerce defa evet. Bugün, Hilal'in, helalin, herşeyin olmaya hazırım. Canım benim!" diyerek heyecanla Cihan'a sarıldı Hilal:
—"Hilal lütfen. Böylesi yakın olmayı ben de istiyorum. Ama aramıza ateş sokmayalım. Bu yakınlığını ve sevgini, sevgimizi, çok değil bir iki saat sonrasına saklayalım."
Arabayı bıraktıkları yere doğru yürüdüler. Cihan adeta yer-
86
de değil, bulutların üzerinde yürüyordu. Öylesine mutluydu ki... Hilal, onun yüzüne baktığında ağladığını gördü. Hıçkırmıyordu, nefes alıp verişinde bile bir değişiklik yoktu ama peşpeşe yanaklarına yuvarlanan gözyaşlarıyla, içten içe ağlıyordu. Hilal, üzgün ve şaşkın sordu:
—"Canım, sen ağlıyorsun! Ne oldu, ne var?" —"Boşver" dedi Cihan. "Duygulandım da biraz." —"Bana, hissettiklerini söylemiyorsun."
—"Canım. Ben ömrümce hep yalnız yaşadım. Anam, babam hemen hiç olmadı gibi. İlkokula gidip kendim kayıt yaptırdım. Kur'an kursuna bir otobüs şoförü kaydettirdi. Liseye veli olarak kendi imzamla kayıt yaptırdım. Ömrüm boyunca hep yalnız, dişimle tırnağımla bugünlere geldim. Şimdi, kendi nikahım için de iş başa düştü. Kaderin şu cilvesine bak, seni de kendim istiyorum. Bütün bunlar ağır geldi, bir an için."
Peşinden, mendiliyle yanaklarını kuruladı ve gülümsedi:
—"Boşver. Sen bana bakma. Biliyorsun, biraz romantik yapılıyım."
—"Seni anlıyorum. Ama bunu dert etmene gerek yok. Şimdi artık bu tür meseleleri herkes kendisi konuşuyor. Ananın, babanın karıştığı bile yok. Hem, ben de senden farklı değilim. Annem yok, babam da öylesine."
Hilal, böyle konuşurken, bir adım ileri atıp Cihan'ın karşısına geçerek, iki eliyle Cihan'ın ellerini tuttu. Gözlerinin içine gülümseyerek baktı. Cihan heyecanlanmış, biraz da yüzü kızarmış, heyecan ve mutlulukla karışık titriyordu. Bu halinde onun, bir genç kızın saflığı ve dürüstlüğü okunuyordu.
Öylece hareketsiz, dakikalarca, belki daha fazla bakıştılar. Diller biribirine hiçbir şey söylemedi. Ama gözlerdeki sevgi dolu bakışlar dillerin ifade edemeyeceği neler söyledi, onu yine dille ifade etmek mümkün değildi. Gözlerdeki bakışlar, mutluluk dolu gülümsedi. Elele, yavaş yavaş yürüdüler. Cihan mutluluktan
87
uçuyordu. Ama kalbinde, engel olamadığı, söküp atamadığı bir korku, bir ürperti vardı. Hilal'in gözlerinin içine baktı:
—"Hilal, seni çok seviyorum. Ama kalbimde, beni ürperten bir korku var. Farklı dünyalarımız, aramızdaki bu uçurumlar beni korkutuyor"
—"Neler söylüyorsun sen?!" diye sitem etti Hilal. "Ben, sahip olduğum imkanları, insaflara bir üstünlük vesilesi olarak görmedim hiçbir zaman. Onu, sevdiklerimle, hatta herkesle paylaşmayı istedim hep. Bugün böyle şeyleri düşünmenin sırası değil, takma böyle şeyleri kafana."
—"Sen düşüncelerinde kendince haklı olablilirsin ama senin adına karar verenler de böyle mi düşünürler acaba?!."
Hilal cevap vermedi. Sevenler beraber olduğu, gönüller mutlu olduğu anda, zaman nasıl da hızlanırdı.
Vakit ilerliyordu. Sevgiyle kalplerindeki ağırlığı söküp atmışlardı ama zamana set çekmeyi başaramamışlardı. Artık dönmeliydiler.
—"Önce Eyüp Sultan'a" dedi Hilal. "Bugün, bu mutluluğum için orada dua ederek, Allah'a şükretmek istiyorum."
—"Tamam canım. Ama horoz kurban etmek yok. Hele, bez • bağlamak, mum yakmak hiç yok."
Cihan, daha önce, derslerde, buralarda korkunç hurafe ve din istismarının yaşandığını, horozdan kurban olmadığı halde, buralarda kurbanlık olarak satıldığını, sonra da , horozu kurban kesmek için alana "bize vekaletini ver, nasıl olsa adak kurbanının etinden, kurban sahibi yiyemez. Biz onu keser, sizin adınıza fakirlere dağıtırız" diyerek, bir horozun günde bir kaç kişiye satıldığını; mum yakmanın, bez bağlamanın islâm'da olmadığını, defalarca anlatmıştı. Yaptığı espride de bunu vurguluyordu.
88
Araba İstinye yokuşunu tırmandı, Maslak, Levent, Meci-diyeköy derken Eyüp Sultan'a ulaştılar.
Hilal, Cihan'la tanıştığı ilk günlerde buraya gelişini hatırladı. Cihan, namaz kılmak için camiye girerken kendisinin de namaz kılmasını istemişti. "Bilmiyorum" demişti ozaman. "Namaz kılmayı bilmiyorum." Cihan da, "Rabbine gönlünle yönel. Tüm samimiyetinle O'na, dinini öğrenme, bu namazları bilerek idrak ve şuuruyla kılabilmeni nasip etmesi için dua et" demiş, "benim kıldığım gibi, bana bakarak kılmaya çalış" diye yol göstermişti. Şimdi ise Allah, o günkü duasını kabul etmiş, ona namazını kı-labilmeyi lütfetmişti.
Hilal gülümsedi, bu anlamlı güylümseyiş Cihan'in gözünden kaçmamıştı.
—"Niçin güldün?"                              .
—"Burada kıldığım ilk namazım aklıma geldi. O gün namaz kılmayı bilmiyordum."
—"Bugün biliyorsun."
—"Sayende."
—"Allah'ın lutfuyla, benim sayemde değil."
•—"Sen vesile oldun."
—"Hak, anlatanla anlayanı, temsil edenle alaka duyanı bulunca kanatlanır. Sen İslâm'a kalbini açtın, Allah'a kalbini ve gönlünü açtın ben de buna vesile olabildim. Tabi, olabildimse?." Daha sonra: "Keramet kavukta değil, senin anlayacağın." diye bitirdi.
—"Yine olağanüstü konuştun."
Cihan gülümsemekle yetindi bu söze. Hilal'in kulaklarında, Cihan'm bir başka sözü yankılanıyordu. "Her cahil için bilgisiz demek doğru değildir. Hakiki cahil doğruyu hissetmekten mahrum olandır. Böyle bir insan çok bilse de yine cahildir."
"Hak söylemeye başlayınca, cehalet öfkelenir, taassup tedir-
89
gin olur, ilim ise kulak kesilir dinler."
Hilal, kulaklarında yankılanan bu sözleri, bunları burada anlatmıştın, diyerek Cihan'a tekrarladı.
"Hafızan mükemmel" diye cevap verdi Cihan.
Cemaat, öğle namazını kılıp dağılmıştı. İkisi cemaat olup namazı kıldılar. Hilal,
—"Ben dua etmeyi bilmiyorum. Adeta dilim tutuluyor bugün" diye dert yandı.
—"Canım... Duada önemli olan, kulun acziyet ve samimiyetidir. Öyle, ezberlenmiş, samimiyetten uzak, edebi söz ve ifadeler değil. Sen gönlündeki candan, samimi his ve mahcubiyetini Allah'tan istediklerini, gönlünden geçtiği gibi, Allah'a arzet. O, kulunun kalbindeki en küçük, anlık duygulardan bile haberdardır. Mesela şöyle dua et:
"Allah'ım!.. Ne azabına dayanacak halim, ne de rahmetinden mahrum kalmaya mecalim var.
"Allah'ım! Vefasızlık edip de senden uzak kalsam da halim sensiz edemiyeceğimi haykırmaktadır. Vefasızlığım itibarıyla değil, ihtiyacıma göre senin lütfuna talibim.
"Senin bütün hayırlarını ister, bütün serlerden sana sığınırım."
—"Bunlar birer yönelişi ifade eder. Bu şekilde bu dualarda olduğu gibi, sen de, kalbinden geçtiği şekilde dua et."
Hilal, Cihan'm, "vefasızlığım" sözüne, biraz da alınmış bir ifadeyle, "biz vefasız mıyız?" diye takıldı.
—"Allah'a karşı, O'nun bize verdiği lütuf ve nimetlere karşı, biz O'na ne kadar şükrediyor, ne kadar kulluk edebiliyoruz? Düşünürsek, bu pek vefahhk değil. Bu, hepimiz için aynı."
*   *   *
Saat üçte dergideydiler. Derginin on günlük mutad toplantı-
90
lanndan birinin yapıldığı gün olduğu için dergi ekibi bir eksiği ile dergi bürosunda hazırdı. Cihan da gelince tamam olmuşlardı. Cihan, dergidekilere durumu izah edip, verdikleri kararı açıkladı.
Buna herkes sevinmişti. Dergi ekibi, Cihan'la yedi kişiydi. Bu toplantılaraysa dört kişi katılırdı. Diğerleri, bir başka haftalık toplantıya gelirdi.
Bu dört kişiden biri, nikahı kıyılacak olan Cihan, diğeri nikahı kıyan ve iki de şahit için tam ekip oluyordu. Dergideki üç kişi de Hilal'e çok candan davranıp, ilgi gösterdiler. Verdiği karara çok sevindiklerini, ekibin en genci olan Cihan'm, müstesna bir insan olduğunu, bu kararının İslâm'ı daha iyi ve kolay yaşayabilmesi için de vesile olacağını anlattılar.
—"Bu nesli harcıyorlar bacım. Birileri, kendi, düzen ve dümenlerinin bekası, Hakkın sesinin, gönüllerle irtibatının kesilmesi için, satranç tahtasında birer piyon gibi kullanıyorlar. Haksızlığa, zulme karşı olan başkaldırı bizzat hakkı ezmekte kullanılıyor. Herşey o kadar girift, o kadar karmaşık hale geldi ki; kimin neyi savunduğu bile belli değil.
"Allah sana bir imkan lütfetti bacım. Herşey bir vesile ile olur. Cihan kardeşimize olan sevgin, onun İslâm'a bağlılığında yeşerdi. İnşaallah, İslâm'ı seven gönlün, onun tüm güzelliklerini kavrayıp, onunla bir bütün olabilmene, İslâm'ı herşeyi ile yaşayabilmene vesile olur.
"Cihan müstesna bir insandır. Bunu söylememize lüzum yok, biliyorsun. Çelik gibi bir bileği, volkan gibi bir yüreği, ama gül yaprağı kadar hassas bir gönlü vardır. Çabuk incinir.
"Sevmek, sevgi onun gıdası gibidir. Sevgi onun için topraktır, havadır, sudur. Sevmeyi, sevebilmeyi, gönül derdiyle dertlenmeyi bilir. Sevgiden, gönülden, insan ruhundan, sevdiğini mutlu etmekten anlar.
"Sevgi onun canıdır. Sevgiyle yaşar, sevgiyle yaralanır, sev-
91
gi vurur onu...En kolay sevgi büker onun bileğini.
Cihan, kendisiyle ilgili söylenenleri, biraz muhcup, yere bakarak dinledi. Hilal'e, Cihan'ın dergide yayınlanan şiir ve yazılarını gösterdiler. Eski sayılarının ciltlerini hediye ettiler. Cî-han'a, bu kararı niçin daha önceden bildirmediğini, bir iki küçük hediye alamadıkları için mahcup olduklarım söyleyip, sitem ettiler. Bu durumda Cihan'ı savunmak Hilal'e düştü:
—"Bu karan henüz verdik. Bir iki saat önce. Hemen buraya, size geldik. Hem önemli değil hediye filan."
Hilal böyle söylüyordu ama ikisi de birbirinden habersiz, bugün, bu an için hazırlıklıydı. Nikah kıyıldıktan sonra Cihan, cebinden çıkardığı, küçük pırlanta yüzüğü Hilal'in parmağına taktı. Hilal de gözleri dolu dolu, mutluluktan uçarcasına, teşekkür ederek, çok değerli taştan, küçük bir kaşı olan gümüş bir yüzüğü Cihan'ın parmağına taktı. Dergiye gelirken, dergidekî-ler için yaptırdıkları hediye paketini, onlara verip, nikah hususunda gösterdikleri yakınlık için teşekkür ederek dergiden ayni dılar.
Dillerin susup aciz kaldığı anlar, gözler imdada yetişir. Yine öyle oldu. Gülen gözler pırıl pırıl, engel olunamayan mutluluk gözyaşları yanaklarda, üzerine çiğ damlası düşmüş gül yaprağı kadar şirin. Dudaklar saadet ve şükür dualarıyla kıpır kıpır. Bakışlar birbirinin gözbebeklerinde demirlemiş, engin denizler kadar duru, baktılar, baktılar...
Gözlerinde ifadelerin en güzeli, dillerin hiçbir zaman ifade edemeyeceği duygular depreşti/Mutluydular. Zamanın nelere gebe olduğunu nasıl bilebilirlerdi ki...
#   *
92
"Kumlar. ..kumlar hep dalgalarla gelir
Gelir de sahile doğru emekler
Sular...sular çekilir gider
Ve kumlarda hasret....
Suları bekler."
7.
, Güneş Marmara'nın engin ufuklannda yine kıpkırmızı, mecalsiz. Yorgunluktan kilometrelerce sarkan dili Marmara'nın sularına gömülmüş, derinliklere doğru uzanmakta. Yorulan vücudunu sulara bırakıvermesine sadece birkaç metre kalmış. Kalamış'ta sulara gömülen güneş, Sultanahmet'te minarelere asılı, kırmızı kocaman bir portakal gibi duruyor. Hafif poyrazın önünde sürüklenen dalgalar yorgun argın, sahile boylu boyunca uza-mveriyor. Sonrada kumları okşayarak, yeniden Marmara'nın koynuna sessizce süzülüyor. Bu süzülüş, bu okşayışlar, aynlığa doğru bilmeden giden gönüllerde apayn bir hüzün bırakıyor.
Dini nikahlarının üzerinden aylar geçmişti. Eylül'ün 9'unda kıyılan nikahın üzerinden, koca bir sonbahar ve kış geçmişti. Bazan hüzün esmiş ayn kaldıkları saatlere, hatta dakikalara... Gün olmuş zaman doludizgin akıp gitmiş avuçlarından, el ele tutuştuklarında. Sevda gönüllerinde öyle büyümüş, öylesine dayanılmaz olmuş ki, ayrılmak kadar zor bir şeyin daha dünyada olabileceğine ihtimal vermez olmuşlardı. İkisinin de yatak arka-daşlan telefon olmuş, komidinden alınan telefonlar, yatağa yastığın yanına konmuştu. Bir saat biri aramasa, diğer saat öbürü onu arıyor, günler böyle sevda yüklü, hasret yüklü geçip gi-
93
diyordu.
Nikahlandıklarından, Sırrı bey ve dergiden Cihan'ın üç arkadaşı haricinde kimsenin haberi yoktu. Herke sden ısrarla gizlemişlerdi. El ele, göz göze idiler ama nikahlı oldukları halde, bu sının aşmıyorlardı. Daima ölçülü ve mesafeli idiler. Ara sıra Hilal, kendini tutamayıp Cihan'a sarılıyordu. En fazla yakınlıkları buydu. "Birbirimize ait olduğumuzu dünyaya ilan edip, güzel bir düğünle, aynı ömrü dakika ayrılmadan paylaşacağımız güne kadar mesafeli olalım" diye kararlaştırmışlardı.
—"Senden bir dakika ayrılamam. Seninle işe de beraber gelirim haberin olsun" diye takılıyordu Hilal, Cihan'a.
Okuldu, dersti, sevdaydı derken geçen günler onları bir ilkbahara daha taşımıştı. Bir yıl olmuştu gönüllerinde kıvılcımlar .tutuşmaya başlayalı. Sevgiyle gönüllerinde, bir bahar daha canlanıp boy vermiş, yeşermişti. Mimozaların Adalara renk verdiği, Bostancı iskelesinde köşe başlarını mimoza çiçeği satan çocukların doldurduğu günlerdi bu günler. Mimozalar, baharı ilk muştulayan çiçeklerdi.
El ele tutuşmuşlar, Fenerbahçe korusunda dolaşıyorlardı. Sonbaharda kızıla boyanan yapraklan giyinen, kışın, kefen gibi beyazlar örtünen koru, yeniden yeşilleri, çiçekli bahar elbiselerini, omuzlarından, taa denize kadar bürünmüştü. Güzel günün akşamı yürüyüşe çıkan çiftler, koşup oynayan, hoplayıp zıplayan afacan çocuklar; eşofmanlarını giymiş, hafif tempo koşanlarla doluydu koru. Baharın canlılığını koruyla paylaşıyorlardı. El ele yürüyen yaşlı çiftler ikinci baharlarında, değişik nostaljik duygulan depreştiriyorlar, ayn bir görüntü oluşturuyorlardı.
Cihan'la Hilal gibi sevdalılarda az değildi koruda. Ama gönülleri açıp bakmak mümkün olsa, hiçbirinin gönlündeki sevgi onlarınki kadar soylu ve candan olmadığı görülürdü.
—"Günler nasıl da hızlı geçiyor" dedi Hilal.
94
—"Ömür geçiyor."
—"Sevgimiz hep böyle kalsın. Bizi hiçkimse, hiçbir güç ayı-ramasın diye dua ediyorum."
—"Benimde dualarım seninki gibi... İnşaallah ayıramazlar, ayrılmayız."
Seslerinde korku vardı. Seven gönüller böyledir. Üzerine amansız bir namlu doğrultulmuş, her an tetiğe dokunulacak, ve tetiği çeken bir parmakla sinesi parçalanacak bir güvercin kalbi gibi kıpır kıpırdır kalpleri. Onlann da yaşadığı duygu ve ruh hali aynıydı.
Geçen zaman sevgilerine çok şey katmış, hiçbir şeyi alıp gö-türememişti. Ama korku yüreklerinde günden güne büyüyordu. Aralarındaki bir yığın engel, her geçen gün biraz daha kendini hissettiriyordu. Hilal'in, Güneydoğu'nun tüm özelliklerini taşı- • yan ailesi, bu beraberliğin evlilikle neticelenmesine ne diyeceklerdi?
Daha da ötesi Hilal'in de bilmediği, günü gelince açıklanacak, aşılmaz bir engel daha vardı aralarında. Hilal doğduğu günden, kuzeni Mete ile beşik kertmesi idi. Her Güneydoğulu gibi bu aile de töreleri mutlaka uygulayacaktı.
Aralarında gizliden gizliye örülen bu aşılmaz, buzdan duvarlardan habersiz, bulutların üstündeymişcesine mutlu yürüdüler. Dalyan'a doğru gelirken, Cihan Hilal'in gözlerinin içine bakarak konuştu:
—"Beni karşında nasıl biri, kim olarak görmeyi istersin?"
—"Ooh Cihan!.. Birtanem sen herşeyinle mükemmelsin. Seni, bu halin, bu kişiliğinle sevdim. Başka bir kimlikle görmeyi niçin istiyeyim ki?"
—"Sevmen ya da sevmemen açısından değil... Yani, sence bana en çok hangi meslek yakışırdı şimdi."
—"Sana, şu an taşıdığın yazarlık, ilerdeki seçtiğin meslek
95
olan yöneticilik, hepsi yakışıyor. Ama sana söyliyeyim. Sen yaratılış itibarıyla tam bir hukukçu olmaya idealsin. Sana bu o kadar yakışır ki; tanınmış bir hukukçu olurdun."
—"Sana herzaman söyledim Hilal. Bizim gönlümüzden geçenler bile aynı. Galiba da beni gerçek manada anlayabilen tek insansın. İtiraf edeyim, ben de hep hukukçu olmayı isterdim.
"Sana, yaşadığım bir hadiseyi anlatayım. İmamlık yaptığım günlerdi. Bir cuma vaazımda İslamın insana verdiği haklardan bahsetmiş, "bu haklar, bugün adı özgürlüğe, hak ve hürriyetler sistemine, demokrasiye, birkaç beden dar ve küçük gelir" demiştim. "Beşeri sistemler, değil bu hakları insanlara vermek, hayal bile edemezler" iddiasında da bulunmuştum. Cemaat arasında yüksek rütbeli bir subay da varmış. Namazdan sonra karşıma dikilip, "sen hangi devirde, hangi sistemde yaşıyorsun? Nasıl böyle konuşursun?" diyerek, bana bir tokat patlattı.
"Kan beynime hücum etmişti. Onun rütbesi ve sıfatı ne olursa olsun, burada, benim temsil ettiğim makamda, benim imam olduğum camide yetki ve rütbe bana aitti. Nasıl olurdu da temsil ettiğim makamda biri kalkıp, rütbesine güvenerek, bana, makamıma hakaret niteliği taşıyan bu hareketi yapmaya cüret ederdi.
"Onunkinden daha okkalı bir tokatı suratına patlattım. Hiç beklemediği bu hareket karşısında, sendeledi. Düşmemek için yanındaki sütuna tutunmak zorunda kaldı.
"Ertesi Pazartesi beni vilayete çağırmış. Gittim. Valinin yanında, bana yine tokat attı. Ben de ona aynı şekilde tokat attım ve olay mahkemeye yansıdı. Tabi açığa alındık filan...İnan, o gün için, beni savunacak bir avukat bulamadım. Bereket ki, mahkeme hakimi kadındı. Hitabet ve edebiyatım imdadıma yetişti. Kendi savunmamı kendim yaptım. Tabi, hakime hanımın dikkatini celbedip, davaya adaletle hükmetmesini sağladım. Beraat edip, göreve iade edildim.
O gün, altmış yaşıma da gelsem, hukuk okuyup, avukat
olmaya, on fakülte bitirmiş olsam, onbirinci olarak hukuk fakültesini bitirmeye, bir tek davaya da olsa, avukat sıfatıyla girmeye yemin ettim.
"Hukuk okumak için, okulumu feda edemedim. Okulum bittikten sonra ikinci fakülte olarak okumayı planladım hukuku. İmamlık görevime iade edilmiştim ama bu olay bardağı taşıan son damla oldu. Birkaç gün görev yapıp, imamlıktan istifa ettim.
"İşte böyle... Çocukluğumdan beri idealimde vardı hukukçuluk ama bu olaydan sonra kesin kararımı verdim. Allah ömür verirse bunu mutlaka gerçekleştireceğim." •
—"Sen hiç sineye çekmeyi beceremez misin?!" diye sitem etti Hilal. "Çok kötü şeyler de olabilirdi. "
' —"Zulme rıza zulümdür Hilal...Vahşete alışmak da ayrı bir vahşettir... İnsan, onuruyla, haysiyetiyle yaşar. Orası, benim makamımdı ve o tokat bana değil, temsil ettiğim makama atılmış, hakaret oraya j'apılmıştı. Buna kayıtsız kalamaz, sonunda ölüm de olsa, sineye çekemezdim."
Akşam olmuş, güneş karanlık yorganına bürünüp, Marmara'nın lacivert sularına gömülerek uykuya dalmıştı. Dalgalar, üzerindeki yorgunluk ve rehaveti atmış, rıhtımda hırçın ve hırslı şaklamaya başlamıştı. Korunun girişine parkettikleri Hilal'in arabasını alıp, lambalarının loş aydınlığıyla münzevileşmiş sokakların birinde gözden kayboldular.
* * *
Mayıs ayı, baharın en coşkulu ayıdır bence. Mart ayının sonunda, mimozalarla başlayan kervana, Nisan'da leylakların katılmasıyla şenlenen bahar, Mayıs'ta her renkte ve kokuda çiçeklerin, güllerin açılmasıyla, adeta bir coşkuya dönüşür.
Bugün dört Mayıs'tı. Cihan'la Hilal'in gönlünde bugünün bir başka coşkusu daha vardı. Bugün, Cihan ehliyet imtihanına giriyordu. Aylardır beraber direksiyon eğitimi yapmışlar, Hilal de
96
97
Cihanın direksiyon hocası olmuştu.
—"Yüzmeyi de öğrettim mi borcumun ilk taksidini ödemiş sayılırım" dedi Hilal. Bu espriye Cihan, "Benim acelem yok, vade farkı, kur farkı filan da istemiyorum. Borcunu, küçük taksitlerle bir ömür ödersin" diye karşılık veriyor, gülüşüyorlardı. —"Sana gönlümü verdim. Yine de borcumu karşılamadı." —"Bu sayılmaz. Ben de sana gönlümü verdim. Ödeştik" —"Herşeyimle senin olsam, borcumu karşılamaz mı?" —"Hayır, karşılamaz. Ben de herşeyimle senin olacağım." Böylesine güle oynaya, şen şakrak tamamlamışlardı direksiyon eğitimini. Şimdi artık Cihan, bir şoför olarak imtihana hazırdı. Yazılıyı başarılı olarak geçmişti. Bugün direksiyon imtihanını da geçip, ehliyetini alarak, kendi tabiriyle, bu özrünü gidermek istiyordu.
Hilal, sabahtan Cihan'ı evden aldı ve beraber Maslak yoluna düştüler. Trafik sıkışıklığına takılmadan, kısa sürede imtihanın yapılacağı yere ulaştılar. İmtihan alanı oldukça kalabalıktı. Onlar gibi imtihana gelen yüzlerce kişi sıra bekliyordu.
Saat onbir gibi, Cihan'ın sırası geldi. Oldukça rahattı. Zaten bu tür imtihanlar onu heyecanlandıramazdı. Üstelik imtihana çok iyi hazırlanmıştı. Tecrübeli bir şofördü adeta.
İmtihana, Hilal'in BMW'si ile girdi. Nezaretçi komiserin istediklerini büyük bir ustalık ve rahatlıkla yerine getirdi. Direksiyondaki ustalık ve rahatlığı komiseri şaşırtmıştı. "Sen kaç yıldır araba kullanıyorsun?" diye sordu. Cihan omuzlarını silkmiş, "Sadece birkaç aydır" diye cevap vermişti.
Bekledikleri gibi, Cihan imtihanı başarıyla verdi. Geriye sadece gerekli işlemleri tamamlayıp, ehliyetini eline alması kalmıştı. Geldikleri yollan tekrar katedip geri döndüler. Bu arada Hilal'in aklına ilginç bir fikir gelmişti.
—"Canım, sana bir teklifim var. Ehliyetini alır almaz kö-
98
yüne gidelim. Senin köyüne. Yalnızca ikimiz. Sen ve ben. Ne dersin?! Gider miyiz?"
—"Elbette..." dedi Cihan. "Neden olmasın?"
—"Nasıl olsa nikahlıyız. Yani mahrem bir durum yok aramızda. Hatırlar mısın, geçen yıl köyüne götür beni demiştim. Hani daha birbirimizi sevdiğimizi söylememiştik."
—"Gizliyor gibi yapıyorduk.'^,
—"İşte o zaman götürmek istememiştin. Susmuştun, bu isteğim karşısında. O zaman haklıydın. Aramızda engel vardı. Ama şimdi yok, gideriz bu durumda."
Karar verilmişti. Birkaç gün içinde ehliyeti alacaklar, hazır-'. Iıklarım tamamlayıp yola çıkacaklardı. Yolun önemli bir bölümünde direksiyonda Cihan olacak, arabayı o kullanacaktı. "Şo-*förlüğünü şehirlerarası trafikte görelim" diye takılıyordu Hilal.
* * *
Güneş, atmosferi ısıtıp, sıcaklığını hissettirmeye-başladığında İstanbul'dan çok uzaktaydılar. İkisi de oldukça süratli araba kullanıyorlardı. Sabah namazından sonra, erkenden yola çıkmışlar, iki saatten fazla bir zamandır yoldaydılar. Sık sık duruyorlar, hoşlarına giden manzaraları seyrediyorlar, her iklimi doyasıya yaşamak istiyorlardı. Bu durumda, süratli gitmelerine rağmen, üç saattir ancak Bolu dağı eteklerine varabilmişlerdi. Bolu dağında direksiyon Cihan'daydı ve onun direksiyondaki rahatlığına Hilal bile şaşırmıştı:
—"İyi bir şoför oldun."
—"Yaptığım işi iyi yaparım."
—"Biliyorum."                     '
Bolu dağını aşıp düze çıktıklarında saat onbire geliyordu. Yokuşun bittiği noktada durdular. Aşağısı harika görünüyordu. Güneşin ısıtmasıyla oluşan buharlaşma neticesi vadiyi hafif bir sis kaplamış, havayı dolduran buhar, yeşili matlaştırmıştı. Bu-
99
na rağmen, yeşilin yüzlerce tonu göz kamaştırıyordu.
—"Arabaya bir de karavan bağlayacaktık. O zaman haftalarca, belki de hiç geri dönmezdik." —"Okulu, dersleri unutuyorsun."
—"Boşver... Buralarda o diploma bize lazım olmazdı zaten." —"Yani ben, işin sonuna gelmişken herşeyi yüzüstü bırakmak için mi evden kaçıp, ailemi, herşeyimi kaybettim? "
—"Sen kaçmasaydın da bütün bunlara engel olabilecek miydin? Hem evden kaçmakla yaşadıklarının sonunda, geldiğin noktada beni buldun, az şeymi?"
Açık hava, temiz atmosfer onları çabucak acıktırmıştı. Cihan kuru odunları toplayıp tutuştururken, Hilal de arabadan, Düzce'den aldıkları biftekleri, taze etleri, buza koydukları kola ve meyve sularını getirdi. Çabucak yanıp korlanan ateşin közleri üzerine ızgarayı koyup, etleri kızarttılar. Ekmek arası et ve buzlu meyve suyuyla güzel bir piknik yaptılar. —"Av etini tercih ederdim." —"Bu ette çok taze, çok güzel ama." —"Yarın aynı kanaatte olacağını sanmıyorum." —"Bilmem..."
Aslında, bu mevsimde av yapamayacak kadar av mevsiminin hassasiyetinden haberdardı Cihan. Zira, yavru mevsimiydi. Bunun farkındaydı ama, biraz da Hilal'e takılıyordu.
Biraz sonra yeniden yola koyulmuşlardı. Direksiyon yine Cihan'daydı. "Taze sürücü oldukça iştahlı" diye gülüyordu Hilal. "Bayatlamışları da mı oluyor." diye kendine has üslubuyla espriyi yapıştırıyordu Cihan bu şakaya.
Bu sefer, yolda fazla oyalanmıyorlardı. Yol, Azaphane'ye kadar engebesizdi. Bu yolda uygun zemini bulan Cihan, gaza yüklendikçe yükleniyor, gösterge yüzyirminin altına hiç düşmüyor,
100
genellikle yüzellilerde, bazen daha da yüksekte seyrediyordu. Yer yer ikiyüze tırmandığı oluyor, bu durumda Cihan'ı ikaz etmek zorunda kalıyordu Hilal.
Güneş tam tepede konakladığında E-5'ten sola saptılar. Şimdi düzgün asfalt yol yerine, engebeli bir şosedeydiler. Hilal, böyle bir yolda ilk defa araba kullanıyordu. Hız göstergesi altmışın altına düştü. Bu yolda yarım saat kadar gittiler. Dere tepe derken üç küçük çayın birleşip daha büyüğünü oluşturdukları güzel bir vadide kurulu güzel bir köye geldiler.
—"İşte köyümüz. Daha doğrusu, köyümüzdü. Şimdiyse buralarda bana ait sadece hatıralarım kaldı. Bu topraklarda mayalanan etim, kemiğim, kanını, korkunç bir yangında yok olan evim, yuvam, ailem..."
,   —"Köyünüz güzelmiş" diye sözünü kesti Hilal.
Soldaki çay boyuna saptılar. Az sonra geniş bir bahçenin or-tasındaydılar. Hâlâ sağda solda yanmış ağaç kütükleri, isi silinmemiş taşlar, kömürleşmiş yığınlar göze çarpıyordu.
—"Burası evimiz...di."
—"Hâlâ size, yani sana mı ait? Satmadın filan, değil mi?" —"Hayır... Babamın toprağından tek karış yer satmış değilim. Zaten satsam da kimse almaz. Buralar bitti Hilal. Burada kimsenin toprak almaya niyeti yok. Göç burayı bitirdi. Herkes kaçmaya bakıyor, buralardan."
—"Oysa, çok güzel, oldukça şirin bir yer. Şu manzara, şu hava, güzelim sular. Şu ormanın manzarasına bak..."
—"Manzara karın doyurmuyor. İş ve geçim yok buralarda. Ya da buranın insanı burada geçinmeyi bilmiyor. Gidip, büyük şehirlerde belki daha kötü şartlarda, başkalarına, yabancı ülkelere, —afedersin—domuz ahırlarına hizmet ediyor. Bunun sorumlusu biraz da devlet. Buraya yatırım yapılmadı ve yapılmıyor. Düşün, buraya yol ben köyden ayrıldıktan, daha doğrusu kaçtıktan sonra geldi. Bazı jiplerin filan gelebildiği, köylünün
1.01
kendisinin açtığı basit bir yol vardı eskiden. Elektrikse daha iki yıl önce geldi.
—"Buraya biz yuva kuralım mı, ne dersin? Çok sevdim burasını. Özellikle yazları gelir, bir müddet kalırız burada."
—"İnşallah canım. Bunu ben de istiyorum. Kimsenin beğenmediği, kaçıp gittiği bu köyü, buraları sevdiğin için sana teşük-ker ederim. Belki bana ait birşeyler bulduğun için sevdin."
—"Hâlâ yüreğinde yanıyor değil mi bu yangının alevleri?"
—"Boşver... Keşke yüreğimde yangın bir tane olsaydı. Oysa şimdi yüreğimde bir değil yüzlerce yangın var."
—"Bu yangına ben de dahil miyim? Beni sevmen de bu yangınlardan biri mi?"
—"Sen ve sevgin öyle bir yangın ki, yüreğimi çoktan aştı, benliğimi sardı büsbütün."
—"Bu sevgiyi yangına verecek ne var ortada?! Bak, devamlı beraberiz. Kalkıp seninle köyüne geldim. Üstelik bunu ben istedim. Buraya seninle yerleşmeyi bile istiyorum. Şunun şurasın-. da okul da bir iki ay sonra bitiyor. Kavuşmamıza ne kaldı ki!?." diye sitem etti Hilal.
—"Umarım herşey düşündüğün gibi olur canım. Ama korkuyorum. İçimde garip hisler korkutuyor beni."
—"Bunları düşünmenin yeri burası değil. Hem öylex yersiz kuruntulara gerek yok. Korkacak birşey yok ortalıkta."
—"Gidelim" dedi Cihan. "Burası yüreğimi yakıyor."
Yürüdüler. Toprak damlı evlerin, yıkıntıların arasında yorgun argın uzanan sokaktan sağa bir yokuşa saptılar. Elli yüz metrelik yokuşun başında geniş bir düzlük. Düzlükte ilginç taş yalakları, taş gövdesinin sağ üst köşesinde mermere yazılmış künyesiyle güzel bir çeşme gürül gürül akıyordu.
—"Asar pınarı" dedi Cihan. "Sevda pınarı diyorum ben bu çeşmeye. Biliyorsun köyün adı Sevda Pınarı. Tabi köy adını bu
102
pınardan almamış. Çok ilginç bir efsanesi var bu ismin. Ama bu pınar gerçek bir sevda pınarı bence. Nice sevdalıların buluştuğu, nice aşklara sırdaşlık eden, nice genç kızların mahcup güzelliğini seyretmiş, nice ayrılıkların gözyaşını sularına katmış bir pınardır, bu pınar."
—"Baksana bizi de buluşturdu başında. Bizim aşkımıza da sırdaşlık ediyor" diye takıldı Hilal.
—"Bizim aşkımızın sırrı mı kaldı? Köyden bizi görenler evli sanıyor dur."
—"Evli değil miyiz?"
—"Evet, dinen evliyiz."
Eğilip pınarın buz gibi suyundan kanasıya içtiler.
—"Köyünüzün suları medhettiğin kadar da varmış. Çok gü-fcel, harika."
—"Bu ilki. Daha nelerini göreceksin bu köyün. Keşfedilmemiş bir güzellik burası. Bilirsin beni, bir şeye güzel demişsem güzeldir."
Avuçlarına doldurdukları suları yüzlerine serperek serinlediler. Çihan'ın teyzesinin evi çeşmenin hemen yanındaydı. Teyzesi de onları görmüş, heyecanla koşarak merdivenleri iniyordu. Yanlarına gelip Çihan'ın boynuna sarıldı.
—"Cihan... Yaramaz oğlan!... Arayıp sormaz, uğramaz oldun."
—"Aman be teyze... İşte uğradık, arayıp sorduk. Fazlasını bekleme."
—"Bu da gelinimiz mi? Pek de güzelmiş" diye sözünü kesti, teyzesi Cihan'in. Hilal mahcup olmuştu. Ellisinin üstündeki bu Anadolu kadınını daha ilk bakışta sevmişti. Güzelmiş sözüne:
—"Teşekkür ederim teyzeciğim" diye karşılık verdi.
—"İnşaallah gelinimiz olacak" diye cevapladı Cihan teyze-
103
smı.
—"Hoşgelmiş gelin kızım, güzel kızım hoşgelmiş" diyerek Hilal'e sarılıp kucakladı, yanaklarından öptü, Cihanın teyzesi Esma kadın.
—"Emine albam da görmeliydi, bu dünya güzeli gelinini... Ah ne olurdu?"
—"Mukadderat" dedi bu yakınmaya karşılık Cihan.
—"Aptallığıma bak... Sizi kapı önünde bekletiyorum. Hadi eve çıkalım, ne duruyorsunuz? Cihan, deli oğlan eve çıksana. Bektletiyorsun gelinimi. Davet mi bekliyorsun. Hadi güzel kızım hadi, buyur evimize."
Yaramaz oğlan, deli oğlan sözlerine ikisi de gülümsüyorlar-dı. Esma kadının peşinden taş merdivenleri tırmandılar. Hayat dedikleri sofadan geniş, aydınlık/tahta sedirlere, yün yer minderlerinin serildiği, arkalarına hasır ve yün yastıklar konmuş, yerde el dokuması güzel bir kilim serili, Anadolu usulü döşenmiş bir odaya girdiler.
—"Hele tekrar hoşgeldiniz. Deli oğlan kırk yılın başı bir uğrar. O da aklına gelirse."
—"Daha yaşımız yirmibir be teyze. Hangi kırk yıldan bahsediyorsun? Hem zaten köyden ayrılalı on sene oldu" diye takıldı teyzesine Cihan.
—"Yoldan geldiniz, açsınızdır. Birşeyler hazırlayıp bir sofra kurayım size."
—"Yok yok teyzeciğim. Biz az önce doyurduk karnımızı. Hiç zahmet etme." dedi Hilal. "Değil mi Cihan, aç değiliz."
—"Şöyle buz gibi bir yayık ayranın var mı?.. Taze, üzeri köpük köpük kaymaklı... Gerisini boşver. Hilal doğru söylüyor, biz aç değiliz" diye Hilal'i tasdik etti Cihan.
—"Vallahi dünyada olmaz birşeyler yemeden. Hem yeni ekmek yaptım. Ayran yoğurt, hepsi var. Bir köy sofrası kurayım
104
size. Hem öğün vakti de..."
—"Teyze, inan ki biz aç değiliz. Biraz dolaşacağız" dedi Cihan. "Ona da sıra gelecek."
—"Peki..." diye boynunu büktü Esma kadın. Hayattaki yayıktan doldurduğu ayranı bardaklara boşalttı.
—"Buyur kızım. Bu delinin kusuruna bakma."
—"O çok akıllıdır teyzeciğim. Onu seviyorum. Öyle ikide bir de deli deyip durma, almıyorum."
Gülüştüler. İkişer bardak ayran içip, bir süre oturduktan sonra çıktılar.
—"Teyzeciğim, deli oğlan buraya sözlüsünü gezdirmeye getirdi. Bu hava, içerde oturup pineklemenin havası değil. Akşa-ı mm suyu çıkmadı ya."
Hıra çayının kıvrımlarıyla düğümlenip, başbaşa uzayıp giden yolda yarım saat kadar yürüdüler. Upuzun selvi kavakları, gür yapraklı söğüt ağaçlan, çayın kristal sularına gün vurmasını engelliyor. Elma bahçeleri, kocaman kiraz ve ceviz ağaçları, yamaçları yemyeşil kaplayan meşelikler vadiyi dolduruyor, sağdan soldan çaya karışan dereler, ulu bir ağacın dallarını andırıyordu. Büyük bir ceviz bahçesinin sonundan sağdaki dere boyuna saptılar.
—"Manastır deresi" dedi Cihan.
Derenin iki yamacı o kadar sarp ve dik yükseliyordu ki, sanki dev bir bıçakla kesilerek açılmış gibiydi. Bu daracık vadinin yamaçlarındaki ceviz ağaçlarının da gölgelemesiyle, adeta gün değil, ışık vurmuyordu vadiye.
—"Bu vadide geceleri bile çok yürüdüm" dedi Cihan. "Hem de o günlerde henüz on yaşında bir çocuktum."
—"Korkmadın mı?"
—"Korksam ne çare. Korkmaya korkuyordum. Bildiğim, bütün duaları, hem de bağıra çağıra okurdum. İşin kötü tarafı, bu-
105
rada çok eskilerde bir manastır varmış. Derenin adı da oradan gelir. Bu itibarla, burada geceleri insanların, cinler tarafından yolu kesilip korkutulduğuna inanılır." —"İnsan gündüz de korkar buralarda." —"O kadar da değil canını" diye güldü Cihan. "Senin için doğru. Ama buralarda yetişen, yaşayan biri için, geceleri bile o korku kaybolur zamanla."
Bir kilometre kadar sonra vadi açıldı, genişledi, göz kamaştıran harika bir güzellik serildi önlerine. Söğütler, ahlat ve armutlar, ceviz ve yabani fındıklar, geniş, yemyeşil tarlalar, çayırlar dolduruyordu bu stadyumu andıran güzelliği.
Gerçekten de vadinin yamaçları, stadyumun tribünleri gibi dairesel olarak, ilginç bir şekilde yükseliyordu. Yamacın yukarısında, belki yer yer elli metreyi aşan yükseklikteki kayalar, kayalarda mağaralar dikkati çekiyordu. Vadiyi çepeçevre kuşatan bu kayalık kuşağının yukarısında, yine aynı, ahenkli bir eğimle yükselen az meyilli yamacın adı Ortakorum'du. Peşinden, daha yüksek bir kayalık ve tepesi, dağın zirvesi olan Başkorum tamamlıyordu bu ilginç smetrik yükselişi.
—"Harika!" dedi Hilal. "Böylesi ilginç güzellik az bulunur." Teleobjektif taktıkları fotoğraf makinasıyla fotoöraf çektiler. Cihan, buralarda yaşadığı ilginç hatıralarını kendine has üslubuyla anlatıyordu.
—"Şu ortadaki çayır bizimdir. Ortasındaki su kaynağı, bu derenin, hatta Hıra çayının en kuvvetli su kaynağıdır. Bu vadinin en meşhur özelliğidir bu su kaynağı. İçimi çok güzel, yazın buz gibi, kışın ılık. Hani şu, sana bahsettiğim, idealimdeki su şişeleme tesisleri planındaki su kaynağı burası işte."
Kiremit bir yalaktan gürül gürül akan buz gibi sudan içtiler.
—"Hakikaten harika bir su. Planın gerçekleşirse, rakiplerinin işi zor."
106
Cihan hatıralarını anlatmaya devam ediyordu.
—"İlkokul beşinci sınıfta okurken, bir gece burada sabahladım. Bir kuzumuz vardı, hastaydı. Kendi ekseni etrafında döner dururdu. Döneğen derler buralarda o hastalığa. Kaybolduğunda kolay bulunsun diye boynuna bir çan takmıştık. Bir akşam, sürüyle köye gelmedi. Babam, benim ilgilenmediğimi söyleyerek "bulup gelmeden eve gelme" diye beni azarladı. Ben yine şimdiki gibi, gururuma düşkünüm tabi. Çıkış o çıkış. Soluğu burada , aldım.
"Şu yamaçlarda bir yerde, kuzunun boynundaki çanın sesi duyuluyor, ama bir türlü bulamıyorum. Bir taraftan da korkuyorum. Eylül ayının sonları, henüz on yaşındayım. İnadımdan dönüp gitmiyorum da. Bereket ki ay dolunay, mehtap harika. Şu aşağı vadinin boğazı hariç her yer pırıl pırıl, adeta gündüz * gibi. Köye gitmenin yolu o vadiden geçtiği için gitmiyorum köye belki de."
Cihan'ın, en acıklı, heyecanlı, hüzünlü bir olayı bile böyle espriye boğarak anlatışına bayılırdı Hilal.
—"Sabaha kadar buralarda dönüp durdum. Biryerlerden düşüp, parçalanmaktan da korkuyorum. Ne kadar mehtap olsa da, insan gezdiği yeri seçmekte zorlanıyor. Her taraf yüksek kaya ve uçurumlarla dolu."
—"Sonuçta bulabildin mi bari?"
—"Bulamaz olur muyum? Zaten boynundaki çanın sesini duyabiliyordum. Ama onu ancak sabah olup ortalık aydınlandıktan sonra bulabildim. Gün vurup ortalık aydınlanınca baktım ki, şu karşıki kayalıkta ahlatın dibinde dönüp duruyor.
İşin bir başka kötü tarafı, okulda sınıf başkanıyım ve anahtar bende. Ders başlama saati yaklaşıyor, ben sabaha kadar gözümü kırpmamışım. Kuzuyu bulunca, boynuna kemerimi bağlayıp koşa koşa köye geldim."
—"Peki bu çocuk nerede kaldı diye arayıp soran olmadı mı?"
107
—"Aramaz olurlar mı?.. Babam zaten hasta, arayacak hali yok. Üzülmüş zavallı. Annem, bir başına biraz aramış. Kadıncağız o da korkuyor. Köyde birkaç kişiye söylemiş, "git yat, merak etme, cin gibidir o birazdan gelir" diyorlar. Zavallı sabaha kadar o da uyumuyor. Anlayacağın, o günlerden kalma deli lakabı bana."
—"Pek de akıllı değilmişsin hani. Buralarda sabahlamak aklın kân değil."
—"Şimdi akıllı mıyım? Şimdi de aynıyım. Hem sana şu vadiyi geçip köye gideceksin desem, sen bile sabahlarsın burada."
Cihan'ın bu oldum olası esprilerine hep gülerlerdi. Yine güldüler.
—"Atış talimi yapalım mı?" diye sordu Cihan. —"Olur... Nasıl istersen."
Cihan belinden tabancasını çekip, silahın nasıl tutulacağını, nasıl nişan alınacağını uzun uzun tarif etti.
—"Silahı şöyle tutmalısın. Heyecan yok. Elin titrememeli. Silahı göz hizanda tutarsın. Namlu ucundaki şu noktayla şurasını çakıştırıp ikisinin ortasından hedefe nişan alırsın, tetikteki boşluğu alıp nefes kontrolünü sağladıktan sonra hedefi şaşmadan ve de heyecanlanıp elini titretmeden tetiği çekersin. Tabi, bütün bu saydıklarım birkaç saniye içinde olup bitmeli. Hedef seni beklemez. Anlatması uzundur ama uygulaması daha kısadır. Gözün görme fonksiyonunun aşamalarını anlatmak için sayfalar dolusu bilgi verilir. Ama göz o aşamaların bütününü saniyenin bilmem kaçta kaçı zamanda tamamlar. Bak aynen şöyle. "
Nişan alıp bir iki hedefe atış yapmıştı anlatırken. Küçücük hedefleri seri bir şekilde bir iki saniye içinde nişan alarak otuz kırk metreden vuruyordu. —"Harika!..." dedi Hilal.
108
Hilal, Cihan'ın tarif ettiği şekilde silahı tutup ilerideki bir ağaç kütüğüne nişan alarak tetiği çekti. Tok bir sesle kütükten bir parça koptu.
—"Çok güzel... İlk atış için mükemmel doğrusu."
Hilal, başarılı olmasına sevindi. Peşpeşe nişan alıp tetiğe dokundu. Yakın hedeflere nişan alıyordu önce hedefi vurmaya muvaffak oluyordu. Daha küçük hedeflere, daha küçüklerine, daha uzaklarına nişan aldı. Oluyordu, başarıyordu.
Silah sesleri vadide, yamaçtan yamaca vuruyor, yankılanıyor, vadideki her taş, her kaya, her yamaç ses veriyordu onlara.
—"Çok güzel... Çok güzel... Gerçekten harika... Sen bu işi basardın canım. Bu silah artık senin. "
—Sağol canım, istemem" dedi Hilal. "Silahın sende kalsın. Bu işi basarsam da silah taşıyamam. Hem o sana ait, sana yakışıyor. Senin nişancılığının yanında bizim lafımız mı olur?"
—"İkindi namazı geçiyor" dedi Cihan. Abdest alıp cemaatle ikindiyi kıldılar. Ihlamurluktan vadiyi dolduran aydınlık matla-şıp, güneş kızıl saçlarını toplayarak yorgun argın Meşelikoyağı aştığında, onlar da köyün yolunu tuttular. Teyze Esma kadının evinde onları, mükemmel donanmış bir köy sofrası bekliyordu. Acıkmışlardı da. Akşam namazını kılar kılmaz sofraya oturdular. Hilal ilk defa yer sofrasında yemek yiyordu. Esma kadın, Kemal enişte, Hilal ve Cihan aynı çorba tasına kaşık salladılar. Çorbanın ardından, kızarmış et, pilav, ayran derken bir güzel doymuşlardı.
Cihan'ın teyzesinin evinde eksik olan biri vardı. Teyze kızı Zeynep. Zeynep nişanlanmıştı. Nişanlısı Salih askerdeydi. Bir iki aya kadar teskere alacak ve evleneceklerdi. Zeynep, gelin gideceği eve, kayınbabasının evine, düğün hazırlıklarına yardım etmek için gitmişti.
Cihan , Zeynep'in köyde olmayışına sevindi. Onun kendisine
109
karşı duygularını biliyordu. Oysa, annesi, Zeynep'i emzirdiğini, dolayısıyla süt kardeşi olduklarını söylemişti Cihan'a. Anlaşılan, annesi bunu Cihan'dan başkasına söylememişti ve başka bilen yoktu. Zira, teyzesinin de, Kemal eniştesinin de uzun süre gönlünde bu hayalin beslendiğini biliyordu. Nihayet ondan ümit kesmişler, Zeynep, hem de yakın arkadaşı Salih'le nişanlanmıştı. Kendisi nişanlanmış olsa da Cihan'ı bir başkasıyla görmeye tahammül edemeyeceğini düşünüyordu.
Gece geç vakte kadar, Esma kadın onları ağırlayabilmek için evinde, elinde avucunda ne varsa ikram edebilmek için çırpınıp durdu. Zahmet etmemesi, herşeyin fevkalade olduğunu söyledilerse de:
—"Kırk yılın başı bir geldiniz" diyerek onları dinlemedi. Yatma vakti geldiğinde:
—"Nişanlı ve nikahlı olsak da başbaşa, beraber buralara kadar gelsek de, aramızda evliliğe sakladığımız bir mesafe var. Bunu korumak istiyoruz" diyerek yataklarının ayrı odalara açılmasını istediler.
Sabah olduğunda Hilal, uykusundan, köy camisinin minaresinden yükselen Cihan'ın okuduğu sabah ezanının sesiyle uyandı. Yere açılan yün yer yatağında, bu kısa uykusunda, dinlenmiş, zinde bir halde uyanmıştı. Kalkıp giyindi ve namazını kılıp, mutfak olarak kullanılan odaya geçti. Esma kadın çoktan kalkmış, gözleme yapıyordu. Cihan'ın gözlemeyi sevdiğini bildiği için onu bundan mahrum etmek istememişti. Hilal onun yufka açmasına, sacın üzerinde kızaran gözlemeyi tereyağıyla yağlamasına yardım etti.
Taze yumurta, tereyağı, taze peynir ve rendelenmiş taze kaşarla durum yapılmış gözlemeyle kahvaltı yaptıktan sonra çıktılar. Kemal eniştenin kısrağı ile onun yavrusu olan katırını alıp bu sefer Bozkuş dağına doğru yola koyuldular. Cihan, daha çetin olan katıra, Hilal ise katıra nazaran uysal olan kısrağa binmişti.
110
Cihan, katır sırtında bol ve rahat spor kıyafeti, omuzuna çapraz astığı av tüfeği, av torbası, av mermilerinin dizili olduğu kuşaklık ve belinde tabancasıyla yolculuk için teçhizatı tamamdı. Hilal de at binmeye müsait bol bir blucin pantolon, mavi bir bluz, pantolonu da örten bir yazlık abaye giymiş, yine açık mavi şal desenli bir başörtü örtmüştü.
Saat sekizde .köyden çıkıp, bir buçuk saate yakın yol giderek, dokuzbuçukta Bozkuş'a vardılar. Burası gerçekten de harika bir mekan, eşsiz güzellikte bir yerdi. Etrafta irili ufaklı dağlar, tepeler, yeşillerin en güzelini giyinmiş, sıra sıra dizilmişti. Bulundukları yer çok yüksekti ve uzakları görmek mümkündü. Güneşin yeni doldurmaya başladığı vadiler hafif sisli, mat bir yeşillikle rüya gibiydi.
, —"Şu karşımızda gördüğün yer Gerede. Yukarısındaki bu l tarafa düşen alana panayır kurulur. Şu tepenin dibindeki çayın öte yakasındaki köyler Gerede'ye bağlıdır. Kızılcahamam güneyde kalır. Şu, sisten pek seçilemeyen yer Çerkeş tarafıdır. Güneşin omuzlarından sarktığı şu karşı dağlara, Aydos dağı ve yaylası derler. Çubuk biraz sağda ovalık kısımda kalır. Daha ötesi, biraz daha. güneyi Ankara'dır.
Hilal, Cihan'm gösterdiği yönlere, oralarda kimi belli belirsiz seçilebilen, kimi bir dağ ya da tepenin ardına gizlenmiş, bazıları güneşin parlaklığıyla kamaşan gözlere gülümseyen ya da vadiyi dolduran sislere gömülmüş köylere, kasabalara baktı. Dünyayı böyle kuşbakışı seyretmek ne güzeldi.
—"Av yapalım mı" diye sordu Cihan.Peşinden de aşağıdaki kayalığa bir kaç taş attı. Bu işte de boş değildi anlaşılan. Nerede ne olabileceğini biliyordu. Attığı taşların ağaçlara ve kayalıklara çarparak çıkardığı gürültüden ürken bir grup keklik, kayalıklardan havalanmıştı. Cihan silahım bu gruba doğrulttu. Sonra birden vazgeçti."
—"Av yapmıyoruz. Yavru mevsimi, yazık olur. Başka zaman yaparız inşaallah. "Onlar da anadır" diyordu Cihan. Hilal, onun
111
bu merhametliliğüıi her zaman severdi. Yine takdir etti.
Bozkuş'ta biraz daha kalıp etrafı seyrettiler. Daha sonra Karanlık dere tarafına doğru yamacı inmeye başladılar. "Orasının sazaklan çok ünlü, sulan çok güzeldir" dedi Cihan.
* * *
Hilal'e bugüne kadar yaşamadığı olağanüstü duygu ve heyecan yaşatan bu gezinin akşamını da, Cihan'ın teyzesinde geçirip ertesi gün tekrar İstanbul yoluna düştüler.
112
"Gece yapışkan bir sızıdır koynumda
Namert bir rüzgar uyanır da
Oyunlar bozulur, duvarlar yıkılır sonra"
8.
Boğaz'dan İstanbul'u seyretmek bambaşkadır her zaman. Güneşin tül tül çözüldüğü ufukta kubbeler, minareler sol köşede Kız Kulesi, bir tablo gibi efsanevi bir güzellikle durur, şöyle biraz da üzerine çöken sisle, hafif matlaşmış olarak. Bu manzara nice şairlere ilham kaynağı olmuş, nice gönüller, boynu bükük anlatmıştır aşkını, buralarda yalnızlığa. Dalgalar Boğaz'la Marmara'nın kucaklaştığı çizgide kalp atışlarını andırır. Burada boğazın sulan gümüşten pırıltılarla gözalıcı aydınlığını sevgi gibi sunar gönüllere. Boğaz köprüsü ufka çekilmiş kader çizgisi gibi asılı durur boğazın gerdanında. Üzerinde siluetler halinde gelip geçen arabalar, müzmin göz kırpmalannı andırır.
Çengelköy'den bahsediyorum. Boğaz'ın, sinesine çekilmiş, betonlann çevresini alabildiğine kuşatıp istila etmesine rağmen, kendi dünyasını yaşamaya, degişmemeye azmetmiş güzel bir muhit.
Cihan oldum olası severdi buraları. Kilisenin karşısında vapur iskelesinin çıkışındaki musluklan sökülmüş, tarihi gibi garip bırakılmış çeşmeye baktı. Yine asırların hüznü depreşti bağ-nnda. İskeleden kalkan vapurun dalgaları metrelerce yükselip nhtımda tokat gibi sakladı. Sonbaharda bakır kırmızısı rengiyle döktüğü gazellerin peşinden, yeniden dirilişi müjdelercesine yeniden yemyeşil örtüsüne bürünen asırlık çınar ağaçlarının gölgesinde yürüdü. Çınaraltı çay bahçesinde biraz oturdu. Ulu
113
çınarın gölgesinde konaklayan Allahevinin (Caminin) penceresinden baktı, içeri girip iki rekat namaz kıldı.
Gönlünü bir garip hüzün basmıştı bugün yine. Hâlâ acabaların peşinde kıvranıyordu. Hâlâ sevgisiyleydi mücadelesi. Acaba yanlış mıydı yaptığı?.. Gönlüne girmekle, böylesi bir sevgi bağı kurmakla hata mı etmişti? Ona İslam'ı anlatıp öğretmeye çalışan biri olarak kalsa mıydı? Nasıl bir neticeyle bitecekti bu sevgi? Kavuşabilecekler miydi? Böylesine amansız engel ve şartlara rağmen bu mümkün olacak mıydı? Acı, çocukluğunda vurulmuştu omzuna. Bunu atabilecek miydi? İşte böylesi yalnız kaldığı zamanlar, yalnızlık ağır geliyor, kendisiyle başbaşa kaldığında iç hesaplaşmaların pençesinde amansız savaşlara sahne olurdu benliği.
Mücadele edemeyeceği güçlük, göğsünü, ılık bir rüzgara açarcasına açamayacagı namlu yoktu. Ama gönülle mücadele?.. Namlusu, kurşunu olmayan ama açtığı yaranın da dermanı olmayan gönülle mücadele... İşte buna karşı aciz kalırdı.
Bu duygularla Talimhane yokuşunu tırmanıp, mezarlığa geldi. Yeni sayılabilecek bir mezarın yanıbaşında durdu.
Takvim yapraklarını önüne katıp savuran zaman, birkaç ayı daha alıp götürmüştü ömürden. Okulunu başarıyla bitirmiş, kendisine ve Hilal'e verdiği sözü tutup imtihanı kazanmış, hukuk fakültesine girmeyi başarmıştı. Yine söz verdiği gibi müjdeyi ilk Hilal'e verecekti. Bugün çoğu zaman yaptığı gibi geçmişini yaşamayı, buralarda kendi benliği ile başbaşa kalmayı arzula-mıştı gönlü. "Seni Çengelköy'de bekleyeceğim" demişti Hilal'e. "Hayatın sona erdiği, sonun bitip sonsuzluğun kapılarının aralandığı bir mekandan seyredeceğiz İstanbul'u." Hilal tuhaf bulmuştu bu fikri ama kabul etmişti. Birazdan o da burada olurdu.
*   *
Yanıbaşında durduğu mezar, Sırrı beyin üç yıl evvel vefat eden hanımı Rabia Hanım'ın mezarıydı. Mezarlığı ortadan bö-
114
lüp Kuleliye inen patika yolun sağındaki çeşmenin yukarısında yüksekçe bir yerde İstanbul'u kuşbakışı gören bir noktadaydı. Mezarın başına çöküp Yasin suresini okumaya başladı.
Son ayetleri okurken, Hilal'in arabası çeşmenin başında durdu. Arabadan indi. Bugün bir başka güzeldi Hilal. Çok güzel bir başörtü bağlamıştı başına. Cihan'a başörtümü gördün mü dercesine bakan gözlerinin içi gülüyordu. Cihan, duvarın üstünden atlayarak Hilal'in yanına geldi. "Hoşgeldin" deyip iki eliyle Hilal'in ellerini tutarak: "İşte Hilallerin en güzeli" diye başörtüsünün güzelliğini vurguladı..
Mezarların arasında yürümeye başladılar. "Taş ihtiyarlar, selvi çürür, ölüm yıpranmaz" mısraını mırıldandı Cihan. Sonra Hilal'e bakarak ağır ağır konuşmaya başladı:
—"Mezarlıklar tefekkür için en ideal mekanlardır. İnsan ölümü bir nefes ötesinde hisseder. Buralar, gidenin halini görüp kendi sonunu düşündüğü mekanlardır insanın.
"İnsanlar ölüme inanıyor Hilal... Ölenleri, mezarlıkları görüyorlar hep. Ama öleceğine inanmıyor insanlar. Bugün insanlık bunun idrakinde olsa, birçok şey böylesine mahvolmazdı. Ölmek... Ve ebedi alemde yaratıcıya hesap vermek... Bunu düşünebiliyor musun Hilal?"
Hilal'e baktı. Çoğu zaman yaptığı gibi çantasını iki eliyle bağrına bastırmış mahzunlaşmış bir yüz ifadesi ve durgun bakışlarla dinliyordu. Benliğinde fırtınalar koptuğu belli idi.
—"Şu mezarlara bak Hilal. Zenginden fakire, soylusundan kimsesizine, üst rütbelisinden alt rütbelisine, hammalmdan sadrazamına, her sınıftan insan omuz omuza yan yana. Hiçbir sınıf ayrımı olmadan yatıyorlar. Ama toprağın altında yatanların, mezarın üstündeki süsünden, lüksiyetinden haberi var mı bakalım. Onlara bir faydası var mı, bütün bu lüks ve ihtişamın!?
"Bir namazda gördüm ben bu eşitliği, bir de ölümde, Hilal...
115
Ölümün yaşı da yok. Bak şu mezar taşındaki yazıya. Daha on-dokuzunda burada yatan. Şu ilerideki mezar beş yaşında birisine, şu otuzunda, şu da yetmiş yaşında bir kadına ait. Yani ensemizde bir nefes kadar yakın bize ölüm.
"Ve sonsuzluk... Sonsuzluğun başladığı yerdir mezarlar. Sonsuzu düşün... Rakamların sonu var, alemin, varlıkların, dünyada olup bitenin, dünyaya ait olan herşeyin sonu var ama ahiret aleminin sonu ve bitişi, ölümü, yaşlanması yok Hilal... Düşün ki; azapta sonsuzluk, mükafatta sonsuzluk... Bu ikisinin de hem zamanı açısından, hem de şiddeti ya da güzelliği, zevki açısından sonsuzluk...
"Ebedi hayata kıyasla, dünya hayatı kısa bir rüya gibidir. Rüya görmek ve gerçeğe uyanmak... Tatlı bir rüyadan, kabus ve azap dolu bir gerçeğe, sıkıntılı ve kabus dolu bir rüyadan, mutluluk ve sonsuz güzelliklerin olduğu bir gerçeğe uyanış... İşte ölüm budur. İnsan bunun idrakinde olmak'zorunda. Bu, kişinin vicdanında en disiplinli jandarmadır. Binlerce polisten tesirli, ekonomik ve pratik. Ölüm ve ölümün, öldükten sonra dirilip yaptığın herşeyin hesabını vereceğinin şuurunda ve idrakinde olmak. Bunun şuurunda olmayan benim başıma polisi, bu şuurda olmayan polisin başına kimi dikeceksin?"
Yürüdüler... Mezarların arasından çıkıp, Talimhane'ye indiler. Yeşilin her tonu, gökyüzünün ve Boğazın mavi tonlarıyla ; içice, güzel bir birliktelikle, insanın gönlünü okşuyordu. Boğa- ! zın öbür yakasında Bebek sırtları flu bir görüntüyle duruyordu karşılarında. Daha ötede, Taksim taraflarında, belli belirsiz beton bir slüet halinde şaha kalkıyordu şehir.
Cihan, önlerinde serili duran yeşillikte açan kırçiçeklerin-den topladı. Hilal merakla seyretti onu. Daha sonra Cihan, elin- î deki çiçekleri Hilal'e uzattı:
—"Bende sevgi anlayışı böylesine kırçiçekleriyle şekillendi,j ta çocukluğumda canım. Bugün sana bu çiçeklerle verdiğini,; böylesine saf sevgimdir. Dünyada sevgisiyle üryan bir insanım, f
116
Sana sadece sevgimi verebiliyorum. Ama dünyalara değer bir sevgi bu."
Hukuk fakültesini kazandığını bildiren yazıyı çantasından çıkarıp Hilal'e uzattı:
—"Bir de bu güzel müjdeyi veriyorum." Hilal bu habere çok sevinmişti:
—"Biliyordum!.. Senin bunun da üstesinden geleceğini biliyordum. Bitireceğine de inanıyorum. Çok şeylerin üstesinden geldin. Bu zor olmayacak senin için.
Talimhane ilkokulunun yanından dolaşıp, arabayı bıraktıkları yere geldiler. Arabayı alıp Üsküdar'a, oradan Doğancılar, Karacaahmet üzerinden Kadıköy'e geldiler. Hilal, Cihan'a bu basan sı, yani hukuku kazandığı için bir hediye alarak sürpriz yapmak istiyordu. Hediyeyi almak için: "Bir arkadaşıma uğrayıp geliyorum az bekle" diyerek ayrıldı.
Cihan, mendireğe yakın bir bankta oturmuş Hilal'i beklerken, yine derin düşüncelere dalıp gitmişti. Kimbilir, geçmişini, geçmişinde acı bir burukluk olarak kalan ailesini, yanan evleriyle yokolan hatıralarını, şimdi nerede olduğunu bilmediği, genç kızlığa adım atmaya hazırlanan kızkardeşini düşünüyordu belki de. Omuzlan, taşınmaz bir yükün altmdaymışçasına çökmüş, dizinden destek yaptığı sol eli çenesinde, öylece ötelere, belki yıllar ötesine, geçmişe dalıp gitmişti.
Daldığı bu uyanık rüyadan sıyrılıp doğruldu. Caddenin karşı tarafında Hilal'i görünce yüzü aydınlandı. Ona doğru bir iki adım atmıştı ki, caddeden hızla geçen bir kamyonetin camından üzerine doğrultulan namluyu görüp irkildi.
Az önce kulaklarını çınlattığı ölüm, gelip karşısına dikilmişti. Saniyenin binde biri bir zaman sürecinde binlerce kaygı ve endişe benliğinde yankılandı.
Ölümden korkmuyordu. Ölümü bir buket çiçek gibi karşılamaya her an hazırdı. Lakin şu an ne uğruna, nasıl bir ölümle
117
ölecekti? Ölümü kime, ne kazandıracaktı? Ölüme her an hazır, hayata da bir o kadar bağlıydı. Ama şu an yapabileceği hiç bir şey yoktu. Ölüm gelip şakaklarına dayanmıştı.
Son bir gayretle kendini iki adım ilerdeki saksının sperine doğru attı. Bu esnada, kamyonetin camından uzanan namludaki kurşun ortalığı velveleye boğar bir sesle gelip sol göğsünün altına saplandı. Namludan boşalan diğer kurşunlara hedef olmaktan kendini kurtarmıştı ama isabet eden tek kurşunda çok fena bulmuştu hedefini.
Kamyonet hızla Haydarpaşa istikametine savruldu.
Bir iki saniyeye sığan bu korkunç hadiseye tüm can yakıcı canlılığıyla şahit olup yaşayan Hilal, kendini kaybetmişti.
—"Cihan!!." diye bir çığlık atarak koşup üzerine kapandı.
Cihan henüz kendini kaybetmemişti, îki elini kurşunun açtığı yaraya bastırmış, acıyla gerilen yüzürtdeki ifadeyi değiştirmeye çalışarak Hilal'e, endişelenmemesini, acele kendisini hastaneye kaldırmasını ifade etmeye çalışmış ve bayılmıştı.
Hilal, Cihan'ın sağ olduğunu görüp biraz olsun rahatladı.
Etrafta olaya şahit olanlar koşup Cihan'ın başına toplandı. Hilal onların da yardımıyla Cihan'ı arabasının arka koltuğuna uzatarak, hızla hastaneye yöneldi. Gaz pedaline sonuna kadaı yüklenip, klaksona aralıksız basarak, en kısa zamanda Cihan'ı en yakın Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne yetiştirdi.
Orada toplananlar aralarında konuşuyorlardı. —"Bu canileri asmak lazım. Teiniz, efendi birine benziyordu çocukcağız. Ne istediler zavallıdan?" —"Yazık... İnşaallah ölmemiştir." —"Yok canım... Ağzını hayra aç. Aklı başındaydı." —"Kız nişanlısıydı galiba. Çok üzüldü kızcağız."
* * *
118
Cihan'ın daha alacak nefesi, yaşayacak ömrü varmış ki, kurşun kalbine ya da başka hayati bir organına zarar vermemişti. Ama yine de durumunun iyi olduğu söylenemezdi. Kurşunun açtığı yara ağırdı ve çok kan kaybetmişti.
Hilal, Sırrı bey'e telefonla durumu bildirip, Numune Hastanesinde ilk müdahalesi yapılan Cihan'ı Amerikan Hastanesi'ne naklettirdi. Sırrı bey de, hastane çıkışında, Cihan'ı taşıyan ambulansa yetişmişti.
Cihan günler sonra kendine gelip, gözlerini açtığında karşısında Hilal'i, elinde bir demet çiçekle, boynunu bükmüş ağlar buldu. Yaşadıkları hayal meyal, yeniden gözlerinin önüne geldi. Demek hâlâ yaşıyordu. Hilal'e sevgiyle gülümsedi.
Hilal, onun kendine geldiğini görünce, bir çığlık atıp, sevinçle boynuna sarıldı. Cihan, hareket edince, safra kesesi civarında dayanılmaz bir acı hissetti. Yüzü acıyla burkuldu. Hilal endişeyle geri çekilip Cihan'ın yüzüne baktı. Cihan, onu endişelendirmemek için yüzündeki acı ifadesini değiştirip gülümsedi. Eliyle, korkma yok bir şey, der gibi işaret yaptı.
Biraz sonra Cihan'ın kendine geldiğini öğrenen Sırrı bey, doktorlar ve olayı soruşturan savcı, Cihan'ın yattığı odaya girdiler.
* *
119
"Bu sis...bu sessizlik hayra alamet değil
Korkuyorum, kurtlar böyle havayı sever
Dışardan gurbetin ayak sesleri geliyor
Gecenin bir yansı yüreğim vuruluyor."
9.
Zamanı durdurmak mümkün müydü? Zaman, suya düşen kar taneleri gibi eridi. Saatin, zamanı kovalayan tiktaklan arasında, odasmda bu deveranın seyrini yaşadı Cihan. Artık tamamen iyileşip hastaneden çıkmıştı. Sağlam bünyesi sayesinde, yarası çabuk iyileşmiş, çabuk toplamıştı kentlisini.
Hastanede yattığı sürece, Hilal hergün bir demet çiçekle yanında olmuş, ailesiyle yazlığa bile gitmemişti. Cihan, Hilal'in gözlerinde günden güne belirginleşen, derinleşen bir hüzün okumuştu. Yolunda gitmeyen, Hilal'in ondan sakladığı birşeyler vardı ama neydi? Sorduğunda: "Yok birşey" diye geçiştirmiş, hastaneden çıkalı da hâlâ öğrenememişti. Günler, hatta haftalardır beynini yoran bu soru işaretlerinin ağırlığıyla odasında dolaşıp durdu. Ellerini göğsünde kavuşturup pencerenin önünde durdu. Kalamış koyuna, suda derinlemesine uzanan yakamozlara, sularda alevlenen bu hüzünlü renk seremonisine, titrek ürperişlere baktı.
Endişelerinde haklıydı Cihan. O hastanede yatarken, Hi-lal'e ailesinin ve arkadaşlarının baskıları iyice artmıştı. Giyimine, ibadetine karışıyorlar, denize girmediği için makasla elbiselerini kesiyorlar, herşeyiyle alay ediyorlardı.
—"Okulun bitti, artık vakit geldi" deyip beşik kertisi mese-
120
leşini açmışlar, Mete'yle evlenmesi gerektiğini söylemişlerdi. Töre gereğiydi, buna itiraz hakkı yoktu. Mutlaka uymak zorundaydı. Cihan'a olan sevgi ve yakınlığını gençlik hevesi diye küçümsüyorlar, hatta aksi halde ona zarar verebileceklerini de ima ediyorlardı. En çok da bu korkutuyordu Hilal'i. Mete, daha da ileri gidip, Cihan'ın başına gelen son hadisede etkisi olduğunu, üstü kapalı ifade etmekten çekinmiyordu.
Hilal, töreleri ve ailesinin törelere olan bağlılığını bildiği için, Cihan'la evlenebilme ümitlerini iyiden iyiye yitirmeye başlamıştı.
Hilal, gün geçtikçe kendini belli eden, bu aşılmaz engellerin hengamesinde kıvranırken, çok sevdiği, değer verdiği arkadaşlarından Necla telefon etmişti. Necla, Hilal'den yedi sekiz yaş daha büyük, Ankara'da hukuk müşavirliği ve avukatlık yapan bir arkadaşıydı. Onun fikir ve düşüncelerine, sözlerine her zaman önem verirdi Hilal. "Gel konuşalım biraz" diyordu Necla telefonda. Şu anda Moda'da annesinin evinde misafirdi. Hazırlanıp, Necla'ya gitmek için yola çıktı. Sıkıntılarım biriyle paylaşmaya çok ihtiyacı vardı.
Biraz sonra Necla'nın yanındaydı. Biraz sağdan soldan konuştuktan sonra, vakit geçirmeden konuya girdi Necla:
—"Hilal, bir daha o adamla görüşmeni istemiyorum." —"Ama niçin?"
—"Kızım, bütün hayatını altüst ettiği yetmiyormuş gibi, bir de seni kendisine aşık etti bu adam. Hadi onun seni sevmesi, sana aşık olması normal. Zaten seni görüp de aşık olmayan mı var. Ama sen onda ne buldun, neyini sevdin bu adamın?"
—"Sen onunla hiç karşılaşmadın. Bu yüzden beni anlaman o kadar zor ki..."
—"Aslında gayet iyi anlıyorum seni. Yalnız, merak ediyorum bu adamı. Çünkü sen kolay aşık olmazsın. Seni bile kendine aşık ettiğine göre olağanüstü biri olmalı."
121
Hilal, çantasından Cihan'm fotoğrafını çıkarıp gösterdi.
—"Bak, işte Cihan bu. Onu bir de yakından tanımanı isterdim. O zaman bana mutlaka hak verirdin."
—"Hakikaten yakışıklı biri. Ama biliyorsun bu yetmiyor mutlu olmak için."
—"Kişiliği de çok farklı, iyi biri o."
—"Hilal!...Ben onu kasdetmiyorum. Kimdir, neyin nesidir bu adam? Biraz zengin mi? Sanmıyorum. Oysa senin alıştığın bir standardın, rahat ve varlıklı bir hayatın var. Diğerleri gibi, malına filan aşık olduğu kanaatinde değilim ama..."
—"Zaten engel kabul ediyor aramızdaki bu mali farklılığı."
—"Engel tabi... Hadi, mal senin olsa, kendi elinde olsa, tıka kulaklarım söylenenlere, al bu adamı çek git şöyle Amerika'ya filan. Ama mal babanın. Ve baban bu beraberliği kesinlikle kabul etmez. Onu iyi tanırsın, dediğini de mutlaka yapar. Üstelik beşikkertilisiniz Mete'yle. Töre deyip, bu Alfeh'ın belası beşik-kertisini mutlaka evlilikle neticelendirir ailelerimiz. Bunu da biliyorsundur herhalde? Sahi, ne iş yapmayı düşünüyor bu adam, Cihan'dı adı değil mi?"
—"Okulu bitirdi. Bu yıl hukuku kazandı ayrıca. Hukuk okumaya yeminliyim diyor. Hukuku extern olarak okuyacak. Bu arada, yanında kaldığı Sırn beyin şirketinde çalışır, belki yöneticilik de yapar orada. Okulda çok başarılıydı. İyi bir yönetici olmaya ideal. Bunun Sim bey de farkında."
—"Desene meslektaş da oluyoruz. İyi bir'hukukçu da olacağından eminim. Seni bile etkileyebildiğine göre ikna kaabiliyeti iyi olmalı. Ağzı da laf yapıyordur herhalde?"
—"Yazarlığı da var zaten. Bir dergide yazıyor. Bak, bu romanın da yazan o."
—"Hele hukuku bitirsin bakalım. Ama tabi bu arada baban,      ' seni Mete'yle kesin evlendirmekte kararlı. Boşuna direnip de      j
122
hem kendini hem bu adamı zora sokma. Dünyanın sonu gelmedi ya. Bir ayrılan siz misiniz, nice sevenler ayrılıyor. Babanın şu töre inadı olmasa, hadi maldan da vazgeç. Ama, o töreler sizi yutabilir. O da güçlü biridir herhalde. Katlanır bu ayrılışa. Başka da çaresi yok zaten."
Böyle sürüp giden konuşmalar sonunda Hilal, Cihan'a kavuşabilmekten tamamen ümidini kesti. Gönlüne ateş düşmüş kavruluyordu sanki. En ağrına giden de, yetişme tarzına rağmen ısrarla koruduğu, toz kondurmamaya çalıştığı, bugüne dek çok sevdiği Cihan'la bile araya mesafe koyduğu, tertemiz iffetini götüreceği Mete'nin kişiliğiydi. Mete, çok şımank yetiştirilmiş, iffet, namus, sadakat gibi duygulardan tamamiyle mahrum bir sefildi.
Yıkılmış bir gönülle, Necla'dan ayrılıp eve geldi. Sinirlerini yatıştırabilmek için iki tane sinir hapı alıp yatağa uzandı. Ci-han'ı aramak istedi, sonra vazgeçti. Böylesi yıkık bir gönülle ne konuşacaktı ki onunla.
19 Eylül Pazartesi. Sonbahar artık kendini iyice hissettirmeye başladı. Güneş, Ağustos ayındaki yakıcılığım yavaş yavaş kaybediyor. Bunaltmayan, güzel bir hava dolduruyor atmosferi. Bakır kırmızısı yaprakların bir iki aya kadar sokaklara kümeleneceğini şimdiden görür gibi oluyor, baktığı sokaklarda.
Eski zindeliğinde olmasa da, sıhhatine tamamen kavuşmuş, iyileşmişti. Hastaneden çıkalı, Hilal'in uğramaları seyrekleş-mişti, eskisi kadar sık görüşemiyorlardı. Telefonda sesi bir tuhaf, ağlamaklı geliyordu. Israrına rağmen birşey de söylemiyordu Hilal. Cihan, ortalıkta birşeyler döndüğünü seziyordu ama neydi bu aksilik, onu çözemiyordu. Acaba Hilal kendisiyle olan sevgi beraberliğini yeniden yargılıyor, olumsuzluklar mı buluyordu beraberliklerinde?
Beynini kemiren düşüncelerle, odanın ortasında dolaşıp durdu. Düşünmekten başına ağrı girmişti. Yüzü, amansız fıria-
123
nalann koptuğu bir ıssız vadiyi andırıyordu. Hüzün fırtınaları, gözlerinden şakaklarına, şimdiden tek tuk ak düşen saçlarına esiyor, acıyla tebessüm eden dudaklarına kilitlenip kalıyordu.
Havuzun kenarındaki ağacın altında, yuvalanan bir çift serçe aşkların en güzelini yaşıyordu. Erkeği, dişisine kur yapıyor, aşkını ilan ediyordu. Tüylerini kabartıyor, yuvadan uçup havuzun sulanna dalıyor, kenardaki taşa konup, tüylerindeki suyu silkeliyor, yeniden uçup yuvasına dönüyordu. Artık kendini hissettiren Sonbahar, kuşların umurunda değildi.
Israrla çalan telefon, onu daldığı hayalerinden bir kez daha çekip aldı. Koşup heyecanla ahizeyi aldı. Arayan Hilal olduğu kalbine doğmuştu. Hiç tereddüt etmeden, "Canım!!." diye seslendi ahizeye.
Telefonda Hilal'in sesi de aynı şekilde, "Canım!!." diye karşılık verdi. "Canım" diye başlayan, "Canım" kelimesinde canlanan konuşmaları uzadı, uzadı... Sıcacık nefesler, en candan duygularla daha neler konuştular, diller neleri telaffuz etti bilinmez. Ama bütün sözler, kelimeler, tek kelimede ifadesini buldu. "Canım" Hilal'in, telefonda hüzünle çiçeklenen, bezeneri sesi, "Gel" diyordu, "Hadi gel!.." Bu seste sevgi olduğu kadar korku vardı, acı sinmişti sözünün her kelimesine. "Gel!.." diyen dudaklara, buzdan bir kalıp gibi ayrılık donup kalıyordu. Can taşıdığı sürece, daha kaç ömür taşıyacağı hasretin çığlığıyla, kalp atışları hasret çığlıkları atıyordu.
Cihan, adeta bir ömür ayrı kalmış, hasret solumuşçasına duygu yüklü bir gönülle ve üzerine en özel kıyafetlerini giyip, heyecanla Hilal'e koşmak için yola çıktı.
Çiçekçiden bir tek kırmızı gül alıp, bir taksi çevirerek Caddebostan yolunu tuttu.
Bahçe kapısından içeri girdiğinde, ilk defa geliyormuşcasına kalbinin heyecanla çarptığını hissetti. Kapıyı Hilal açtı. Evde başka kimse yoktu. Her zamankinin aksine Hilal'i karşısında daha rahat bir kıyafetle buldu. Kullandığı parfüm, en çelikten
124
iradeyi bile altüst edecek kadar başdöndürücü, etkileyiciydi. Cihan, bu durumu yadırgamıştı.
—"Hilal!.." diye yutkundu.
—"Nikahlı olduğumuzu unutuyorsun canım. Senin yanında bu kıyafetle dolaşamayacaksam nikahın anlamı ne?"
—"Ama Hilal!.. Birbirimize verdiğimiz bir sözümüz var."
—"Nikahta verdiğimiz bir başka söz daha var" diye karşılık verdi Hilal. Daha sonra, Cihan'm ellerini, her zaman yaptığı gibi, iki eliyle tutarak, gözlerinin içine baktı:
—"Gel, odama çıkalım."
—"Lütfen, salonda otursak."
—"Odama çıkalım... Bugün odamda oturalım istiyorum. Lütfen!.."
—"Peki..."
Merdivenleri el ele çıktılar. Hilalin odasında herşey apayrı hazırlanmıştı bugün. Sanki, herşeyiyle gönlünün prensini gönlüne davet ediyor, gönlünü ve odasının kapılarını böyle bir duygu ve atmosferde açıyordu Hilal.
Cihan'in gönlü kıpır kıpırdı. Hilal'in giyiminde, odanın havasında, kokusunda, dört yana bezenmiş, renk renk, demet demet çiçeklerle yaşanan atmosfer herşeyiyle iradesini, tüm benliğini altüst ediyor, başını döndürüyordu. Neticede insandı. İradesinin de, direnebileceği bir sınır vardı.
Kendisiyle amansız bir savaşa girmişti. Kulaklarında yankılanan, tüm benliğini saran, "Nikahlı değil miyiz" sözü onu girdiği savaşta teslim olmaya doğru götürüyordu. Evet, nikahlı değiller miydi? Öyleyse niçindi bu ısrarlı direniş? Bu duygu onu sonunda yenik düşürdü.
Hilal'in gözlerindeki sımsıcak ifade, kirpiklerindeki davetkar kıpırtı, nefesindeki ateş gibi yakıcı sıcaklık, sesindeki en güzel melodiden daha güzel, ahenkli yumuşaklık... Cihan'm ka-
125
leleri bu taarruzlara birer birer teslim oluyor, burçlar fethediliyor, duvarlar yıkılıyor, uçuşuyordu.
Hilal'in mavi ipek kombinazonunun dantel motifli dekolte yakası, kısa kollu sabahlığının açık duran önünden boylu boyunca sergilenen muhteşem güzellik, açık pencereden odaya dolan hafif rüzgarın savurup alev alev tutuşturduğu ipeksi altın saçlar, uzun kirpiklerin arasından en canalıcı bakışlarıyla gönlüne ılık ılık akan, maviyle yeşilin kaynaştığı en güzel renkteki gözler, Cihan'ı bilmem kaç bin santigrat derece sıcaklıktaki bir potada eritiyordu adeta.
Cihan, oturduğu rahat koltukta böylesi bir işkenceyle kıvranırken Hilal bir tepside iki bardak soğuk meşrubat, bir başka tepside börek ve kurabiyelerle mutfaktan döndü. "Niye zahmet ettin" diyecek oldu, sonra vazgeçti.
Biraz sonra odanın atmosferi daha bir değişmişti. Meşrubat bardakları birbirlerine uzatılıp ikram ediliyor, börek ve kurabiyeler, birbirlerinin dudaklarına uzatılıyor, aynı koltukta iki kişi değil, bir bütün olarak oturan iki beden ve iki gönülde aşkların en güzeli yaşanıyordu. Bu atmosfer dakikalarca mı sürdü yoksa saatlerce mi anlayamadılar. Gönüllerde heyecan en doruk noktaya çıkmışta. Artık iş çığırından çıkmış, ok yaydan boşanmışta. Bunun geri dönüşü olmadığının ikisi de farkındaydı. Gönüller aralıksız "nasıl olsa nikahlıyız" sözünü heceliyordu.
Yiyecek faslından sonra Cihan ellerini yıkamak istedi. La-vabonın olduğu, Hilal'in banyosuna gitmek için Hilal'in yatak odasına girdiğinde, orasının da gönlünün prensini karşılamak için bezenip donatıldığını gördü. Hiîal'in yatağının üzeri, komi-dindeki, sehpalardaki vazolar, heryer çiçeklerle donatılmıştı.
Ellerini yıkayıp, döndüğünde, Hilal elinde beyaz bir havluyla karşıladı onu. İkisinin de gözlerindeki ifade artık iradenin, direnişin, mesafenin herşeyin bittiğini haykırıyordu.
Havluyla ellerini kurularken Hilal'in yanağına bir buse kondurdu. Artık tetik çekilmişti. Hilal havluyu bir yana atıp Ci-
126
han'a sarıldı. O da, güçlü kollarını Hilal'in beline sarıp, sıkısıkı sarıldı. Biraz sonra, Hilal'in bembeyaz örtülerle çiçek gibi bezenmiş yatağındaydılar. Buraya nasıl geldiklerini bile hatırlamıyorlardı. İkisinin de ilk defa yaşadığı heyecan ayaklarını yerden kesmiş, hafızalarını beyinlerinde, bedenlerinde ve gönülle-rindeki tüm hücreleri altüst etmiş, zaman ve mekandan alıp götürmüş, âdeta bulutlara taşımıştı.
Aradan ne kadar uzun zaman geçti, neler yaşadılar, neler hissettiler, farkedemiyecek haldeydiler. Fıtrata direnişleri bitmiş, yaradılışın hakikatine teslim olmuşlardı. Nikahlı oluşları, bu yaşadıklarını bir ateş olmaktan, bir nimet olmaya taşımış, meşrulaştırmıştı. Ama bu, baştan beri planlayarak yaptıkları birşey değildi.
Rüyada mıydılar, hayal mi görüyorlar, netleşmemiş, herşey-leriyle flu bir sis perdesi içindeydiler hâlâ. İkisi de bir tüy kadar hafifti. Yatağa uzanıp, birbirlerine sarılmışlardı. "Bir yıl geciken zifaf diye gülümsedi Hilal.
—"Pişman mısın, acaba yapmasa mıydık?!"
—"Kesinlikle pişman değilim. Şimdilik hiçbirşey sorma. Beni, yarın daha iyi anlayacaksın."
Cihan, küvetine, tüllerine, bornozuna, sabun ve şampuanlarına, herşeyine pembenin hakim olduğu banyodan çıktığında, Hilal, yine elinde beyaz bir bornozla karşıladı onu. Saç kurutma ve fon makinasını prize takıp, elleriyle, saçlarını kuruttu Ci-han'ın.
Cihan giyinirken, yan odadaki piyanonun tuşlarından yükselen en hoş melodiler odayı dolduruyor, evin her yanında yankılanıyordu. Tuşların üzerinde dolaşan zarif parmaklar, piyanoda bir batı klasiğini değil Cihan'ın çok sevdiği bir sanat müziği parçasının notalarını, adeta kelimelere döküyordu.
Cihan, piyanonun bulunduğu odaya geçti. Hilal, pembe bir sabahlık giyip, tabureye oturmuş, bambaşka iklimlere kanat aç-
127
mış bir güvercin gibiydi. Pencereden odaya tüllenen güneş, altın sarısı saçlarında alev alev tutuşuyordu. Yeşil gözlerinde yanan zümrüt pırıltılarda eşsiz bir mutluluk okunuyordu.
Tuşlardan bir sağanak halinde savrulup dağılan, yankılanan melodilere, önce o bestenin sözlerini şiir, peşinden de beste-siyle beraber şarkı olarak, sesinin en tatlı tonuyla söylemeye başladı Cihan. Nakaratları beraber söylüyorlar, yanyana oturdukları taburede, tuşlara beraber basıyorlardı artık.
Mehtap, Kalamış koyuna gümüşten bir hasır serip uzanı-verdiğinde, elele, gözgöze neleri, nice mahrem güzellikleri beraber yaşadılar. Bir kendileri, bir de evin içindeki eşya ve hava bilecek, koca bir ömür, bütün bunlar sır olarak kalacaktı aralarında.
Yüzlerini cama yapıştırıp, mehtabın sularda tutuşmasını beraber seyrettiler. Balkona çıkıp bu seyri sürdürürken, mehtabın gümüşten tüllerine kanşıvermeyi istediler. Duvardaki saat yirmidördü vurduğunda, sarılıp Hilal'in yatağına beraber uzandılar.
Uyku en son düşünecekleri şey, uğrayacakları en son limandı. Sabaha kadar, duygularla, sevgilerle, bedeni ve gönül güzelliklerinde, her dakikayı doyasıya yaşadılar. İkisi de, belki yıllarca, kimbilir bir ömür bir daha bir araya gelemeyeceklerinin farkındaydı adeta. Hilal, bunu zaten biliyordu ama Cihan da hissetmiş gibiydi. Uyku, onları sabaha karşı teslim alabildi ancak.
Cihan, Hilalle vedalaşıp bahçe kapısından çıkarken dönüp baktığında, iki dirseğini pencerenin pervazına koyup ellerini yüzüne kapatmış duran Hilal'in ağladığını, gözlerinden yuvarlanan iri gözyaşlarının yanaklarını ıslattığını gördü. Hiçbir şey diyemeden yürüyüp sokağın başına kadar gitti. Gönlü derinden yaralanmış, vurulmuştu yeniden adeta.
Bu gözyaşlannda pişmanlığı değil, hasreti okumuştu. Zaten bu hal Hilal'in dünden beri her halinde göze çarpıyordu. Bu göz-
128
yaşlan, bir ömür boyu bir daha bir araya gelemeyecekmişcesi-ne, gönül prensini son kez uğurlayışının gözyaşlarıydı. Hasretin, sevginin, ayrılığın gözyaşlarıydı.
Yüreğim yaralayan, canevinden vuran duygulara ancak sokağın başına kadar dayanabildi. Sokağın köşesindeki telefona jetonu atıp, numaralan çevirdi. Telefonu açan Hilal'e:
—"Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. Hilal hâlâ ağlıyordu.
—"Canım, dayanamıyorum, ağlamak zorundayım. Yanlış anlama. Yaşadıklarımızdan pişman değilim. Ama ağlamak zorundayım. Sebebini yarın öğrenirsin."
Cihan bu sözlere bir anlam veremedi. Kafası karmakarışık, beynini zor taşır bir halde eve geldi. Sevgiyle rahat, ama hüzün ağırlığıyla ezilen bir benlikle odasına çıkıp yatağa uzandı. Elbiselerine, bedenine sinen Hilal'in güzel kokusu odayı doldurmuştu. Ellerini ensesinde kenetleyip hayallere, onu bekleyen ayrılıktan habersiz, mutluluk düşlerine dalıp gitti.
*   *   *
129
"Git sevdalım aşkı ben bir elvedaya teslim edemem."
10.
Serin ve kapalı bir Sonbahar havası. Akşamın olmasıyla havaya hakim olan gri atmosferi sünger gibi emip yutan karanlık, zemini tamamen kaplamış. Sokağı sağlı sollu aydınlatmaya çalışan sokak lambalarının loş ışığında titreşen mecalsiz aydınlık, karanlığa direnmeye çalışıyor. Yolun deniz tarafında büyük bir bahçe içindeki dublex villanın tüm ışıklan yanıyor. Bahçe kapısının sağına soluna lüks arabalar parkedilmiş. Bahçeyi aydınlatan lambalar, kırmızılı yeşilli renklerle bahçede tam bir renk cümbüşü oluşturmuş. Giriş kapısının tam karşısındaki havuzun ortasında, sol elini yere payanda şeklinde destek yapmış, bir dizini dikip diğerini öne uzatmış, oturan çıplak bir kadın heykeli dikkat çekiyor. Sağ elini başının üzerine kaldırmış, elindeki kupadan dökülen su bedeninden süzülerek havuza akıyor. Havuzun içine yerleştirilmiş pembe renkli lambalar, suyun ve heykelin rengine değişik bir hava veriyor.
Girişteki geniş salon, daha ilk bakışta olağanüstü bir günün yaşandığını gösteriyor. Evin dekorasyonu için hiçbir fedakarlıktan kaçınılmamış. Harika el dokuması halılar, işlemeli, pahalı koltuk takımları, tavanda kalabalık bir yıldız kümesi gibi sarkan kristal avizeler, ortada asılı duran gitar, masa ve sehpalara serpiştirilmiş Çin vazoları, şamdanlarda yanan renkli mumlar ve şöminede korlanan odunlann loş aydınlığı, ışık, renk ve estetiğin bütünleştiği mükemmel bir kompozisyon oluşturmuş. Bar içki dolu, masalar donatılmış, ama masalara içki konmamış.
Salonda, Hilal, Mete ve kızlı erkekli yirmi kişilik davetli grubu biraz sonra başlayacak ve sevinçle hüznün birarada yaşanacağı partiyi bekliyor. Partide önemli bir karar açıklanacak. Karara sevinecek olan Mete'nin şimdiden ağzı kulaklarına varıyor. Üzülecek olan iki gönülün ise, hüznünü dünyadaki tüm sevinçler biraraya gelse hafifletemez.
Partinin başlaması için beklenen misafir ve onur konuğu Ci-han'dı. Ama bu partinin Cihan için pek de onur verici olacağı söylenemezdi. Hilal ona vereceği haberi bizzat verememiş, böyle bir davette öğrenmesini uygun görmüştü. Olup bitenlerden habersiz olan Cihan da bu davette Hilal'le olan ilişkisini ilan etmeyi planlıyordu kendince.
Salonda Cihan'ı bekleyenlerde sabırsızlık ve merak hakimdi. Onu tanıyanlar ondan övgüyle söz ediyorlardı. Diğerleri ise anlatılanlarla hafızalarında canlandıracakları hoca tipini canlandırarak karşılarına hangisinin çıkacağını merak ediyorlardı.
Hilal'in isteğiyle, Cihan partide olduğu müddetçe içki içilmeyecek, taşkınlık yapılmayacaktı. Hilal'in asıl isteği, hiç içil-memesiydi, ama bu şartının yerine getirilmeyeceğini biliyordu. İstediği en önemli kararım hiçe saymamışlar mıydı?
Zilin çalmasıyla, tüm dikkatler kapıya yöneldi. Cihan, siyah bir deri mont, lacivert bir pantolon, beyaz çizgili mavi bir Lacos-te gömlek giymişti. Kısa kesilmiş saç ve sakalı, uzun boyu, mükemmel fiziği, sportif yapılı vücudu, geniş omuzları, klasik fakat mükemmel giyimiyle sıradan olmadığını partideki herkese göstermişti. Elinde kocaman bir buket gül vardı.
Erkeklerle tek tek tokalaşıp, kızlara "merhaba" diyerek kendisine ayrılan yere oturdu. Göz ucuyla salona hakim olan havayı ve Hilal'i süzdü. Herşeyi anlamış gibiydi. Salonda bulunan herkes oldukça neşeli, Hilal'in ise giyiminde, tavırlarında, yüzündeki ifadede derinlemesine hüzün vardı. "Yarın herşeyi anlayacaksın" sözü zihninde, binlerce defa yankılandı. Herşey açıktı. Hilal'i -elinden alınıyor, avuçlarından uçup gidiyordu.
130
131
Onun, gözyaşlarını gizlemek istercesine, koyu renk gözlük camlarının arkasına gizlediği gözlerine baktı. Bu bakışlar karşısında Hilal, gözlerini mahzun ve mahcup yere indirdi. İki damla iri gözyaşı gözlükleri aşıp yanaklarına yuvarlandı.
Demek, kader aralarına buzdan duvarlarını örmüş, ayırmıştı seven gönüllerini. Hiçbir şeyi belli etmemeye çalıştı. Kalbi paramparça olsa da yüzü gülecek, kimseye, hatta Hilal'e bile belli etmeyecekti duygularını. Hilal'in buna mecbur edildiği apaçıktı. Ona, herşeyi daha da zorlaştırmak istemiyordu.
Salon'da en mutlu gözüken Mete'ydi. Gülüyor, eğleniyor, ağzı kulaklarına varıyordu. Müziği susturup, "Cihan bey de geldiğine göre, parti başlayabilir" diyerek mikrofonu aldı:
—"Sevgili arkadaşlar. Hoşgeldiniz. Geldiğiniz için hepinize çok mersi."
Salondaki davetliler gönüllerince eğleniyor, Mete'yi her sözünde alkışlıyorlardı. Cihan, bu 'mersi' sözüne oldukça bozuldu. Bu, Türkçeyi katleden, seviyesiz bir üsluptu. "Teşekkür ederim" varken "çok mersi..." Bu, "Please dilerim" ya da "Selamün hello" gibi aptalca bir lisan cinayetiydi. Ne diyebilirdi ki... Verilen eğitim, kazandırılan kültür buydu. Bukalemunlaşmak... Ne batılı" olabilmiş, ne Doğulu kalabilmiş, kimliksiz, kişiliksiz, şahsiyetsiz bir tip... Kendi kimliğinden, kendi kültüründen mahrum bir nesil. Yetiştirilen nesli tarif için bu kadarı yeterliydi. Oysa, şahsiyet farklı olmak demekti. Herşey, farklı özellikleriyle tanınır, birbirinden ayırdedilebilirdi. Altın, altına has farklı özellikleriyle altın, bakırsa, bakıra has farklılıklanyla bakırdı.
Şimdi bunları, daha fazla düşünecek durumda değildi. Adeta candamarları koparılıyor, sökülüp alınıyordu. Canevinden vurulur gibiydi.
"Özellikle Cihan beye, teşrifinden dolayı teşekkürü borç bili-
rim.
Mete, adamına göre konuşuyordu. Az evvel mersilerle konu-
132
surken, sıra Cihan'a gelince, teşrif ve teşekkür ifadelerini kullanmıştı. Cihan, hoşgeldinize cevap olarak, başını anlamlı bir ifadeyle öne eğip susmakla yetindi.
—"Bu akşam, bu partimiz, doğuştan sözlüm, yani beşikkert-mem, kuzenim Hilal'le nişanlanmamız şerefinedir."
Son cümle Cihan'in beyninde atom bombası gibi patladı. Bakışlarını yere eğip, duygularını salonda bulunanlardan gizlemeye çalıştı. Mete'nin, bu cümleden sonra konuştuklarını duymadı bile. Ankara'dan İstanbul'a dönüşü, Hilal'i tanıması, iki yıldır yaşadıkları gözlerinin önünde yeniden canlandı. Adeta, bütün şartlar onun ömür boyu işkence çekmesi için oluşuyordu.
Biraz sonra mikrofonu Hilal aldı. Nişanlanmaktan, evlenmekten, bahsetti. Hüzünlü, yıkılmış bir hali vardı. Salonda herkes, onun bu evliliğe severek evet demediğini zaten biliyordu. Bu yüzden onun bu halini kimse yadırgamadı. Kısa süren konuşmasının sonunda:
—"Benim bu özel günümde, benim için çok değerli, hayatımda çok özel bir yeri olan, Cihan bey'den, bir iki kelime konuşmasını, hatta bir şiirini okumasını istirham etsem beni kırmaz umarım." diyerek, mikrofonu Cihan'a uzattı.
Cihan buraya gelirken, davetin mahiyetinden habersiz, artık burada, Hilal'e olan yakınlığını, aralarındaki ilişkiyi ilan etmek düşüncesindeydi. Oysa şu an, aynı mikrofondan, onun başkasına ait oluşunu kabullenmek, mutluluklar dilemek zorunda bırakılıyordu.
Kalkıp, vakur bir tavırla mikrofonu aldı:
—"Her gönülde aşkın yorumu ve aşktan anlaşılan, beklenilen şey farklıdır. Bir sineğin ayaklarını örtmeyecek kadar sığ ve bulanık bir gönlün sahibi olan bir insandan, umman misali sınırsız bir aşk beklemek hayal olur.
"Aşk, ancak İlahi aşk olduğunda sonsuz, hüsransız ve sınırsız olabilir. Allah aşkına götürmeyen, Leyla'dan Mevla'ya visal
133
olmayan aşkların sonu hüsrandır. Allah aşkından başka ti aşkların bir sonu, gönülleri paramparça edip insanın cane^ kül eden bir bitişi vardır. Sonu olana aşık olan, aşkının da nuna hazır olmalıdır. Umarım, Hilal hanımla, Mete bey için du| rum böyle neticelenmez. Temennim mutlu olmalarıdır. Zira lal hanım buna fazlasıyla layık. Bu vesileyle kendilerine saadet ler diliyorum."
Daha fazla tahammül edemeyecekti. İnanan insanın, her j yerde ve şartta söylenecek sözü, verilecek mesajı vardı. Bu konuda da, bu atmosferde fazla sivri olmayacak tarzda birşeyler söyleyip, Hilal'in ısrarı olan konuya geçti. Daha önce yazdığı, mutluluk yüklü şiir yerine, diline geldiği gibi, bir şiiri o anda hafızasında toplayıp okumaya başladı:
Hüzün ey... Sevdanın kor ateşi
İliklere akan kızgın kurşun ey!..
Lalezarı gönlün, gurub alevi.
Aynalara doğan fersiz güneş ey!..
Leylak kokularında buhurlanansın
İmbikten süzülen Itri bestesi
Mor alevlerde akşam, alevlenen ey!..
Bülbül ki; vurulur gül dikenine
İnler, "merhamet ey" der "merhamet ey!.."
Ruhlarda zelzelesi sonsuz yakamozların
Girdabında çırpınan kanadı kırık kuş ey!..
Ürperirken hazzıyla sevda acılarının
Lal olan gözlerime fer uf üren ateş ey!..
Üzülmek ruhunda var sevmenin ne çare ki
Mahzun gözlere doğar her sabahta güneş ey!..
Sevda böyledir, böyle titretir yürekleri
134
Üryan olur çığlıklar, canevinde vurulur Nice ayrılıkların merhabası hüzün ey!..
Hilal, bu son çığlıkta, Cihan'ın son merhabası ve de elveda-sında, kendisine ait olanı aradı ve buldu. Şiirin mısralannın ilk harflerinde Cihan sevdasını son kez haykırıyor, üryan olan çığlığını canevinde gömüyordu. Bu çığlık, hüzün ey diye başlıyor, hüzün ey diye bitiyor, bu sözde sembolle şiyor, canlanıyor, dudaklarında, göz bebeklerinde donup kalıyordu. Belli ki, Cihan bu şiiri oracıkta gönlünde yazıp, aynı anda diliyle ifade ediver-mişti. Oracıkta başlayıp biten, ama iki gönülde hiç bitmeyecek, bir ömür yankılanacak bir çığlıktı bu şiir.
Cihan'ın benliği ile bütünleşen, harika diksiyon ve üslubu, ses tonunda en güzel şekilde ifadesini bulup, gönülleri büyüleyen konuşması, okuduğu, iliklere kadar akıveren şiir salonda coşkuyla karşılandı. Bütün bu atmosferin, Cihan'ın konuşması ve okuduğu şiirin içinde gizlenen ruh ve mesajı, salonda Hi-lal'den başka iki kişi daha anladı. Bunlar, Hilal'in çok yakın arkadaş ve sırdaşları olan Asuman ve Servet'ti. Diğerleri, işin bu yönüyle ilgilenecek durumda değildi zaten. Onlar eğlencelerinin ve beklediklerinden farklı buldukları Cihan'ın şahsının derdin-deydiler. Cihan da, onların bu hallerine yönelik bir mesajla bitirmişti konuşmasını.
—"Bizi değerlendirirken, Türk filmlerindeki, üçüncü sınıf figüranlar tarafından karakterize edilen, paspal, üstü başı perişan, saçı sakalı birbirine karışmış, düzenbaz, dünyadan bihaber, konuşmasından habersiz, özellikle de sinema tarihinde aynı senaryoyu dört kez filme aktararak ilk ve tek örneği oluşturan, tarihi bir vesika gibi, her tarihi özelliği olan günde televizyonda gösterilen, Vurun Kahpeye filminde canlandırılan hoca ve müslüman tiplemesiyle tanımaktan, öyle görmekten vazgeçin.
"Biz, dünyayı ve dünya kültürünü kendi benlik ve şahsiyetimizi kaybetmeden, en iyi şekilde tanıyıp değerlendirebilen in-
135
sanlarız. Biz ne katolik papazı, ne ruhban, ne de üçüncü sınıf figüranız. Biz, işte gördüğünüz gibi -ki ben bunun en basit, belki kötü bir nunıunesiyim-buyuz."
Konuşmasının sonunda gösterilen coşkudan sıkılmıştı. İltifattan sıkılırdı. Alkışa hiç alışık değildi. Böylesi bir atmosferde, bu ruh haliyle daha fazla kalamayıp, müsade isteyerek ayrıldı.
Beyninde amansız fırtınalarla yürüdü. Mücadele onun işiydi. Bugüne dek hiçbir zorluk karşısında yılmamış, hiçbir şeyle mücadeleden çekinmemişti. Ama, gönülle mücadeleye asla giremezdi. Hilal, bu tercihi yapmak zorunda kalmışsa, elbet onu buna zorlayan kendince geçerli sebepleri vardı. Kendisine de boyun eğmek kalıyordu. Ama Hilal'in böylesi emrivaki bir evlilikte kesinlikle mutlu olamayacağını da biliyordu.
Sevdalarının gizliliğinin sona erdiği günün arefesini yaşamak istercesine Bağdat caddesi boyunca yürüyordu. Eve gitmeyi düşünmemişti bile. Hilal'in o gün olduğu gibi, arkasından arabasıyla gelivereceği hissini yüreğinden atamıyor, gayri ihtiyarı dönüp dönüp arkasına bakıyordu. Selamiçeşme'ye geldiğinde biraz durdu. Tekrar yürüyüp bir iki adım attığında, gerçekten de Hilal arabasıyla, el sallayıp hızla yanından geçti. Biraz ileride, duracakmış gibi yavaşladı, bir iki saniye kararsızlıktan sonra, gaz pedaline yüklenip karanlıkta gözden kayboldu.
Hilal'in yaşadığı duygulan, içinde bulunduğu ruh halini bildiği halde, onun bu davranışı Cihan'a ağır geldi. Aralarına buzdan bir kütle gibi giren uçurum, canevini ateş olup dağladı. Daha bir ağır gelip, omuzlarına tonlarca ağırlıktaki bir kaya gibi yüklendi.
Ne yaptığını bilmez bir halde Bostancı'ya kadar yürüdü. Oradan bir dolmuşa binip Kartal'a gitti. Şuursuzca hareket ediyordu. Adeta herşeyden kaçmakta ya da içinde büyüyen fırtınada sürüklenmekteydi. Bu saatte Kartal'da işi neydi bilmiyordu. Sahile indi. Rıhtım, bir iki alkolik, bir kaç başıboş köpek haricinde ıssızdı. Motor iskelesinden vapur iskelesine saatlerce gi-
136
dip geldi. Bacaklarında derman kalmayıp, bedenini taşıyamaz oluncaya kadar buna devam etti.
Hava, kurşuni bir ağırlıkla omuzlarına çöküyor, terli omuzlarında yapışkan bir ürperişle titriyordu. Adaların sezon bitmesiyle azalan ışıkları, hüznüne ortak oluyor, kıpır kıpır fersiz titreyişleri denizde yorgun yakamozlarla alabildiğine derinleşiyor, uzayıp gidiyordu.
Geceyarısına doğru bir taksiye binip eve geldi. Kendini yatağın üzerine öylece bırakıverdi. Yatağa sırtüstü uzanıp ellerini ensesinde kenetleyerek, gözlerini tavana dikti. Hayalleri, hatırlayabildiği ilk kareden itibaren hayatını gözlerinin önüne taşıdı. Oradan geleceğine yelken açtı. Ne yapması gerektiğini, bu yükle hayatı omuzlarında nasıl taşıyabileceğini düşündü. Dalgalı okyanuslarda, sığınacak dalgasız ve rüzgarsız bir körfez aradı.
Bu atmosferi ne kadar yaşadı bilmiyordu. Telefonun sesiyle hayallerinden sıyrıldı. Saatine baktı, dörde geliyordu. Ahizeyi alıp bekledi. Hilal, hıçkırıklara boğulan bir sesle konuşmaya çalışıyordu.
—"Canım!.. Seni çok sevmiştim. Böyle yıkılmanı, bu sevdanın, böyle hüsranla bitmesini istememiştim. Herşeyimle senin olmaktan başka düşünebildiğim hiçbir şey yoktu. İnan, ben de yıkıldım. Bundan sonra bir ceset gibi yaşayacağım.
"Kavuşamadık Cihan!.. Kavuşamadık!..
"Canım, lütfen beni ve sevgimi unut. Beni bir fikri sabit haline getirme. Mutlu olmaya çalış. Sen mutlu olmalısın. Buna en fazla layık olan sensin. Sen çok, hem de çok iyisin.
"Yıllarca, böyle bir ortamda, gül yaprağı kadar saf ve temiz kalması için mücadele ettiğim, iffetimi, Mete gibi bir sefile götüremezdim. Onun sahibi, onu hakedeni sendin. Onu sana vermem gerekti, verdim. Dünün cevabı bu. Şimdi beni anladın umarım.
137
"Cihan!.. Canım... Bana dinimi öğretip sevdirdin. Bundan sonra dinimi yaşayabilmek için herşeyi göze alacağım. Bundan emin ol. Ama lütfen artık görüşmeyelim. Birbirimizi bir daha hiç görmeyelim. Bugün ben, seni yolda arabama almayı istemez miydim, kolay mı geldi sanıyorsun yaptığım hareket? Ama yapamadım. Beni unutman için sana yardımcı olmalıydım. Bunun için yaptım o hareketi. Bensiz bir dünya kur kendine. Senin benliğinde acı bir hatıra olabildim. Beni affet..."
Bir hıçkırık sesiyle telefon kapandı. Cihan, alelacele numaraları çevirdi. Daha ilk sinyalde telefonu açan Hilal'e, deminki konuşmanın devamı niteliğinde, kafasında kurduklarını anlatmaya başladı.
—"Canım, lütfen dinle. Hiçbirşey için seni suçlamıyorum. Suçlayamam da. Buna mecbur edildiysen ve boyun eğdiysen, bana da boyun eğmek düşer. Yalnız şunu unutma, bir başkasını seven gönül diğerine ancak köle olabilir. Mutlu olamazsın. Mutlu olabilmek için, beni aklından, gönlünden çıkar.
"Biliyorsun, seni bir beklentiyle sevmedim. Yüreğimde bu korkuyu, bizi ayıracakları korkusunu hep taşıdım. Kavuşamadım diye unutacak da değilim. Biliyorum «evmemeliydim. Madem sevdim, bunu sana hissettirmemeliydim. Bu sevgiyi gizlice yaşayıp, bir dostun, sana dinini öğretmeye çalışan biri olarak kalmalıydım. Başlangıçta böyle görmüştün beni. Ben gökteki hilale aşık olmuştum Hilal. Kavuşabilmek de hayaldi. Bunu bilmeliydim. Ama sevdim, elimde değildi. Hiçbir zaman da unutmadan seveceğim.
"Yalnız, seni böyle bir ortamda yapayalnız bırakmak beni ürpertiyor. Sana, İslam'ı yaşamanda destek olacak, arkadaşlar, dostlar, sağlamalıyım. Çok yalnız kalacaksın. Yaşatmayacaklar sana inancını."
—"Hayır, hayır!.. İstemiyorum. Ben dinimi senden öğrendim. Bir başkasına tahammül etmeye, senin anlattıklarını bir başkasının ağzından dinlemeye gücüm yok. Biliyorum, yalnız
138
kalacağım. Ama yine de yoluma bu şekilde devam edeceğim." —"Zor olur Hilal. Bunu başaramazsın..." —"Lütfen ısrar etme... Ne olur beni anla... Lütfen!.."
—"Madem öyle istiyorsun, birşey diyemem. Yalnız birşey daha var. Biliyorsun, seninle hâlâ nikahlıyız. Bu da bir başkasıyla nikahlanmana engel. Ben aradan çekilip, bu engeli kaldırmak, mutluluğunu kolaylaştırmak zorundayım. Şu andan itibaren nikahlım değilsin. Mesut olman için sana dua edeceğim. Allah'a emanet ol..."
—"Elveda çılgınım. Sen de Allah'a emanet ol."
*   *   *
Düğün günü kararlaştırıldıktan sonra Hilal, Cihan'dan son bir fedakarlıkla dini nikahını kıymasını, bu iyiliği yapmasını isteyerek, "Biliyorum zor olacak ama, bunu benim için yapıver lütfen" diye davetiye göndermişti.
Düğün günü düğünün yapıldığı lüks otelde, Hilal dini nikah için Cihan'ı beklerken, karşısında elinde bir buket gülle Ci-han'ın arkadaşını görünce şaşırdı. Arkadaşı, Cihan'ın gelemeyeceğini söyleyip nikahı kıydı ve hemen oradan ayrıldı. Hilal, Cihan'ın gönderdiği buketin jelatinini açtığında, bir mektup ve bir çift inci küpenin güllere iliştirildiğini gördü. Mete dansa kalkmıştı zaten. Bunu fırsat bilip mektubu açta ve okudu.
"Canım!...
Biliyorum, sana artık canını demeye de hakkım yok. Bu ifadem için beni bağışla. Ve bu ifadeyi, sevgimizin en güzel mirası olarak gönlünde sakla.
Biz bir rüya görmüştük canım. İki yıl devam eden, upuzun, ama benim için adeta birkaç saniye süren, kısacık bir rüya. Rüyaların en güzeli... Ama şimdi rüya bitti, gerçeğe uyandık. Gerçek hayata gözlerimizi açtık. Bu rüyanın uyanışında ayrılık vardı, hasret vardı. Katlanmaktan başka çaremiz yok.
139
Bu rüyadan bana kalan en güzel hatıra, sevgin ve yaşadıklarımızdan başka, gözyaşı oldu canım. Bana, yıllar önce bir yangında kaybettiğim ağlama melekesini, bu ayrılık yangını yeniden kazandırdı.
Ağladım...Ve sana bir çift gözyaşımı gönderdim. Sana layık bir hediye değil ama benden bir hatıra olarak lütfen kabul et.
Sen bu satırları okurken, ben çok uzaklarda, bu ülke, bu iklim dışında olacağım. Beni daima o kadar uzakta bil. Senin için son fedakarlığı yapamadım, kusuruma bakma. Ayrıca veda da edemiyorum, bu da benim zaafım. Aşkımı bir elvedaya teslim edemem. Allah'a emanet ol.
Gönül sürgünün Cihan"
Hilal, bu satırları, gözyaşları içinde okudu ve ömür boyu saklamak için mektubu katlayıp çantasına koydu.
"Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim
bir bakıma bu sürgünün bir süreği"
11.
140
Sonbaharın fersiz güneşi, son pırıltılarını bakır rengi yapraklardan alıp, batıya doğru çekilirken Yeşilköy'den havalanan çelik kanatlı kuş, İstanbul semalarında geniş bir kavis çizerek, süzülen günün peşine düşüp, batı ufkunda kayboldu. Bu çelik gövdede atan kalplerden biri de Cihan'm kalbiydi. Uçak havalanırken arkasından sallanan iki yorgun ele, pencereden buruk bir gülümseyişle el sallayıp, yeniden iç dünyasına döndü.
Gidiyordu. Amansız bir sürgün hayatıydı artık yaşadığı. Sevdiği kalpten sürgün olmuş, sevdiği vatanından da kendi kendini sürgün ediyordu. Bir kaçıştı belki de bu. Sevgisinden, hatıralarından, bugüne kadar yaşadıklarından, bu akşam yapılacak olan düğünden, herşeyden kaçış...
Bu akşam, Hilal evlenecekti. "Düğünüme bir dost olarak gel ve dini nikahımı kıyıver" demişti. Ama o, bu gücü kendisinde bulamamış, davetiyeyi ve düğün hediyesini bir arkadaşına verip, nikah işini ona emanet etmişti. Sırrı beyle, nikahı kıyacak olan arkadaşı, şimdi onu Amerika'ya uğurluyorlardı.
Hukuk fakültesinin ekstern bölümüne kayıt yaptırmıştı. Amerika'ya ise, iki yıllık bir ihtisas için gidiyordu. Fakültenin imtihan dönemlerinde gelip, hukuk eğitimine de devam etmeye çalışacaktı. Çok ağır, zor bir yükün altına girmişti. "Daha iyi, böylelikle kendi iç dünyama ayıracak zamanım olmaz" diyordu.
141
Fırtınanın önünde savrulan bir yaprak gibi, savrulduğu yeni dünyasına çevirdi düşünce ve hayallerini. Artık İstanbul flu bir slüet halinde gözden kaybolurken, bir derginin sayfalarını karıştırmaya başladı.
İlk defa çıktığı vatan toprakları dışında, tanışacağı yeni dünya, oralarda onu nelerin beklediğini bilmemenin verdiği gariplik heyecanlandırıyor, biraz da ürpertiyordu. Yüzme öğrenmeden, derin bir okyanusa dalmıştı. Bakalım, sağ selamet kıyıya çıkabilecek miydi? Atıldığı yeni dünyasında, kendisini böyle hissediyordu.
*   *   *
"Bedenen Cihan'dan koparıldıktan sonra, ondan bana kalan son emanetten emin olabilmek için bir kliniğe gidip test yaptırdım. Test neticesi müspetti. Cihan'dan bu son emaneti almıştım. Hamileydim. Bu, bir ömür boyu sır olarak kalacaktı yüreğimde. On gün sonra Mete ile evleneceğimiz için kimse bunun farkına varamayacaktı. Ondan, gizlice aldığım emanetini, onun bir parçası, hatta kendisi niyetine saklayacak, gözümden bile esirgeyecektim. Bu benim tek tesellimdi.
Ekim'in ilk haftası Mete ile evlendik. Onun için kendi anladığı tarzda evlilik olan bu başlangıç, benim için köleliğin ilk adımıydı. Yirminci asrın sonunda, İstanbul'un ortasında törelere kurban edilmiştim. v           '                           •
Düğünümüz, ihtişamın en doruk noktaya ulaştığı bir şa'şaa ile yapıldı. Nefret ettiğim mekanlarda, nefret dolu bir atmosferde... Helikopterle otelin terasına inmeler... lüzumsuz gösteriler. .. budalaca hareketler...
Mete, olup biten herşeyden memnundu. Bu onun dünyasıy-dı. Mutluydu. İstediğini elde etmiş, uydurma bir beşikkertmesi, saçma bir töre hikayesiyle benimle evlenmeyi başarmıştı. Eğlence ve mutluluk anlayışı da şu anki atmosfere tıpatıp uyuyordu. Sanki benimle değil davetlilerle evleniyormuşcasına her saniyesini onlara ayırıyor, bütün davetli genç kız ve kadınlarla sı-
142
rayla dans ediyor, davetlilerin lüzumsuz laubaliliklerine ortak oluyor, içiyor, eğleniyordu.
Böylesi bir bakıma daha iyiydi. Ondan uzak kalmak, onunla evleniyor olsam da işime geliyordu. Cihan'in böylesi bir atmosfere gelmediği için sevindim de bir bakıma. Beni en çok etkileyip yaralayan, Cihan'ın gönderdiği hediye ve güllere iliştirdiği mektup oldu.
Geceyarısına kadar devam eden düğünün ertesi gün akşam üzeri, güneş suda çözülen kızıl saçlarını toplayıp guruba çekilirken, Sarayburnu'ndan demir alan feribotla, halayına çıkmak üzere Venedik yoluna düştük.
Bunalıyordum. Dalından koparılan bir çiçek ne kadar solmadan kalabilirdi? Çiçeğin ömrünü, bir vazoda seyirlik olmak, birilerinin göz zevkini tatmin etmek ne kadar uzatabilirdi ki? Bir çiçek bitip yeşerdiği, büyüdüğü topraktan başka iklim ve topraklarda, havadan, sudan, sevgiden mahrum, beton kalıplara sıkıştırılmış bir atmosferde varolabilir miydi? İşte, kendimi tıpkı bu çiçek gibi hissediyordum.
Yapayalnızdım. Buralardan çok uzaklara gittiğini yazmıştı o. Bense, daha ilk günden bir ihanetin içinde bulmuştum kendimi. Mete benimle evlenmişti, henüz bir günlük evliydik, ama o beni kendine eş olarak değil, kolunda aksesuar olarak taşıyıp, "işte karım" diye güzelliğimle gururlanmak, etrafına hava atmak için evlenmişti adeta. Beni etrafına "karım" diye tanıtmaktan, gülücükler dağıtmaktan başka yaptığı birşey yoktu. Benimle alakadar olmak, yakınlık ve sevgi göstermek gibi bir anlayışa sahip değildi. Feribottaki İtalyan ve Yunan kızlarıyla, benden daha fazla ilgileniyordu. "O nasıl olsa elimde, bunları kaçırmamalıyım" diye düşünüyordu herhalde.
Marmara'daki sükunetin aksine, ertesi gün Ege sularında, yükselen dalgalar ve lodos karşıladı bizi. Marmara sularında, vaktimin çoğunu güvertede geçirmiştim. Şimdi bu havada aynı v şey imkansızdı. Geçip kafeteryaya oturdum. Bir meşrubat söy-
143
leyip, elimdeki kitabın sayfalarını karıştırmaya başladım. Lodos korkunç başağnsı yapıyordu. Bu havada kitap okumakta mümkün olmuyordu. Kitabı masanın üzerine bırakıp, bir süre magazin mecmualanndaki resimlere baktım.
Biraz sonra, bana ilk aşık olan, piyano hocam Nail'le karşılaştım. Benim feribotta olduğumu biliyormuş. O da İtalya'ya gidiyormuş. İtalya'da bir iki günlük bir işi varmış. Onu halledip, oradan Londra'ya uçacakmış.
Bana aşık olduğunda, henüz onaltı yaşındaydım. Ve o zaman onu kovmuştum. Sevmemiştim onu. Şimdi ben yirmibirin-deyim ve beş yıldır görmüyordum onu. O zaman yirmibeş yaşındaydı o. Şimdi epeyce değişmiş, zengin de olmuştu. Bir tekstil fabrikasının sahibi olduğunu, ihracat yaptığını, işlerinin oldukça iyi olduğunu öğrendim.
Beni görüp masama gelerek oturduğunda: "Seni sevenler hep böyle mutsuz mu olur" diye takıldı. Beni hep takip etmiş. Cihanla olan beraberliğimizi ve yakınlığımızı farketmişti. Mete'yi de hiç sevmezdi. "Beni sevmedin bari o sakallıyla evlen-seydin. Bu salak seni mutlu edemez. Sapığın biri o. Baksana gününü gün ediyor, sana aldırdığı bile yok" diye sitem etti. Sakallı dediği Cihan'dı. "Eğer seni mutlu edemez de ayrılırsamz vururum onu. Hem de dizkapağından. Sakat bırakırım o sapığı" diyordu.
O da hâlâ evlenmemiş. "Hâlâ seni seviyorum" diyor. Ama etrafında sürüyle kadın var. Sevme tarzı Cihan'dan oldukça farklı onun. Hayatındaki kadınlar içjn "Onlardan bedeni ihtiyaçlarımı karşılıyorum. Ama seni seviyorum" diyor. "Sapık" diye geçirdim içimden. "Ha Mete, ha sen." Gerçi o, Mete kadar aşağılık değil, biraz daha kaliteli bir sapık.
Bu arada, gemide yolculuk eden bir başka eski arkadaş, Rahim yanımıza geldi. Mete'nin baş düşmanlanndan biri de oydu. İki yıldır Fransa'daydı. Bu sebepten, bendeki manevi değişiklikten haberi yoktu. O gelince Nail kalktı.
144
Rahim, masanın üzerinde duran, okumak için aldığım kitabı görünce, alıp ismini dikkatlice okudu, sayfalarını karıştırdı. Şaşırmıştı.
—"Hilal, sen bu tür kitaplan da okuyor musun?" —"İki yıla yakın bir zamandır." —"Çok güzel...Buna çok sevindim."
Bu sefer ben şaşırdım. Rahim, Fransa'ya gitmeden evvel ateist biriydi.
—"Sen mi sevindin? Hayret doğrusu."
—"Elbette sevindim. Avrupa'da Allah'ımı buldum, Hakkı buldum Hilal. Artık inanıyorum. Hem de çok iyi bir inanca sahibim artık. İnandığımızı yaşayabilmemiz için de, bol bol okuyup öğrenmeliyiz dinimizi."
Sevinme sırası bana gelmişti. Ondaki bu değişikliği tebrik ettim. Şimdi aynı inancı ve davayı paylaşıyorduk. Mete ile nasıl olup da evlendiğimizi sordu. "Uzun hikaye, boşver" diye geçiştirdim. Beşikkertmesi hikayesi aile içinde kalmıştı.
Dalgalar gemiyi sallayıp, yalpa vurdukça, gemidekilerde garip bir panik ve böyle durumlarda ilk akla gelen Allah'a .sığınma ihtiyacı, her kılık ve inançtaki insanlann el açıp dua edişleri dikkat çekiyordu. Biz de endişeliydik ama onlann haline gülüyorduk. Rahim'in anne tarafı Rum olduğu için, gemideki Yunanlıların lisanını anlıyordu. En çok onlann dua ettiğini söyledi. Hâlâ elinde tuttuğu kitabın ilk sayfalarındaki, İsra suresinin bir ayetinin mealini gösterdi:
—"Bak, bu ayet, bugün, şu gemidekilerin haline indirilmiş sanki. "Denizde boğulma korkusunun şiddeti size geldiği zaman Allah'tan başka taptığınız bütün putlar hatırınızdan kaybolur, yalnız ona dua edersiniz. Fakat Allah, sizi kurtarıp karaya çıkarınca da (Tevhid dininden) yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür. Acaba denizden karaya çıkmanızla, kara tarafından sizi yere geçirivermesinden, yahut üzerinize çakılı bir rüzgar salı-
145
vermesinden emin mi oldunuz? (Allah bunu da yapar..) Sonra (Kendinizi koruyucu) hiçbir vekil bulamazsınız."
Gemimiz, Yunanistan'da birkaç limana uğradı. Akdeniz'in sakin ve dalgasız sularında devam eden mavi yolculuğumuz, İalya'da uğradığımız bir iki limandan sonra Venedik'te sona erdi.
Önceden rezervasyon yaptırdığımız otele yerleştik. O günü dinlenerek geçirdik. Ama, günün hiçbir saniyesi benim için, Ci-han'da bulduğum sıcak, sevgi dolu heyecan ve mutluluğu ifade etmiyordu. Mete, bütün bunları bana verebilmekten çok uzaktı.
O akşam, kulüp, balo, dans, ertesi gün yine aynı şeyler. Kısaca İstanbul'da bıktığım, tiksindiğim şeyleri yaşıyorduk. Yalnız Venedik oldukça farklı gelmişti bana. Buraya ilk gelişim de değildi ama yine de ilginç bulmuştum.
Otelimiz, Zam Marko-La Plaza meydanındaydı. Buradan Venedik'in meşhur kanalları ve kanallarda bir kuğu gibi süzülen gondollar çok harika görünüyordu. Üçüncü gün, bir gondol kiralayıp, Venedik'i yüzlerce küçük adacığa ayıran kanallarda gondol gezisi yaptık. Yüzlerce kanalla birbirinden ayrılan adaları, yine yüzlerce köprü birbirine bağlıyordu. Bu ilginç mekanlardaki ilginç gezimizde biraz eğlendik. Ama, biz bir balayı değil, sıradan bir seyahat yaşıyorduk. Farklı hiçbir şey ve heyecan yoktu.
Üçüncü günün akşamı Mete eğlence için, benim yeni kişiliğimle asla gitmeyeceğim bir gece kulübüne davetli olduğumuzu söyledi. Benim oraya gitmeyeceğimi, o rezaletlere asla ortak olmayacağımı pekala biliyordu. Anlaşılan, niyeti benden kaçmaktı. Kaçanın yolu açık olsundu.
—"Ben gitmiyorum, istiyorsan sen git" dedim. Anlaşılan istediği cevap buydu. Beraber gitmemiz için hiç ısrar etmeden çıkıp gitti. O akşam ve daha sonraki akşamlar bir daha da dönmedi. Bu durum bana çok dokunmuştu. Bir ara İstanbul'u, Sim bey'i arayıp Cihan'ın adresini alarak,. Amerika'ya onun yanma
146
uçmayı bile düşündüm. Zor da olsa bu fikrimden vazgeçtim.
Onbeş gün Avrupa'da tek başıma seyahat edip, İstanbul'a döndüm. Balayımız, böylece fiyaskoyla sona ermiş oldu. Babamın aklı başına gelmiş, yaptığı hatayı farketmişti ama, artık çok geçti. Artık bu evliliği korumak, Mete'yi adam edip, düzenimi kurmak için çırpınmaktan başka çaremin olmadığını düşünüyordum.
Aradan geçen zamanda mücadelemde hiç de ilerleme kaydedemedim. Mete, hep aynı Mete'ydi. Gönlünce geziyor, eğleniyor, aklı estiğinde, yüzsüz bir şekilde, işti, iş seyahatiydi mazeretiyle arada bir eve uğruyordu. Bu adam beni aptal yerine koyuyordu. Bunalıyordum. Hayatım, herşeyim altüst olmuştu.
Aylar böyle geçip gitti. Yılbaşı geldiğinde üçbuçuk aylık hamileydim. Yılbaşı beni hiç ilgilendirmiyordu. Ama bu bahaneyle biraz değişiklik yapmak, Uludağ'a doğru seyahata çıkmak istiyordum. Babam hamile olduğum için, seyahat fikrime karşı çıktı. Ama onu dinlemedim. Rezervasyon yaptırıp, Uludağ'a gittim. Ama aksilikleri de beraberimde götürdüm.
Otele yerleştiğimin ertesi günü, şiddetli bir kar ve tipi ile kış bastırıp Uludağ'da hayatı felç etti. Yollar kapanmış, otelde mahsur kalmıştık. Bunun zevkli yanlan da vardı. Otel sıcacıktı. Her türlü ihtiyacımız da helikopterle karşılanıyordu. Pek dışarı çıkamasak da otel de pekala eğleniyorduk.
Bir kaç gün sonra, Mete fedakar ve bonkör koca rolleriyle bir helikopter kiralamış, çıkıp geldi. Bu davranışıyla otelde büyük sükse yapmıştı. Gayesi de buydu zaten. Tabi burada kimse onun kadın malıyla bu havayı attığını bilmiyordu. Onun buraya geliş gayesi açıktı. Ben yine kolunda güzel hanım figüranlığıyla, aksesuar olacağım. O, benim paramla burada da zamparalık yapacaktı. Kendince bir kere aptal bilmişti beni. Ben onu sevmediğim için, fazla aldırmıyordum ya. O da bu halimi, anlamadığıma yoruyordu. Cehenneme gitsindi, ama ağırıma gidiyordu tabi.
147
Helikopterle gelerek, sınırsız servet sahibi havasıyla, otelde tatil yapan, burada oluşunun gayesi, açıkça servet avcılığı olan, bu yönüyle bilinen, şarkıcı Sema Sevin Gül'ü kendine çekmeyi, tabiri caizse ayarlamayı başarmıştı. Onunla gün boyu kayak yapıyor, eğleniyorlardı.
Ama bu terbiyesizliği cezasız kalmadı. Daha ikinci günü kayak yaparken düşüp bacağını kırdı. Bu durumda da tekrar helikopterle İstanbul'a döndü. Sema Sevin de onunla İstanbul'a gitti. İstanbul'a gidince Mete'nin gerçek kimliği, daha doğrusu cebinin ebatı ortaya çıkmış, Sema Sevin birkaç gün sonra, yeni avlar için geri döndü.
* * *
Aradan tam iki yıl geçti. Ne garip ki hâlâ Mete'yle evliyim. Onun tüm ihanetlerine, ahlaksızlıklarına, laubaliliklerine rağmen, hâlâ ona katlanıyorum. Bu evliliği niçin devam ettirdiğimi ben de bilmiyorum. Bu iki yıl içinde çok şeyler değişti. Geçen günler çok şeyi alıp götürdü. Ayrıldığımız gün Cihan "Sana inancını yaşatmazlar" demişti. Dediği gibi, yaşatmadılar. Ondan ayrıldığımda yeni yeni alışıp taşımaya başladığım tesettürümden de oldum. Hergün, bugün artık örtüneceğim diyorum, örtünmüyorum. Vakit geçsin diye kumara da devam ediyorum. Hiç sevmediğim, Cihan'la tanışmadan önce de pek içmediğim halde, biraz kendimi unutmak, eş dost, arkadaş bahaneleriyle içki de içiyorum. Sadece namazımı, bir de Kur'an okumayı bırakmadım. Korkuyorum, birgün onlar da elimden gidecek.
Bazen kendi kendime lanetler yağdırıyorum. Ben Mete'nin bu tavırlarına müstehakım diyorum. Bana Allah hidayet nasip etti, ben onu teptim, diyorum. Cihan'ın benliğini altüst ettim, onu da yaktım, diyorum. Onun bir sözü kulaklarımda yankılanıyor sürekli. "Kişi, uzun süre kendisiyle tezat halinde yaşayamaz. Ya yaşadığı gibi inanmaya ya da inandığı gibi yaşamaya, ikisinden birine meyleder. Bu , fıtratın gereğidir" derdi. Ne kadar doğru.
148
Günün birinde, yaşadığım hayata inancım da meyledecek diye ödüm kopuyor. Allah'ın verdiği hidayetin kadrini bilmez-sek, elbet Allah onu geri alır. "İmandan sonra küfrün bedeli, çok daha ağırdır. Allah'ın, meleklerinin ve tüm insanların laneti onlaradır, buyuruyor Kur'an'da Allah" derdi yine Cihan. Ne korkunç. Allahım, bana yardım et. Hidayetini alma benden.
Çevremde alay konusu oluyorum. Bir hevesti geçti, diyorlar. Kolayına geleni yapıyor, namazını kılıyor, ama zor olanı yapmıyor. Örtüyü de attı. İşine geldiği gibi müslüman, diyorlar. Haklılar da hani...
Bütün bunlar ne zamana kadar devam edecek bilmiyorum. Her şeye boş vermiş bir halim var. Bu halimin de sebebi yine benim galiba. Hatırlıyorum da, Cihan'la beraberken de bazı sebeplerle kendime bela okur, lanet ederdim. "Öyle söyleme. Allah insanın belasını değişik şekillerde verir. İlle de kafasını kopararak vermez. Daha da kötüsü, imanını, verdiği hidayeti geri alarak da kahreder. Bu yaptığın çok tehlikeli. Sen kendi belanı, kahrını istersen, Allah onu da verir. Ne olursa olsun, Allah'tan hayrını, iyiliğini iste" derdi. Dediği gibi, herhalde kendime bedduam tuttu.
Yine de bu gidişe bir son vermeliyim. Ama ne zaman? Hep onun sözlerini hatırlıyorum her konuda. "Allah'ın cenneti, nuru hak olduğu gibi, cehennemi, nan da haktır. Başka gidecek kapımız mı var? Cehennemine de atsa, O'nun kapısını yine terkede-meyiz, O'na kulluktan yine vazgeçemeyiz" derdi. Ne güzel bir iman, ne güzel bir teslimiyet değil mi.
Evlendikten sonra Kalamış'a yerleştik. Dublex, üçyüzmetre kare bir dairede oturuyoruz. Buralarını Cihan da çok severdi. "Kalamış'ta mehtabı seyretmek başkadır" derdi. "Kalamış'ta mehtap uykuya dalar. Marmara'nın bu en mutena koyunun sulan yatak olur ona" derdi. Kalamış koyu, onun o zamanlar kaldığı Sırrı beyin evinden de çok güzel görünürdü. Şimdi o kimbi-lir nerelerde. Amerika'dan dönmüş olmalı. İki yıllığına gittiğini
149
öğrenmiştim, Amerika'ya.
Bir kaç defa Sırrı beye gidip, nerelerde olduğunu, ne yaptığını sordum. Onlara tembih etmiş, adresimi vermeyin diye. Yuvasını yıkamam, demiş. Aman ne yuva. Hakkında birşeyler öğrendim... Hukuka devam ediyormuş. İhtisas eğitimini de tamamlamak üzere olduğunu söylemişlerdi o zamanlar.
Aradan bir kaç ay geçti. Şimdiye kadar tamamlamıştır. Adresini, kesin ne zaman döneceğini, dönünce ne iş yapacağını öğrenemedim. Ne yaparsa yapsın avunamadığını, mutlu olmadığını biliyorum. Ben de bir emaneti olduğunun farkında değil. Bir oğlu olduğunu, şimdi bir yaşını geçen oğlum Cihat'ın onun da oğlu olduğunu bilmiyor. Tabii bunu ben ve Allah!tan başka kimse bilmiyor. Adını Cihan koymak istedim oğlumun. Ama olmadı. Ben de tek harf değişiği ile Cihat koydum.
Geçtiğimiz yıl Haziran ayında doğdu. Cihan'ın tabiriyle, o da baharı yaşamadı. Ama gerçek manada onun baharı yaza hiç dönmeyecek. Cihan'ın yaşadıklarını onun yaşamasına müsade etmeyeceğim. O da ikizler burcu. Burcunun tüm özelliklerini taşıyor. Cihan da ikizler burcundandı. Ama o burçlara inanmazdı. Ona: "Sen ikizlerin en bariz örneğisin. Sevme tarzın, karakterin, herşeyin tam bir ikizler" derdim. Sadece gülerdi.
Cihat herşeyiyle okadar benziyor ki Cihan'a, korkuyorum bu benzerlik gerçeği açığa çıkaracak. Neyse ki, yakın çevrem bu berzerliği farkedecek kadar Cihan'ı yakından tanımıyor. Eğer Sırrı bey Cihat'ı görsen, meseleyi hemen farkeder.
Cihat bir yaşını geçti. Yürüyor, bazı kelimeleri telaffuz ediyor, herşeyiyle ve her hareketiyle, herkesi kendisine hayran bırakıyor.
Mete, adeta babası olmadığının farkındaymışcasına, onu pek sevmiyor. İsmine de karşı çıktı. Cenk diye çağırıyor çocuğu. Çoğu da bu ismi benimsiyor. Şükür ki, Cihat'ım bu isimle çağırıldığında dönüp bakmıyor bile.
150
Cihan'dan ayrıldıktan sonra, yazı yazabileceği dergi ve gazeteleri düzenli takip ediyorum. Bir tek satır yazısına rastlayabilmek için. Eskiden yazdığı dergide şiirleri hâlâ yayımlanıyor. Şiirleri, daha bir hüzün, daha bir sevda tütüyor. Arasıra ise Amerika izlenimlerini yazıyor. Daha çok New York'u anlatıyor. Anlaşılan, ihtisasım orada yapıyor. İki aydır, günlük bir gazetede haftalık yazılar yazmaya başladı. Bazan ekonomi sayfasında yazıyor.
Sevmek, sevdiğine kavuşmak konusu haricinde çok başarılı oldu. Daha bu yaşta geldiği yerlere, katettiği mesafelere, başkaları kırk yaşında gelemez eminim. Bu düşüncelerimi birine söylesem, ona aşık olduğun için öyle görüyorsun, der biliyorum. Yaşıtları hâlâ sokaklarda dolaşıyor. Çeliği çelik yapan onun yanmasında, çektiğinde gizlidir. Bu çok doğru. O da sıkıntı çektikçe bilendi, pişti, tıpkı bir çelik gibi oldu. Bir de kavuşabilseydik... Sevmekte, sevdiğine kavuşmakta da muvaffak olabilseydik..."
*   *   *
151
"Bilir misiniz... İnsanı yaşamak değil, yaşamamak yorar."
12.
Takvimden 19 Eylül 1981 tarihli yaprağı kopardım. Ci-han'la son defa ve en yakın beraberliğimizin, aynı zamanda ayrılışımızın üçüncü yılı da bugün sona erdi. Dile kolay, tam üç yıl... İnsan, yaşayarak geçirdiği üç ya da onüç yılına gam yemez bence. Ama, yaşamak değil, yaşamamak yoruyor insanı.
Elimde Cihan'm yayımlanan ikinci romanı var. Arka kapakta kısaca kendinden bahsetmiş. Hakkında yeni bir şeyler öğrenmiş oldum. Öncesi, bildiğim şeyler. Son bölümünde, "İki yıl Amerika'da ihtisas yaptı. Halen, belli bir hissesine de sahip olduğu bir şirketin genel müdürlüğünü yapıyor" diye yazıyor. O çok daha iyilerine layık. Daha da iyi olacak, inanıyorum. Onunla gurur duyuyorum. Benimle gurur duyacaksın demişti zaten.
Kitabın şu ana kadar okuduğum bölümünde, olduğu gibi, yaşadıklarımızı anlatmış. Ama ne anlatmış... Bu kadar karizması zengin, bu kadar çok yönlü birini daha tanımadım. İnsan sevdiğinin kusurunu göremezmiş. Ama insan sevdiğini de iyi tanır. Onun gerçek yönleriyle tanınmadığı kanaatindeyim. "Ben ömrümce anlaşılamamanm sıkıntısını çektim" derdi. Tabi bundan kastı, marifetleri filan değildi onun. O, gönül ve sevgi yönüyle tanınmak, anlaşılmak isterdi.
Cihan'm tasvirlerini, hele de ilginç tesbitlerini çok sevmişimdir. Konuşmasındaki o esprili üslup, yazılarına da hakim. İnsan şu romanı defalarca okusa bıkmaz. Bilmiyorum, benden
152
"Teselli... Ne büyük kelime..." diye başlıyor roman. Siz hiç aşık oldunuz mu? diye soruyor. "Ömrümde iki yıl var ki...İki asır onunla müteselli olabilir, dinlenebilirim " diyor. O iki yıl bana da bir ömür yeter. Acı çekmeyi seviyorsun, demiştim ona. Romanın daha ilk sayfasındaki tesbiti bunu doğruluyor. "Bir insanın ayağına diken batar, bir saat, belki birgürf acı çeker. Kalbine bıçak saplanır, kurşun yer, belki acı bile duymaya fırsat bulamadan ölür. Ama gönlüne sevda acısı saplanmaya görsün, o acıyla her saniye ölümü yaşar, bir ömür acı duymayı sever, o acıyla mutlu olur" diyor.
Cihat'ın ağlamasıyla romanı bıraktım. Dadısı yeterince ilgileniyor onunla ama dadısına bırakmıyorum ki. "Bu kadarı biraz fazla ama" diyorlar. Bence az bile. Dünyalara değer o. Dünyalar?!.
Mete yine aynı. Sefih, hatta sefil hayatına, daha da batarak devam ediyor. Aklı estikçe eve uğruyor. Çoğunlukla da evden uzak duruyor. Canı cehenneme. Erkeğin fahişesi olur mu? Oluyor işte. Tipik bir örneği Mete. Grözümde, genelevden çıkmış bir fahişeden hiç farkı yok.
Aklına esip de eve uğradığında, problemsiz eve alınabilmek için yanında mutlaka iki üç arkadaşını getirir. Eve getirdiği misafirleriyle ilgilenmek yerine, aldığı alkolün de tesiriyle sızıp, horlayarak uyumaya başlıyor. Arkadaşları bu duruma bakıp sıkılıyor, kalkmak istediklerinde de hemen uyanıp: "Kalkıyorum, ) gitmeyin" diye onlara mani oluyor.
Geçenlerde geceyarısı eve geldi. Yine beraberinde üç arkadaşı vardı. Kendisi gibi üç alkolik. O saatte, git bize pasta al, diye tutturdu. Evde yapayım dedim, ille de dışarıdan alacaksın, diye ısrar etti. Gecenin yarısı. Açık pastaneyi nerede bulabileceğimi düşünmüyordu bile. Böyle zamanlarda aşkı, sevgisi aklına gelir. Canımlar, cicimler, aşkımlar, bir tanemler... Kısaca tam bir riyakar, sapık.
Cihan'ı düşündüm o an. Onun insan gönlüne verdiği değer,
153
sevgi anlayışı bambaşkaydı. Değil gecenin bu saatinde, gündüz bile benden böyle bir istekte bulunmazdı.
Dırdınndan, lüzumsuz laubali sevgi rollerinden kurtulmak için, o saatte arabayı alıp, açık bir pastane bulabilmek için sokağa çıktım. Neyse ki, fazla aramadım. Kulübün oradaki pastane açıktı. İstediklerini oradan alıp döndüm.
Cihat'ı kendi oğlu biliyor. Ama, buna rağmen ilgilendiği, sevgi ve yakınlık gösterdiği yok. Doğduğu zaman tam bir gösteri yapıp, hastaneyi çiçeğe boğdu, ama hepsi o kadar. Zaten, doğum için hastaneye yattığımda, yine hangi cehennemde olduğu meçhuldü.
Hamileliğimin son ayına girdiğimde babamlara taşınmıştım. Babama, "Beni hastaneye götür" demeye utanıyordum. Doğuma iki gün kala hastaneye gitmek için evden çıktım. Babam arabasını benim arabamın çıkış yoluna parketmiş. Ben de, anahtarı cebinden gizlice alarak, onun arabasını alıp, geceyarısı gidip hastaneye yattım. Durumu farkedince, o da benim arabamla hastaneye geldi. "Bana neden haber vermedin" diye kızdı. Mete de doğumun ertesi günü, biryerlerden durumu öğrenmiş, ortaya çıktı. Hastaneye koşup, o meşhur gösterisini gerçekleştirdi. Yaptığı babalık işte sadece bu.
Zihnim dönüp dolaşıp Cihan'a takılıyor. Unutamıyorum onu. Gün geçtikçe özlüyorum. Özledikçe yüreğimdeki ateş daha bir alevleniyor. Bu sene hukukta son sınıfa devam ediyor olmalı. Bugünlerde okulları açılıyor. Ama o extern okuyor. Tam bir okuma müptelası. Kimileri derdinden kendini alkole vererek teselli arar. O da çılgın gibi okuyarak teselli peşinde koşuyor.
İşlerinin ne kadar yoğun olduğunu biliyorum. Bu işlerine ilave olarak, o çok ağır hukuk dersleri... Buna rağmen Amerika'da ihtisasını tamamlamayı başardı. Bütün bu meşgalelerine rağmen, kitap okumaya, yazmaya zaman ayırabiliyor, vakit bulabiliyor. Günümüz insanının çoğunun kulüpte, diskoda, barda, restoranda ve böyle yerlerde içkiye, eğlenceye, baloya, vesaireye
154
ayırdığı zamanı o okumaya, yazmaya ayırıyor.
Eylül'ün yirmisi olmasına rağmen havalar hâlâ Ağustos sıcağı. Beş yazdır yazlığa gitmiyorum diyebilirim. Babam, Kadı-yoran'daki yazlığa gidiyor, bende yazlan sık sık Burgazada da Hülyaların yazlığına gidiyor, orada kalıyorum. Turgut Reis'te Hülyaların yazlığı. Cihan Burgazada'yı da çok severdi. Kaç defa mezarlığın ilerisinde, Turgut Reis burnunun yanındaki küçük koy da yalnızlığıyla başbaşa kaldığını, canı sıkıldığında martıları taşa tuttuğunu anlatmıştı. Turgut Reis'te her kaldığımda, onun bu sözleri aklıma geliyor, ağlıyorum.
Mete, dün Bodrum'dan telefon etti. Tam bir manyak. Kod-rayla Bodruma gitmiş, Cenk'i de al gel, diye telefon etti. Cenk diye Cihat'a diyor. İki yaşındaki çocukla, tek başıma İstanbul'dan kalkıp Bodrum'a gideceğim... Benden bunu istiyor. Tabi kabul etmedim.
Hiçbir işte dikiş tutturduğu yok. Kendi ailesinin mal varlığı gayrimenkule dayalı. Babamın şirketlerinde çalışıyor. Ama aldığı her işi yüzüne gözüne bulaştırıyor. Babam bu duruma çıldırıyor tabi. Ama bu belayı başına kendisi açtığı için katlanıyor. Benzin istasyonuna bakarken, zarar gösterip, kendine kodra aldı. Bir müddet muhasebeye baktı, tam bir fiyasko. Otuz yaşında adam. Aklı fikri içkide, zamparalıkta. Ve ben hâlâ bu adama katlanıyorum. Bardağı taşıracak bir damla bekliyorum herhalde. Bu damla ne olur, nereye kadar katlanabilirim bilmiyorum. Bu böyle devam etmez. Bir gün bir yerinden kopar ama ne zaman, neresinden, işte bunu bilmiyorum.
*   *
İkindi gölgesi upuzun yere serilirken, sıkıntılı bir halde bilgisayarın başından kalktı. Vestiyerde asılı duran ceketinin cebinden birşeyler aradı. Ne aradığını da bilmiyordu. Can sıkıntı-sıydı işte. Elleri cebinde, bir süre odanın ortasında gezindi. Pencerenin önünde, ellerini göğsünde kavuşturup bekledi. Taksim meydanı yine her zamanki gibi hareketliydi. Gidip gelen, koşuş-
155
turan insanlara, sel gibi akan araç trafiğine bir süre boş gözlerle baktı.
Amerika'dan bir kaç ay evvel dönmüştü, ihtisasını tamamlamış, hukukta ise son sınıftaydı. Zor olmuştu hepsini bir arada devam ettirmek. Ama asıl zor olan, onu Amerika'lara süren, gönül sürgünlüğüydü. Şimdi, belki ticari hayattaki en genç yöneticiydi. Normal prosedürde ticari hayata direkt olarak yöneticilikle başlaması söz konusu olamazdı. Ama bu, Sırrı beyin isteği ve fedakarlığıydı. O da Cihan gibi, bir insanın bir sahada en iyi, sorumluluk alarak bizzat işin içinde yetişeceği fikrindeydi.
Cihan bu konuda zorlanmıyordu. Hem kabiliyetli ve yeterince eğitimli, hem de iyi bir ekibe sahipti. Besim bey gibi, yapısı birinci adamlığa pek yatkın olmayan ama iyi bir ikinci adam, itici güç olan bir yardımcısı vardı. Zaten kendisi de çabuk karar verebilen, dirayetli ve basiretli bir yapıya sahipti.
Bilgisayar kullanımı henüz yaygınlaşmamıştı. Ama o işe, şirketin tüm birimlerini bilgisayar sistemiyle donatıp, bütün bilgi ve analizlerin ise tek merkeze akımını, oradan yönetilmesini sağlayarak bağladı.                                                             i
Amerika'dan dönüşü, 12 Eylül ihtilalinin hızının kesildiği, rüzgarının hafiflediği bir döneme rastlamıştı. Bu sayede, ihtilal öncesi göze batacak yönleri olduğu halde, ihtilali soruşturma bile geçirmeden atlattı.
Moda'daki eve değil, Adaya yerleşmeyi tercih etmişti. Sezon zaten sona ermişti adaya geldiğinde. Buna rağmen, uzaklık ve tüm dezavantajlarına aldırmadan işine yaz kış adadan devam etmeyi planlıyordu. Adada, aradığı atmosferi, kaçamadığı iç alemiyle başbaşa yaşaması için ideal zemini bulmuştu. Sezon sonu , olduğu için Ada tenha, ıssız denebilecek bir yalnızlığa bürünmüştü.
Büyükada'da Sırrı beyin kaç sezondur gitmediği, boş duran yazlığına yerleşti. Burası, bahçesi oldukça geniş, zemin kata
156
müştemilat, üstü ise geniş bir dublex daireden oluşan, yarı ahşap, biraz bakımsız kalmış, eski bir yalıydı.
Kalamış'ta görmeye alıştığı gurubu ve mehtabı, burada daha kuşatıcı ve büyülü atmosferinde yaşıyor, seyrediyordu. Bunu da yalnızlığının en iyi ilacı olarak kabul ediyordu. Sırrı bey "çekilmez" demişti, "yaz kış Adanın kahrı ve oradan işe gelip gitmek." Ama o kararlıydı.
Hilal'i hâlâ unutamamıştı. Sevgisini, gönlüne onulmaz bir yara, kızgın bir alev ve ateş kütlesi olarak taşıyordu. Üç yıldır onu hiç görmemişti. Ne yaptığı, ne durumda ve nasıl olduğu hakkında en ufak bir şey bilmiyordu. Birkaç defa şirketi arayıp kendisini sorduğunu söylemişlerdi. Daha önce sıkı sıkı tembih ettiği için adres vermemişlerdi. Amerika'dan döneli de aramamıştı. Kimbilir, belki de unutmuştu. Evinde, evliliğinde mutluydu, çoluk çocuk sahibi olmuştu belki de, kimbilir? Bunu istemekle beraber, bu düşünceler kızgın bir yağ gibi akıp yaktı yüreğini. İçinin alev alev yandığını hissetti bir an. Telefon edip konuşmak, bir hal hatır sormak fikri içinden keskin bir bıçak gibi geçti. Bir an eli tuşlara gitti, sonra vazgeçti. Bu tutum ikisine de hayır getirmeyecekti.
Evlenmemişti. Evlenmeyi de düşünmüyordu. Hilal'in gönlünden olmasa bile hayatından çıkmasıyla gönlü büsbütün eski münzeviliğine bürünmüştü. Hayatı dolu dolu yaşıyordu. Görünürde iç dünyasına ayıracak zamanı yoktu. Lakin, iç dünyasıyla ne kadar bir bütün olduğunu, herşeyde nasıl gönül alemini seyrettiğini kimse bilmiyordu. Sırn beyin gözünden kaçmıyordu hiçbir şey. Ama o da susuyordu. Şimdilik en uygun olanın, anlamazdan gelmek olduğuna karar vermişti.
Saat beş olduğunda, yarınki randevu ve programını gözden geçirip, üzerinde çalışması gereken bir iki evrak, doküman ve bazı notları çantasına alarak şirketten ayrıldı. Arabasını alıp, Elmadağ istikametine yöneldi.
Hilal'in babası İnan bey'in şirketinin önünden geçerken, her
157
defasında, bir an duraklayıp tabelayı okur, Hilal'i pencerede gö-reçekmiş, ya da kapı çıkışında karşılaşıverecekmiş gibi heyecanlanırdı. Oysa, onun çalışmadığını, çalışamayacağını biliyordu. Okulu bitirdiğinde babası onu, yüzde yirmibeş hisseyle şirkete ortak etmiş, yönetim kuruluna almıştı ama çalışmasına da izin vermiyordu. Şirkete çok az uğrardı. Kararları daima babası verir, o da uğrayıp bazı evrakları, imzalaması gereken yerleri imzalardı o kadar.
Oradan geçerken, elinde olmadan yine aynı davranışı tekrarladı. Daha sonra her zamanki gibi, gaz pedaline yüklenerek, yoğun trafiğin arasında kayboldu. Bu, kimbilir kaç yıl, kaç kez tekrarlayacağı rutin hareketlerinden biriydi.
* * *
158
"Aradan dağlar geçti sanki inleyen kağnılar geçti Açan gülde başak tutan gönülde aynı yankılar geçti."
13.
Nice umutları boğdu karanlıklarda gece. Ve nice buruk teb-sessümlerdeki acıya doğdu güneş. Saatindik taklarından savrulan zaman, takvim yapraklarını önüne katıp yıllan sürükleyerek geçip gitti. Dört yıla yakın bir zaman geçti ayrılıklarını üzerinden akip giden yıllar. İkisinde de gönlündeki ateşi söndüremedi, sevda ateşini küllendiremedi. Ne zaman, ne mekan, ne de mesafeler buna yetmedi.
Hilal yanaklarını avucunun içine almış pencereden dışarıyı seyrediyordu. Bakışlarını ısrarla beklettiği noktada hasretle geçip giden yıllarını görür gibiydi.
Saat onbir gibi şirketin şoförü bir davetiye getirdi. Zarfın içine ikinci bir zarf konmuş, üzerine "Hilal'e" yazılmıştı. Açtı, okudu. Davetiye Cihan'dan geliyordu. Demek adresini bilmediği için şirkete göndermişti. Hukuk fakültesini bitirmiş, Hilal'i mezuniyet merasimine davet ediyordu. Davetiyenin arasına kısa bir de mektup yazmıştı. Hilal mektubu birkaç defa okudu.
"Hilal...Verdiğim sözü tutup, Hukuk fakültesini bitirdim. İmtihanı kazandığımı ilk sana haber vermiştim. Okulu bitirdiğimi de ilk senin öğrenmeni istedim. Diploma merasimi için tek özel davetlim senin olmanı istedim. Bu da sana verdiğim söz gereğidir. Bu özel günümde sevincimi benimle paylaşacağını, beni yalnız bırakmayacağını ümit ediyor, mutluluk ve güzellikler diliyorum. Allah'a emanet ol."
159
Mektubu okuyunca gözyaşlarını tutamadı. Onu ne çok seviyordu. Onun da sevdiği, unutmadığı muhakaktı. Ama bir şeyi hâlâ öğrenmemişti. Evlenmiş miydi? Kolay kolay evlenmeyeceğini, evlense de yine yapayalnız olacağını, geçmişte yaşadığı sevgiyi yine unutamayacağını biliyordu. Ama yine de herşeye yeniden başlayıp mutlu olmayı denemiş olabilir miydi?..
Onun bunu yapmasını, evlenip yaşadıklarını, sevgilerini unutmasını çok istiyordu. Ama yine de bu düşünce ürpertti onu. Akılla, mantıkla ifade edilemeyen, yorumlanamayan delicesine bir sevgiydi ikisininki de. Şartlar onları birbirinden uzağa itiyor, sevgileri yakına çekiyordu. Amansız bir azap ve işkenceydi yaşadıkları. Tarifi ve ifadesi imkansız bir işkence.
Diploma törenine gidip gitmemekte tereddüt etti. Sonunda sevgisi mantığına, hisleri gitmeme fikrine galip geldi ve gitmeye karar verdi. Ertesi gün erkenden merasim için okula gitti. Ci-han'ın kendisini görmesini, yeniden altüst olmasını istemiyordu. Bu sebeple, ona görünmemeye çalışarak merasim boyunca hep onu seyretti. Onun diploma alışını, cübbe giyişini, yaşlı gözlerle seyretti. Cihan'ın şakaklarında ağaran saçlarına, etrafına mor halkalar çökmüş gözlerindeki alabildiğine yorulan bakışlarına, alınçatına hüzün çökmüş bir halde davetliler arasında belli ki kendisini arayan gözlerine baktı.
Zaman zaman görünüp görünmemekte epeyce tereddüt etti. Koşup sarılmayı, başını bağrına yaslayıp saatlerce ağlamayı istedi ama yapamadı. Onun şimdi yeniden gözlerinin önünde canlanan hayat mücadelesi ve bu mücadelede neleri aşıp nerelere geldiğine bakıp bir kere daha onunla gurur duydu.
Daha fazla ona yakın olmaya, hem de görünmeden aynı havayı teneffüs etmeye tahammül edemedi. Erkenden ayrılıp Cihan'ın bir başarısını daha haber vermek için Necla'ya gitti. Onun bu haline Necla gülüyor ama ikisi için de üzülüyordu.
* * *
160
Birkaç gün sonra şoför, büyükçe bir paketle geldi. İtina ile hazırlanmış bir hediye paketi idi. Gönderen yine Cihan'dı.
Paketi açtığında gözlerine inanamadı. Son derece güzel kapalı kıyafetlerden oluşan bir paket ve içinde bir de mektup ye-ralıyordu. Heyecanla mektubu açtı. Mektup bir dörtlükle başlıyordu.
"Yine de suç benimdir, onların değil benim. Karanlıkları dağıtan bir ışık olamadım. Akıtamadım ayağına gönlümün pınarını Senin gönül kentine bal ve sütten bir nehir."
Hilal, merasimde ona görünmemeye çalışmış ve de görünmediğini sanmıştı. Ama o görmüştü demek. Mektup bunu ispat ediyordu.
"Hilal...Benîm için çok şey ifade eden bu günümde, sevincimi benimle paylaştığın için, sana müteşekkirim. Bana görünmemeyi istedin. Ben de görmemiş gibi davrandım. İnan bu çok zor oldu. Ama yine de, geldiğine, beni yalnız bırakmadığına sevindim.
Yalnız, üzüldüğüm çok önemli bir husus var ki; seni karşımda, daha başka bir kıyafet ve kişilikle, bedeli sevgimiz ve yıllara sığdıramadığımız hasretimiz olan, sana vermeye çalıştığım İslâmî kimliğinle görmeyi ne kadar isterdim. Bunun için nelerimi vermezdim ki... Tabi, bu hususta seni suçlayamıyorum. O kimliğini taşıyabileceğin bir iklim, çevre ve atmosferden mahrumsun. Böyle bir ortamı sağlamadım sana..
Bir çiçek yetiştirmiştim. Ama biliyorum bu çiçeğin dibine su vereni, sevgiyle yaprağını, çiçeklerini okşayıp koruyan, ihtimam göstereni yok. Elbette solması mukadderdi.
Yine de son bir ümitle, Üstadın tabiriyle, yüreğimden kan çekip, çiçeğimin dibine su diye akıtmayı, bedenimi onu solduracak rüzgarların önüne siper diye germeyi isteyerek, sana taşı-
161
man gereken kimliği gönderiyorum. Bu kişiliğe bürünmek zor olacak biliyorum. Ama bu senin için zor da olsa, seni başka bir hüviyetle görmeye tahammül edemiyorum. Yine de karar senin. Zoru yaşayan sensin. Beni yanlış anlama. Ve bana kırılma, lütfen.
Kurduğun yuvada, daldığın hülyanda mutlu ol... Allah yar ve yardımcın olsun. O'na emanet ol... Cihan..."
Mektubun her kelimesinde buram buram sevgi ve hasret vardı. Yine de mutluluk diliyor, "bana kırılma" diyordu. "Sana nasıl kırılabilirim" diyerek, gözyaşlarıyla defalarca okuduğu mektubu katlayıp zarfa koydu.
—"Zor değil canım... Rabbim bunu emretmiş, ama ben dört yıldır günü güne erteleyip bocaladım. Ama inan, artık zor değil. Şu andan itibarden bu kıyafeti ve kimliği kimse benden koparamaz. Bana çok iyiliğin oldu, sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Herşeyin, senin için en güzel olması için dua ediyorum. Sen de mutlu ol. Mutlu olmaya sen benden daha fazla layıksın."
Cihan'ın gönderdiği kıyafetleri giyip aynanın karşısına geçti. Yeniden doğmuştu adeta.
Mete yine kaç gündür ortalarda yoktu. Bu kıyafetiyle gördüğünde nasıl bir tepki göstereceği belliydi. Ama ne olursa olsun, bunun sonu nereye varırsa varsın artık geri dönmeyecekti. Hiçbir fedakarlığa değmez, beş paralık bir adam için, dört yıldır herşeyinden vazgeçmiş, İslâmî kişiliğini bile terketmişti. Bu şekilde daha fazla devam edemezdi. Bu gidiş, günün birinde imanına bile malolabilirdi.
Bu düşüncelerle abdest alıp, iki rekat namaz kıldı. Secdeye kapanıp ağladı, ağladı... Uzun uzun dua etti. Bir daha örtüsünden, .İslâm'ından ayırmaması, yardım etmesi, muvaffak etmesi için, Cihan'ın da mutlu olabilmesi, kendisini unutması için ve daha iyi yerlere gelebilmesi için, Allah'a dua etti.                       î
Cihat'ı kucağına alıp sevdi.                                                !
162
—"Anneni böyle görmek ister misin yavrum? Artık, annen hep böyle olacak, tamam mı canım?" diyerek okşadı yanaklarını.
Cihat kucağında, odanın içinde dolaşırken telefon çaldı. Gidip açtı, arayan Mete'ydi. Haftalar sonra evini aramak aklına gelmişti nihayet. Ama meramı başkaydı. Bu akşam hazırlanıp kulübe gelmesini istiyordu Hilal'in. "Arkadaşlarla eğleneceğiz, mutlaka gel" diyordu. Kadını olduğu aklına gelirdi böyle zamanlar. Hilal'i çok sevdiği için değil, kolunda bir aksesuar olarak taşımak, işte karım, diye gururlanmak, etrafına Hilal'in güzelliği ile gösteriş yapmak için evlenmişti sanki... Yine gayesi buydu. Gelip, evden kendisi almak yerine, kulübe gelmesini istiyordu. Bu, Mete'ye mahsus bir davranıştı. Bir zamanlar, Bodrum'a gel, diye de telefon etmemiş miydi?
îlkönceleri gitmek istemedi. Daha sonra "yeni kişiliğimi hepsine ilan etmemin tanı yeri ve fırsatı" diye düşünüp, kabul etti.
—"Tamam, geleceğim" diyerek telefonu kapattı.
* * *
Cihan, sabah saat sekizde iş yerinde odasındaydı. Bugünkü çalışma programı ve randevularına göz atıp günlük gazeteleri okumaya başladı.
Manşetlerde yine generallerin nutukları, yine tutuklama haberleri, yeni anayasa söylentileri yer alıyordu. Oldum olası, bu ihtilale ve ihtilali yapanlara illet oluyordu. Madem, bir düdük öttürmekle bütün bu meseleler hallolacaktı, daha önce de tüm yetkiler kendilerine verildiği halde, niçin çözememişler, çözmemişlerdi? İlle de başa geçip, koltuğa oturmaları mı gerekiyordu? Ta, başından beri aklına bu konuda korkunç ihtimaller geliyordu. Bütün bu anarşinin ve hadiselerin arkasında, bu ihtilali yaptıran tezgahların parmağı mı vardı?.. Bu konuda birşey-ler yazmayı düşündü. Henüz erken düşüncesiyle vazgeçti.
163
Gazetelerin köşe yazılan ve yorumları hatta ihale ve emlak alım satım ilanlarını okudu. Gerçi ihalelerden davetiye gelirdi kendilerine. Hem sonra başka yollardan takip ediyordu bu tür işleri. Ama yine de gazetelerden de bu tür ilanları takip ederdi.
Bir emlak satış ilanına takıldı. Hayatında tartışılmaz bir yeri olan muhitte, Kadıköy'de, adliyeye yakın, aynı cadde üzerinde bir daire satış ilanıydı. "Mal sahibinden ikinci katta büro ve işyeri olarak kullanılmaya elverişli, lüks, geniş daire" diyordu ilanda. Burayı alıp hukuk bürosu yapabileceği geldi aklına. Henüz staja yeni başlamıştı. Hukukçu olmaya bir yıla yakın zamanı vardı. İçinde bulunduğu şartlarda avukatlık yapacak da değildi devamlı. Yemini, en azından bir davaya avukat olarak girmekti ama bunun için büro açmasına, hem de yer satın almasına gerek yoktu. En azından iyi bir yatırım diye düşündü. Burasını alıp büro yapması, işinden ayrılıp gidip orada avukatlık yapması demek değildi. Bir arkadaşı oraya bakar, kendisi de boş vakitlerinde arasıra bir iki saat oraya uğrardı.
Bu düşünceyle ilandaki telefonu not edip, gazeteyi katlayarak kaldırdı. Ahizeyi alıp tuşlara bastı. Telefonu açan ilan sahibinin sekreterine, gazetedeki ilan için aradığını, mal sahibiyle görüşmek istediğini söyledi. Sekreter, bir saniye efendim bağlıyorum, dedi. Malsahibi Cihan'ın akşama görüşme isteğine, akşam Caddebostan'da kulüpte olacağını, gelirse orada görüşebileceğini söyledi. Bu garip bir randevuydu. Ama orası Cihan'ın aşinası olduğu bir yerdi. Hilal daha önceleri oraya sık sık giderdi. Tüm arkadaş çevresi oradaydı. Bir keresinde de Hilal'i almak için kendisi gitmişti.
Acaba Hilal yine uğruyor muydu oralara? Kimbilir, belki de karşılaşabilirlerdi. Bu duygu heyecanlandırdı onu. Görmek istiyordu. Onda bir değişiklik olup olmadığını, gönderdiği mektup ve kıyafetlerin etkisini merak ediyordu. Bu düşüncelerin de etkisiyle randevuyu kabul etti.
Akşam üzeri işten biraz erken ayrılıp doğruca Adaya gitti.
164
Duş alıp üzerini değiştirdi. Hilal'i görmek istemekle beraber karşılaşmak ihtimaline karşı tedbir almalıydı. Ona ve çevresine görünmek istemiyordu. Bu sebeple biraz farklı bir tarz uyguladı. Lacivert takım elbisenin üzerine siyah , mevsimlik bir par-desü giydi. Yanına koyu renk camlı bir gözlük aldı.
Onsekizonbeş vapuruyla Bostancıya geçti. Otoparktan arabasını alarak Caddebostan'a yöneldi. Bu randevuya niçin bu kadar önem verdiğini bilmiyordu. Topu topu bir ticari görüşmeydi. Peki niçin işten erken ayrılıp ta Adaya yol tepmiş, çok özel bir davete gider gibi hazırlanmıştı. Anlaşılan, gideceği mekanda depreşen hatıraları ve farkında olmadan yüreğinde alevlenen Hilal'i görme arzusu onu böyle davranmaya zorlamıştı.
* * *
Hilal, Cihan'ın gönderdiği kıyafetleri giyip evden çıktı.
Kendini ifade edecekti. "Ben buyum ve artık daima böyle kalacağım" diyecekti. Kendisiyle alay edenlere bir hevesti geçti, kabilinden ya da hobilerini tatmin etti, kendine kolay geleni yapıyor gibi sataşmalara da böylelikle cevap vermiş olacaktı.
Direksiyona geçtiğinde gözleri, mani olamadığı gözyaşlarıyla buğulanmıştı. Ne olurdu, Cihan da kendisini bu kıyafetiyle, görmek istediği kimliğe büründüğünü gözleriyle görebilseydi? Ve aralarına örülen örümcek ağları olmasaydı? Onu karşılaştıklarında "canım!.." diye bağrına basabilseydi... Kimbilir nasıl mutlu olurlardı. Dünyalar ikisinin olurdu. Bu duygular hüzünlendirdi onu.
Kulübün önünde durduğunda heyecanlandığını hissetti. İçeri girdiğinde alacağı tepki ürpertti onu. Şahsına yapılabilecek saldın ve hakaretlere hazırdı. Bunu göze almıştı. Peki ya örtüsüne kaldıramayacağı şekilde hakaret edilir, örtüsü açılmak istenirse ne yapacaktı? Bu korkularla kapıdan içeri girdi.
İçerde önce bir alkış koptu, onu gördüklerinde. Yeni bir şaka ya da espri anlayışı diye yorumlayanlar, yeni gece modasının
165
öncülüğünü yapıyor diye alaya alanlar oldu. Hilal hiçbirine aldırmadan kararlı adımlarla geçip Mete'nin bulunduğu masaya yakın bir yere oturdu.
Mete alabildiğine kumara dalmıştı. Önce olup bitenlere aldırmadı, oyuna devam etti. Hilal'in, tam karşısına gelen pencere kenarındaki masada oturan esrarengiz giyimli adam dikkatini çekti. Fiziği yabancı gelmemişti. Hilal onu benzettiği kişi olabileceğine ihtimal vermedi. Bu saatte bu kıyafetle Cihan buralarda olamazdı. Çok benziyordu ama değildi herhalde... Karşısında tek başına oturan esrarengiz adam bir kabadayıyı, fedaiyi andırıyordu. Belkide kulüp biraz sonra bir hesaplaşmaya sahne olabilirdi. Zira buraları parsellenmişti. Ve bu adam yabancıydı.
Cihan, görmeyeli fedailik havalarına kapılmış olamazdı. Yü-re-ji ve bileği buna müsaitti ama karakter ve inancı buna müsa-de etmezdi. O kimseye zulmedemezdi. Hem sonra o işinin başın-daydı.Stajdı, işti derken zaten işi başından aşıyordu. Bu düşünceler, Hilal için karşısındaki adamın Cihan olma ihtimalini tamamen ortadan kaldırıyordu.
Hilal böyle karmakarışık duygularla mücadele ederken, Mete onu farkedip oyunu bırakarak yanına geldi. Önce sert ve öfkeli bir bakışla Hilal'i süzüp:
—"Ne bu halin?" diye çıkıştı. Hilal gayet sakin ve kararlı cevap verdi.
—"Ne varmış halimde?"
Mete şaşkındı:
—"Şaka yapmıyorsun ya?"
—"Ne alakası var... Sen benimle evlenirken de, biliyordun, nasıl bir inanç ve kişilik sahibi olduğumu."
—"Ama değişmiştin."
—"O sadece bir bocalamaydı."
—"Değişmek zorundasın ama... Yaşadığımız çağ, çevre...
166
Bütün bunları hesaba katmak zorundasın."
—"Saçmalama Mete... Ne münasebet çagmış, çevreymiş... Benim için herşeyden önce inancım gelir. Bunu belki çok uzun müddet uygulamadım diye vazgeçtiğimi sandın herhalde?"
—"Yine eski günler mi?"
—"Eskimez günlerim... Artık hiçbir güç ve hiç kimse beni bu kararımdan döndüremez. Sen de çevren de, o diline doladığınız çağ da... Gerçek kimliğime, aslıma dönmeye karar verdim. Ve bunu burada şu anda ilan ve ifade ediyorum. Herkes görsün bilsin ve buna kendini alıştırsın."
Son cümleleri oldukça yüksek sesle ve heyecanla söylemişti. Kulüpte yüksek tempoda alaylı kahkahalar koptu. Mete sinirden kıpkırmızı kesilmişti. "İşte karım" diye gururlanmayı düşünürken, o kendisini ne hallere düşürmüş, rezil etmişti. Hışımla Hila'in üzerine yürüdü ve başörtüsünü çekip almak için elini başörtüsüne uzattı.
Bu sırada Mete'nin başörtüye uzanan elini bir başka el havada yakalayıp, mengene gibi kilitledi. Bu elin sahibi, o siyah gözlüklü esrarengiz adamdı. Mete'nin rengi attı. Hilal heyecanlanmış, nefes almakta güçlük çekiyordu. Tanımıştı onu. Bu oydu. Ama hiçbir şey diyemedi.
Cihan, havada yakaladığı bileği öylece tutup diğer eliyle gözlüğünü çıkardı. Mete'nin gözlerinin ta içine çok şeyler ifade eden bakışlarla, adeta delip geçercesine baktı. Bu bakışlar "Bir daha o örtüye uzanacak olursan ellerini değil kafanı kırarım" der gibiydi. Bakışlarıyla söyleyeceğini söyleyip, tuttuğu bileği bırakıp döndü ve tekrar gözlüklerini takarak yerine oturdu.
Bu sırada diğer görüşmesi biten ve olup bitenlere şahit olan diş tabibi Müfit beyin yanına gelmesiyle ona, "lütfen buradan uzaklaşalım" dedi ve kulüpten ayrıldılar.
Hilal de bu hadiseden sonra orada kalmayıp eve döndü. Mete'nin maçoluk gösterisi fiyaskoyla sona ermiş, başka birşey
167
yapma ya da söyleme cesaretini gösterememişti.
Beyni kafatasmı çatlatırcasma zonkluyor, elektrik akımına tutulmuş gibi titriyordu. Olaylar nasıl da umulmadık şekilde gelişiyordu. Bu gece Cihan'm orada, o kulüpte olmasının anlamı neydi? Orada ne işi vardı? Acaba isabetli bir tesadüf müydü? Yoksa gizliden gizliye kendisini takip mi ediyordu? Tanınmamak için kendini gizleyen kılık kıyafeti bu düşünceyi doğrular gibiydi. Ama takip ediyor olsa bu günkü gönderdiği kıyafetleri göndermek için, törene gelmesini niçin beklesindi ki? Kendisini orada gördüğü neticesi çıkıyordu bu kıyafetler ve mektuptan. Takip edip daha önce de görseydi tavrını daha önce ortaya koyardı. Takip ettiğini belli etmemek için mi onun diploma törenine gelmesini beklemişti, bu kıyafetleri göndermek için?. Ama onu daha önce hiç görmemişti. Görseydi onu mutlaka tanırdı. Gerçi Cihan kendini gizlemekte ustaydı ama kulübe girer girmez dikkatini çekmişti yine de. Hangi kılığa girerse girsin yine de tanırdı onu. Daha önce görse yine dikkatinden kaçmazdı herhalde.
Böylesi karma karışık duygularla ve onu tekrar görmüş olmanın verdiği heyecanla, uğradığı aşağılayıcı hakaret dolu davranışa karşı gösterdiği, ona mahsus çıkış ve tavrın gönlüne verdiği sürurla sarsılıyordu.
Odasına çıkıp Cihat'a baktı, uyuyordu. Kucağına alıp öptü, kokladı, sevdi, sevdi... Bağrına basıp yatağına yatırdı Kendini toplayabilmek için uykuya sığındı, uyumaya çalıştı.
Mete yine eve gelmemişti. Gelmemesi için iyi bir bahanesi vardı. Gelirse tatsız olaylar çıkacağı kesindi. Bu da Mete'nin işine gelmezdi. Zira tatsız bir hadise boşanmalarının başlangıcı demekti. Bu aşamada bunu göze alamazdı.
I
*   *   *
Saatine baktı, geceyarısını çoktan geçmişti. Bunalıyor, uyu-yamıyordu. Sevgisi benliğine büsbütün nüfuz etmiş, kalbini
amansız bir yangınla alevlendirmişti. Korlandığı çok ama kül-lendiği yoktu. Onsuz yaşamaya alıştığını, onun hasretiyle koşuşturarak, bu ateşi küllendirdiğini sanarak aldandığını şimdi anlıyordu. Bu sevgiyle yaşayıp, onunla ölmeye mahkumdu. "Ben bu kadar zayıf mıyım, elbetteki kalbimdeki en büyük sevgi Allah sevgisi, İlahi olana duyduğum sevgi, ama niçin yüreğimdeki sevginin tamamını bu kabil sevgilere hasredemiyorum? Belki de yaptığım bu hatanın bedeli olarak bu çileyi çekiyorum?.." diye kendine kızıyordu. Çile çekmek, sevginin çilesini çekmek güzeldi de. Zaten, dünyalığa duyduğu sevgiyi hiçbir zaman putlaştırmamıştı kalbinde. Sevginin bu türü, yaşayanını, hissedenini Leyla'dan Mevla'ya mutlaka götürürdü.
Sevindiği birşey vardı. Hilal herşeye meydan okuyup, artık örtüsünü hiç kimsenin çıkaramayacağını ve artık yolundan dönmeyeceğini, hem de kulüpte, gözlerinin önünde, herkese haykırmıştı. Mete'nin, onu örtüsüyle ilk defa gördüğü açıktı. Başörtüsünü çıkarıp, parçalamak istemişti. Daha önce görmüş olsa bu tepkiyi göstermezdi. Bu da Hilal'in henüz bugün örtündüğünü gösteriyordu.
Pencereyi açıp dışarıyı seyretti. Deniz, dışardaki serin havada üşümüş gibi hafif dalga ve kıpırdanmalarla titriyordu. Adayı yine herzamanki gibi martı çığlığı dolduruyordu. Bu hep böyle olurdu. Adaya yeni gelenler bu çığlığa alışıncaya kadar, birkaç gün uyku uyumazdı. Cılız bir mavilik ufuktan atmosfere yayılıp, karanlığı boğmaya çalışıyordu artık.
Kulüpten çıkıp, bir restoranda daire sahibiyle konuşmuşlar, şartlarını öğrenmiş, daireyi görüp kesin kararını vermek için, iki gün sonrasına randevulaşarak ayrılmışlardı. Ondan ayrıldıktan sonra, yenemediği hasret ve efkarının rüzgarıyla Kalamış'a sürüklenmiş, saatlerce Kalamış koyunda uykuya dalan mehtabı seyre dalmıştı. Efkar yüküyle, gözlerini mehtaba kilitlemiş, dalıp gitmişti serin sularda.
Denizde derinlemesine dalıp giden bakışları, altı yıl öncesi-
168
169
ne, Hilal'le tanıştığı ilk günlere uzanmış, önüne kattığı, altı yılın hatıralarını, mehtapta kristalleşip billurlaşan serin sulara getirip dondurmuştu. Gümüş alevlerle tutuşan sularda, yıllar öncesine yolculuk etmeye daha fazla tahammül edemeyip yürümüş, karanlığa kanşıp, gölge gibi sessizce Kalamış'tan uzaklaşmıştı.
Son vapura son anda yetişmiş, eve gelip, yatağa uzanmış, saatlerce sağa.sola dönüp durmuş, uyuyamamıştı. Uykusuz bir gecenin sabahını, bir iki saat sonra ayakta karşılayacaktı.
Yeniden, bu gece yaşadıklarını düşündü. Birkaç gün önce gördüğü rüya, şimdi yorum ve anlamını bulmuştu. Hafızasında rüyayı yeniden canlandırdı.
Rüyasında, etrafına malikaneler sıralanmış bir sokakta yürüyordu. Karşılaştığı manzara karşısında irkildi. Hilal, büyük bir bahçe duvarları üzerine oturmuş, bacaklarını korkulukların arasından bahçeye uzatmıştı. Bahçede, zincirlerinden boşanmış, bir sürü köpek, ona saldırıyordu. Hilal çırpınıyor, bacaklarını bahçe duvarının korkulukları arasından kurtarmaya çalışıyor ama bir türlü kurtaramryordu. Adeta demirlere sıkışıp kalmıştı.
Cihan, önce köpekleri taşla kovalayıp uzaklaştırmış, sonra da, korkulukların arasından Hilal'i kollarından tutup çekerek çıkarmıştı.
Günlerdir hafızasını kurcalayan, bir türlü yorumlayamadığı bu rüyayı şimdi anlıyordu. Hilal'le istihza eden birsürü insan ve örtüsüne saldırarak, çıkarıp parçalamak isteyen Mete, rüyadaki köpeklerde ifadesini buluyordu. Bu gece Hilal'i onların elinden kurtarmıştı. Demek, Hilal İslâmî kimliğini korumaya çalışıyor, çevresi de ona saldırıyor, onlardan kurtulamıyordu.
Hilal'i telefonla arayıp durumunu sormak fikri bir yıldırım gibi tüm yakınlığıyla gelip kalbinin ortasına oturdu. Ev telefonunu bilmiyordu. Ahizeyi alıp, Oll'i aradı. Telefon uzun uzun
170
çaldıktan sonra, rahatsız edilmekten hiç de hoşlanmadığı anlaşılan uykulu bir ses, "011 istihbarat servisi, buyrun" diye mırıldandı. Telefona çıkan nöbetçi memura:
—"Mete Çakmaz'ın evine ait telefon numarası lütfen" dedi ve bekledi. Biraz sonra aynı ses, "Bu isimde bir kayıt yok efendim" diye cevap verdi.
—"Öyleyse bir de Hilal Çakmaz olarak bakın." Bir iki dakika sonra: .   —"Malesef, bu isimde de yok efendim."
—"Peki, size zahmet oluyor ama, bir de Hilal Kırmızıgül olarak baksanız."
—"Yazın..............................."
Verilen numarayı not edip, teşekkür etti ve telefonu kapattı. Tekrar, heyecanla tuşlara bastı. Mete'nin bu gece eve gelmeyeceği içine doğmuştu sanki. Akşamki hadiseden sonra bir yerlere kapağı atıp, eve gelmekten vazgeçeceğini hissetmiş gibiydi.
Telefon bir kaç defa uzun uzun çaldı. Cihan, kalbi duracak-mış gibi, heyecanla bekledi. Bir ara kapatmayı düşündü, vazgeçti. Ok yaydan fırlamıştı artık. Bu saatte telefonu çaldınp, onu uyandırdıktan sonra, telefonu kapatması ona daha çok endişe ve heyecan verirdi. Telefon birkaç defa çaldıktan sonra, Hilal mecalsiz ve uykulu bir sesle:
—"Aloo..!" diyerek telefonu açtı.
Cihan, bir iki saniyelik bir kararsızlıktan sonra, sesine yumuşak bir ton vererek konuştu:
—"Merhaba Hilal!.. Ben Cihan. Rahatsız ettim, özür dilerim... Nasılsın?"
—"Oh sen misin... Niçin aradın?.." —"Yanlış anlama, merak ettim seni." —"Peki, nasıl buldun telefon numaramı?"
171
—"Oll'den aldım... Mete yok mu?"
—"O eve ara sıra uğrar. Aklı estikçe."
—"Örtünmene sevindim. Çok problem çıkıyor mu?"
—"Daha yeni bu kararı verdim. Gönderdiğin emaneti ve mesajı aldıktan sonra. Hâlâ benim için düşündüklerine sevindim. Ne iyisin... Teşekkür ederim. Ne hazin ki, sadece teşekkür edebiliyorum. Olanlara, zorluk çıkıp çıkmadığına gelince; gözlerinle gördün... Ha, senin ne işin vardı o kıyafetle orada?.. Yoksa?!."
—"Hayır, hayır... Düşündüğün gibi değil. Ne fedailiğe heves ettim ne de seni takip ediyorum. Büro için bir yer almak istiyordum. Kulüpte, almak istediğim yerin sahibiyle buluşacaktık. Kulüpte randevu vermesi bana da garip geldi ama önemsemedim. Seninle karşılaşabileceğimi hissetmiştim. Beni tanımaman için öyle giyindim. Ama olanlar tanınmamı mecbur kıldı."
—"Ne bürosu?.. İşten ayrıldın mı?"
—'To, hayır ayrılmadım. Okul bitti, staj yapıyorum. İş olsun işte... Yer hoşuma gitti. Aslında henüz görmüş de değilim almak istediğim yeri. Ama hoşuma gitti işte. En azından iyi bir yatırım."
—"Nerede peki?
—"Bilme daha iyi. Yeniden hayatına girmek istemem."
—"Nerelerdesin? Moda'da ki evde de kalmıyormuşsun?"
—"Boşver... Hem sana çok yakınım, hem de çok uzaktayım. Okul... Derken şimdi staj... İşti, ticaretti filan, oyalanıyoruz işte... Sen nasılsın? Mutlu musun bari?"
—"Mutluluk??..Senden ayrı nasıl mutlu olabilirim. Köleyim artık, bir köle... Basit karakterli, adi bir yaratığın kölesi. Sana yaptıklarımdan sonra, buna kendimi müstehak kabul ediyor, katlanıyorum. Böyleyken mutlu olabilir miyim?.. Mümkün mü sence?"
—"Mutlu olmaya çalış. Mukadderat, ne diyelim... Yolundan
172
dönme. Dünya hayatı kısa. Ebedi hayattan ümit kesmemeliyiz. Mücadeleden de vazgeçmemeliyiz."
Hilal, ebedi hayat sözüne hafif esprili karşılık verdi: —"Orada beni unutmazsın inşaallah..."
—"Bunun için dua etmelisin. Verdiğin karardan, örtünmenden dolayı seni tebrik ederim. Mücadeleden vazgeçme. Orada, Allah'ın lütfuyla unutmayacak durumda olursak, unutmayız inşaallah... Ayrıca, mutlu olmaya çalış. Bir yuva kurdun, dağılmasını istemem... Hoşçakal..."
—"Bu kararı sayende verdim yeniden" diyordu ki, telefon kapandı.
Hilal, rüya mı gördüğünü, gerçekten Cihan'la mı konuştuğunu anlayamamıştı. Gözlerini ovuşturdu. Gidip perdeyi açtı. Hayret , daha geceyarısıydı. Saatine baktı, beşe geliyordu. Demek, Cihan geceyi uykusuz geçirmişti. Demek, hâlâ acı çekiyordu.
—"Ah Cihan!... Niçin aradın? Aradın, nerelerde olduğunu, evlenip evlenmediğini niçin söylemedin? Neden hâlâ unutmadın beni? Neden, neden??"
Bir müddet hıçkıra hıçkıra ağladı. Ağlamak iyi gelmiş, biraz rahatlamıştı. "Nerelerdesin?" diyordu. Aslında, nerede olduğu belliydi. İşyerinden onu bulmak mümkündü ama oraya gitmeye cesaret edemiyordu.
Kalkıp abdest aldı. Namaz kılıp dua etti. Kur'an okudu. Okurken sessizce ağladı. Her sayfada, her satırda, Cihan'la bir hatırası canlanıp karşısına dikiliyordu. Ayet mealleri, değişik dini konular üzerinde uzun uzun sohbet edişleri. Hepsi bir bir gözlerinin önünde dirilmiş, boğazına düğümlenmişti.
Odasına girip, gözlerinin içine dolan altın pırıltılı güneş ışıklarıyla uyandı. Sebebim bilmediği bir sıkıntıyla kavruluyor-
173
du benliği. Yaşadığı hayata evlilik denemezdi. İğreniyordu Mete'den. Ama hâlâ katlanıyordu. Bugün evliliklerinin dördüncü yıldönümüydü.
Mete, arasıra eve uğruyordu. Ama Hilal artık onu odasına almıyordu. Bu gece Mete yine eve uğramıştı.
—"Şöyle bir kulübe ya da otele gidip evliliğimizin yıldönümünü kutlayalım" demiş, Hilal buna karşılık:
—"Ne evliliği, ne yıldönümü? Aklına mı geldi evli olduğumuz? Günlerdir neredeydin?" diye terslemişti.
Mete'nin meramı başkaydı. Hilal'in arabasını istiyordu. Hi-lal'in arabasının hem modeli yeni, hem de daha güzel ve lükstü. Önemli bir iş toplantısı olduğunu, yabancı misafirleri olacağını söyleyip arabayı vermesi için yalvarmıştı. "Gurur denen birşey yok bu adamda. Ne kadar yüzsüz bir adam" diye düşündü Hilal. Yine canımlar, cicimler, hayatımlar, sevgilimler sıralanmıştı peşpeşe. Sırf riyakarlıklarından kurtulmak, ikiyüzlülük ve mide bulandırıcı alçalışlarından bir sahneyi daha fazla seyretmemek için, "al götür nereye gideceksen" demişti.
Şakaklarını oğuşturarak yatağından kalktı. Mete gitmemiş miydi acaba? "Canı cehenneme..." diye mırıldandı. Cihat'a baktı, uyuyordu. Sabahlığını giyip salona indi. Bitişikteki odadan Mete'nin horlamaları duyuluyordu. Önemli iş toplantısına katılacak adam hâlâ uyuyordu. Birkaç dakika dışarıyı seyredip, kanepeye uzanarak, üstüste koyduğu yastıklara sırtını yasladı. Günlük gazetelere göz atmaya koyuldu. Biraz sonra Mete uyanmış, lavobaya gidiyordu. Hilal'e dönüp, yılışık bir sesle:
—"Günaydın ecem!" diyerek hafif bir reverans yaparak sırıttı. Hilal soğuk bir sesle:
—"Günaydın" diye karşılık verdi. Arkasından "Canın cehenneme" diye söylendi.
Soğuk bir atmosferde, asılan suratların buz gibi rüzgarlar savurduğu kahvaltı masasından pek birşey yemeden kalktı. Ya-
174
tak odasından Cihat'ın sesi geliyordu. Demek uyanmıştı. Asık çehresindeki ifade dağıldı, bahar geldi gözlerinin içine. Koşar adımlarla, dadıdan evvel merdivenleri çıkıp Cihat'ın yanma, odasına gitti. Cihat'ı kucağına alıp bağrına bastı. Onu canından da çok seviyordu. Her zaman yaptığı gibi öptü, öptü... İçindeki, adını koyamadığı sıkıntısını dağıtmaya çalışıyordu. Cihat'm gülen gözlerinde arıyordu sevgiyi artık. Aşağıdan Mete'nin sesi duyuldu:
—"Ecem ben gidiyorum. Araba için mersi..."
Ecem diyordu Hilal'e. İstediği gibi davranmakta, istediği adı istediğine koyup, o adla hitabetmekte üstüne yoktu. Evine, ailesine karşı alabildiğine sorumsuz, laubali ve ilgisiz, arkadaşlarına ise canını verebilecekmiş hissi veren fedakar rollerin adamıydı. Tabi, arkadaşları da kendi gibi ayyaş, içki ve kumar arkadaşıydı. Aynı pisliğin soyuydular.
Sıkıntısını dağıtabilmek için, Cihat'ı bağrına basarak yatağa uzandı. Dışarıda pırıl pırıl bir hava vardı. Ama nedense, bugün canı evden dışarı çıkmak istemiyordu. İçindeki kasvet yavaş yavaş gözkapaklarına çöktü ve onu sığındığı uykunun bağrına doğru çekti.
Yarım saat sonra antredeki telefon uzun uzun çaldı. Hilal, odasındaki telefonun fişini prizden çekmişti. Mutfakta bulaşık yıkayan dadı, koşup telefonu açtı. Arayan Necla'ydı. Hilal'i sordu, uyuyor diye karşılık verdi dadı. "Çağır" diye çıkıştı Necla.
—"Hayır... Kıyamam, uyandıramam. Bugün çok sıklntılı." —"Uyandır!.. Bu saatte ne uykusu."
Dadı, Hilaî'i uyandırmamakta ısrar edince, Necla telefonu kapattı. Yarım saat sonra arabasıyla çıkıp geldi. Doğruca Hilalin odasına çıktı ve başucuna dikildi:
—"Hilal!.. Bu ne hal böyle? Bu saatte ne uykusu?.."
Hilal gözlerini açtığında Necla'yı karşısında buldu. Galiba epeyce uyumuştu. Hemen kalkıp giyindi. Necla, onu dışarı çı-
175
karmak için gelmişti ve bunda kararlıydı.
—"Hadi çabuk hazırlan, çıkalım. Dolaşırız biraz." —"Başka zaman dolaşşak?.."
—"Hayır, itiraz istemiyorum. Bugün dolaşacağız. Hem de benim arabamla."
Hilal alelacele hazırlandı ve çıktılar. Hava gerçekten de oldukça güzeldi. Dolaşarak Kadıköy'e geldiler. Eski iskelenin yanından geçerken, Hilal'in bakışları her defasında buradan geçerken gayri ihtiyari ilgilendiği banka takıldı. Bakışlarındaki ifade değişti. Bakışlarını ısrarla beklettiği yerde, açık renk spor kıyafetli, uzun boylu, esmer, sakallı, fevkalade yakışıklı biri duruyordu. Sabit, kederli bakışları, Marmara'nın enginliklerine saplanıp kalmıştı.
Hilal, hemen tanımıştı onu. Kimi beklediği ya da buralarda hangi hatırayı yadettiğini merak etti. Burası dört yıl evvel vurulup yaralandığı, ölümün eşiğinden döndüğü yerdi.
—"O, vallahi o!.. Necla bak... Cihan o!" diye heyecanlandı.
—"Kızım boşver... Hâlâ unutmadın şu adamı. Kimbilir, o seni unutmuş, kendine başka bir dünya, senin olmadığın bir hayat kurmuştur. Belki bir kadındır beklediği."
Bu ihtimal Hilal'in de beynine yer etmişti. Gerçi Cihan'ın öyle bir hali yoktu. Çöken omuzlarında, hüzünle eğilen başında, sulara dalıp giden bakışlarında herşeyiyle eski günleri yaşadığı besbelliydi. Necla da, boşver dese de merak etmişti. Hemen ya-mbaşında arabayı durdurmuş, ona bakıyordu.
—"Gerçekten olağanüstü biri. Seni bu kadar etkilediği boşuna değil."
—"Hâlâ, tıpkı eski günlerdeki gibi."
Cihan bu sırda kendisine doğru gelen temiz giyimli iki kişiyi görünce gülümsedi. Kollarını açarak onlara doğru yürüdü. Hi-lal'le Necla, onların konuşmalarını duyabiliyorlardı.
176
—"Hoşgeldiniz Ekrem abi. Sen de hoşgeldin Selman."
—"Hoşbulduk. Niçin burada buluşmakta ısrar ettin? İşyerine gelebilirdik."
—"Ben kurşunu burada yedim Ekrem abi!" —"Kurşunun yarası iyileşeli yıllar oldu." —"O yara iyileşmez abi."
—"Anlıyorum... Sen başka kurşun yarasından bahsediyorsun."
—"Evet... Yüreğimdeki kurşun öyle bir kurşun ki, yaşadığım, nefes alıp verdiğim müddetçe onu, yarasıyla, sızısıyla yüreğimde taşımaya mahkumum."
Son cümle Hilal'in beyninde gülle gibi patladı. Boğazına amansız bir hıçkırık düğümlendi.
—"Gidelim" dedi Necla.
—"Lütfen!.. Bir iki dakika daha bekleyelim."
—"Peki. Senin dediğin olsun. Melankolik sevdalı..."
Beklediler. Konuşmalarını bir süre daha dinlediler.
—"Cihan, kitap çalışmanı getirdin değil mi?"
Cihan, çantasından çıkardığı klasörü daha yaşlı ve sakallı olanına uzattı.
—"Getirdim, buyurun."
—"Senaryo uyarlamasını Selman yapsın. Güzel bir film olacak eminim."
Peşinden Cihan'ın burada buluşma ısrarını vurgulayarak:
—"Galasını da burada yaparız" diye takıldı. "İsmini ne koyuyoruz?"
—"Bana Kurşunun Kaldı, ya da Yüreğimde Bir Kurşun... Ne dersin?.."
177
—"Kurşun gibi isimler" diye gülümsedi Ekrem abi.
—"O halde daha yumuşak isim düşünelim. Mesela "Elveda Sevgi" ya da 'Yıldızlar Üşümesin," ne dersin?"
—"Birisini seçeriz. Filmi çekelim, ortaya çıkan esere uygun olanını seçeriz."
—"Yönetmen olmalı..." dedi Necla ve bu arada da gaz peda-line yüklendi. Hilal, başını arkaya çevirmiş hâlâ onlara bakıyordu.
—"Demek film çalışması yapıyorlar. Eminim yüreğindeki kurşunu, kurşunlaşan sevdayı film yapıyorlar. Demek bir kurşun gibi taşıyor bu sevdayı hâlâ yüreğinde."
—"Başroldede kendisi oynar kim bilir... Biçilmiş kaftan." —"Dalga geçme be Necla."
—"İnan dalga geçmiyorum. Ben yönetmen olsam, başrolü onun oynamasında ısrar ederdim."
Altunizade, Boğaz Köprüsü, Zincirlikuyu, Maslak derken Yeniköy'e vardılar. Yazlıktan yeni dönen Hülya'nın evine gelmişlerdi. Burası Boğaz'a hakim bir noktada ihtişamlı bir yalıydı. Buradan, bu salondan boğazı seyretmenin zevki her zaman başka olurdu. Necla, Hülyaya takıldı:
—"Hülya sen burada galiba cennet hakkını kullanıyorsun?"
—"Eee...Ne yapalım... Bak Hilal de cennete gözünü dikti. Bu gidişle oradaki cennette bize yer kalmayacak. Bari cenneti burada yaşayalım."
Hilal, şaka da olsa böyle bir anlayışı yadırgamıştı.
—"Siz cenneti ne sanıyorsunuz... Ondan ne ümit kesmek ne de oraya gireceğine kesin inanmak doğru değil. O mekan da hak edeni almayacak kadar dar değil. Lütfen saçmalamayın."
—"Şaka yaptık" diye geçiştirdi Necla ve konuyu değiştirdi. —"Biliyor musun Hülya, bugün kimi gördük?"
178
—"Ne bileyim Allah aşkına... Müneccim miyim ben...." —"Hilal'in hocasını gördük. Hani şu Hilal'i büyüleyip rahibeye çeviren adamı...Ne yalan söyleyeyim, ben de olsam onun büyüsüne kapılır, rahibe de olurdum, istediği başka herşey de..."
Hilal, rahibe benzetmesine bozuldu.
—"Ben rahibe değil, müslümanım. Lütfen inancım konusunda laubali olmayalım. Sizin nerenizi ne kadar açtığınızla ben igileniyor muyum?
Necla şakalarını sürdürüyordu.
—"Dedim ya, olağanüstü yakışıklı. Film çevirecekmiş."
—"Saçmalama be Necla. Anladığım kadarıyla Cihan film çevirmiyor, senaryo çalışması yapıyor. Hatta onun bir romanını diğer arkadaşı senaryoya uyarlıyor."
—"Aaa... Aşkolsun canım. Sen de bir alıngan oldun bu günlerde. Deminden beri herşeye alınıyorsun. Şakalaşıyoruz şunun şurasında."
ikindiye doğru, sahil yolundan geri dönmek için yola çıktılar. Bebek'e geldiklerinde Necla frene basarak durdu.
—"Hadi motele uğrayahm. Şu Mete beyimizin önemli toplantısı, önemli misafirlerini görelim bakalım, kimlermiş."
Toplantı ve misafir kelimelerini birşeylerin farkmdaymış edasıyla, biraz da alaylı bir ifadeyle vurgulamıştı.
—"Görelim" dedi Hilal. "Şu önemli misafirleri görelim bakalım."
Direksiyonu sağa kırıp, Aşiyan yokuşunu tırmandılar. Biraz sonra motelin girişindeydiler. Kapıdaki görevli onları karşısan-da görünce telaşlandı.
—"Lütfen bekleyin. Mete beye haber vereyim, îçeri kimseyi almamamı istedi."
179
Hilal sinirlenmiş ve de dönen dolapları farketmişti. —"Kendi mülküme başkasının izniyle mi gireceğim" diye çıkıştı.
Bahçede Hilal'in arabasıyla karşılaştılar. Direksiyonda Mete değil, aşın makyajlı, bir kadın, arka koltukta diğerinin aynısı iki kadın vardı. Hilal tamamen altüst olmuş, sinirleri harab olmuştu. Arabayı durdurarak içindekilere çıkıştı.
—"Çabuk terkedin bu arabayı. Toplantı kılıfı altında benim mülkümde, hem de kendi arabamda..."
Arabadaki kadınlar şaşkındı.
—"Şey... Bu araba Mete beyin değil mi? Bize bu arabayı o verdi."
—"Mete beyinizin beyliği de, canı da cehennemin dibine batsın. İnin arabadan diyorum size. Araba benim arabam."
Bu arada Mete, herşeyden habersiz, bir başka arabayla, yanında bir başka kadınla oraya gelmişti. Hilal'i karşısında görünce şaşırdı. Önce kapıdaki görevliye niçin haber vermedin diye çıkıştı.
—"Haber versin de şu önemli toplantıda tedbir al öyle mi?"
—"Yanlış anlıyorsun meseleyi. Sandığın gibi değil."
—"Ne yanlış anlaması, herşey ortada işte."
Mete ne yaptığının farkında değildi adeta. Bu sefer arabadaki kadınlara çıkıştı:
—"Sizi kim çağırdı? Ne işiniz var bu arabada?"
—"Saçmalama Mete... Altlarındaki araba benim arabam. Onu ben bu şıfrıntılara değil, sana verdim bu sabah. Kimin davet ettiği açık değil mi? Komik oluyorsun, hatta rezil..."
Kadınların da sabrı taşmış, dilleri çözülmüştü:
—"Evet Mete... Sen davet ettin ve sabahtan beri seninleyiz. Hani eşinden aynydın? Hani bu servet, bu araba, herşey senin-
180
di? Sen aşağılık birisin."
Hilal daha beter sinirlenmişti.
—"Demek bu mülk senin. Bu araba, herşey senin ha!? Benim malımla zengin havalarına girip beni aldatıyorsun demek... İş seyahatleriymiş, iş toplantılarıyım ş eve köye uğramıyorsun. Bu sürtüklerle aşağılık zevklerini tatmin ediyorsun. Madem canın böyle yaşamak istiyordu, bana bunları yapacaktın, niçin evlendin benimle?.. Beni niçin yaktın?.."
Mete hâlâ komplodan, tuzaktan bahsediyor, ağzında bir-şeyler, bir takım mazeretler gevelemeye çalışıyordu. Hilal tüm kızgınlığını bir dolu tükrükle Mete'nin suratına sıvayıp, arabasını da alarak oradan ayrıldı.
Artık kararını vermişti. En kısa zamanda boşanacaktı. Yarın ilk işi boşanma davası açmak olacaktı. Bu aşağılık adama daha fazla katlanması, dalaverelerini daha fazla anlamazdan gelmesi budalalıktı. Yıllar önce yapmalıydı bunu. Ne dalavereler çevirdiğini bilmiyor, anlamıyor değildi ama, onu sevmediği için bugüne dek anlamazdan gelmiş, bardağı taşıracak bir damla beklemişti. İşte bugün o bardak taşmıştı.
*   *   *
Mete herşeyin tekrar yatışacağını umuyordu. "Hastane ihalesinin başarısını kutluyorduk arkadaşlarla. Komplo kurdular bana" diye sözde inandırmıştı İnan beyi de. Aslında İnan bey de olup bitenlerin farkındaydı ama Mete akrabasıydı ve Hilal'in başına bu derdi kendisi açmıştı. Sonra, Mete kendisinin bıraktığı kadınlarla düşüp kalkıyordu. Kızına karşı mahcuptu ama ona da hiçbir şeyi belli etmiyor, Mete'yi adam etmeye çalışıyordu. Kızıyor, bağırıyor, bir kaşık suda boğacakmış gibi hiddetleniyordu Mete'ye.
Mete bugüne kadar üzerine aldığı her işi yüzüne gözüne bulaştırmış, rezil etmişti. Son şans olarak inşaat işine vermişti İnan bey onu. İlk olarak girdiği hastane inşaatı ihalesini almış,
181
havalara girmişti. Şu günlerde yine çok büyük, uluslarası bağlantıları olan bir ihaleye giriyordu.
—"Bu ihaleyi kaybedersen, sen de kaybol. Artık son şansın bu" demişti İnan bey.
İşi çok ciddi ve sıkı tutuyordu. Artık durumunun farkındaydı. Eve de gitmiyordu." Sakın eve gelmesin. Gözüm görmesin onu" diye haber göndermişti Hilal. Ve bir adım daha atıp, boşanma davası açmıştı.
Mete'ye duruşma ilamı gelmiş, ama mahkemeye gitmemişti. Diğer duruşmalara da gitmeyecekti.
İhaleyi alacağına kesin gözüyle bakıyordu. Bu sebeple mağrur bir tavır takınmıştı. Görünürde başında olduğu şirketin karşısında kimse duramazdı. Rakiplerine karşı gerekli önlemi almış, bazılarına ihaleden çekilmeleri ya da yüksek fiyat vermeleri karşılığı pirim de vermişti.
Ama ihalede karşısına, hiç beklemediği bir rakip çıktı. Doğrusu, rakibi işini iyi biliyor, oyunu kurallarıyla oynuyordu.
Tüm gayretine rağmen, ihaleyi rakibi almıştı. Bu adam, Ci-han'dan başkası değildi.
Mete, perişan bir vaziyette şirkete döndü. Neticeyi öğrenen İnan bey çıldırmıştı adeta. "Seni bir daha gözüm görmesin" diyerek onu şirketten kovdu.
Hilal ise, meseleyi öğrendiğinde, ihaleyi kendi şirketleri kaybettiği halde, için için sevindi. Bir kez daha gurur duydu Ci-han'la. Bu ders Mete'ye çok pahalıya, bir daha dönememecesi-ne, işinden olmasına malolmuştu.
* * *
182
"hayat uzadı
oyunu bozdu hamleler
teslimiyeti özledim
sessizliği de..."
14.
Bazıları mutluluğu yaz yağmuruna benzetirler. Bazıları içinse dengini bulmaktır mutluluk. Bazıları, hani şu şair ruhlu insanlar için ise mutluluk, acı duymak, acıyı sevebilmektir. Aşkın en güzel saadeti, sevmenin verdiği hazdır onlar için. Bunun sonucu, acı çekmek, hasret ve hüzün olsa da.
Cihan da böyle düşünenlerdendi. Acının kendisine sevdalanmış, mutluluğu sadece sevmekte aramıştı. Kavuşmasa da, sevgisi, sevmiş olmanın hazzı yetiyordu ona.
Böylece yıllar geçti. O bütün güç, gayret ve enerjisini işine, okuluna vererek ve kendine zaman ayırmadan delicesine çalışarak avunmaya verdi. Bütün mesafeleri koşmayı sığınak bildi kendine.
Çok şeyler yapmış, kendini herkese kabul ettirmişti. Aldığı önemli ihaleden sonra işi biraz rölantiye almış, büro işine ağırlık veriyordu. Günün birkaç saatini büroya ayırmakla beraber, yine de işinin başındaydı. İhalenin sorumlusu ve başarının mimarı olarak şirketteki hisseleri de biraz daha artırılmıştı Sim bey tarafından. Su işinde ise fizibilite raporları hazır sayılırdı. Kaynak tesbiti, tesbit edilen kaynakların su rezervi, suyun tadı ve sağlığa uygunluğu, işletme yönünden maliyet ve riskleri, ulaşım ve benzeri konularda gerekli çalışmalar tüm hızıyla devam
183
ediyordu. Su tesisleri işi 1984 yılına programlanmıştı.
1983 Nisan ayı sonlarında bir telgraf aldı. Teyze kızı Zeynep'le kocası Salih bir trafik kazası geçirmişlerdi. Salih'in durumu ağırdı. Hemen, ilk uçakla Ankara'ya uçtu.
Doktorlar Salih'ten ümidi kesmişti. Zeynep bu kazayı hafif yaralarla atlatmıştı. Ama onun da bir başka ölümcül derdi vardı.
Salih, Cihan'in geldiğini öğrenince, hemen onunla görüşmek istedi. Bunun son isteği ve hayati bir mesele olduğunu söylemişti. Cihan, gidip Salih'in başucuna eğildi. Salih mecalsiz haliyle elini Cihan'a uzatıp, elinden tuttu:
—"Cihan kardeşim, ben gidiciyim, hakkını helal et."
—"Kendini bırakma Salih. Hakkım helal olsun ama Allah'tan ümit kesilmez. Sen yaşayacaksın. Hem yorma kendini."
—"Yok, yok Cihan... Benden artık ümit yok. Yalnız senden son bir isteğim olacak. Bunu sana vasiyetim bilmelisin. Ve tutacağına da yemin et bana."
—"Senin için elimden gelen, yapabileceğim herşeyi yapmaya hazırım kardeşim."
—"Zeynep ilik kanseri. Hastalığı da çok ilerledi. En çok altı ay yaşar, diyor doktorlar. Durumundan kendisi de habersiz. Sen onun akrabası ve çok yakınısın. Onu sana emanet ediyorum. Ortalıkta kalmasın. Mutlaka nikahına al. Bu, bir kardeşin olarak senden son ve tek isteğim. Lütfen..."
Çok zorlanarak söylediği bu sözler Salih'in son sözleri oldu. Kelime-i Şehadet'i zor söyleyen Salih vefat etmişti. Hem de kendisine dünyanın en ağır yükünü bırakarak.
Cihan, Salih'in bu vasiyetini görev bilmişti ama, kendini çıkmazda hissediyordu. Herşeyden önce Zeynep, süt kardeşiydi, onu nikahlayamazdı. Dinen onunla nikahlanmaları haramdı. Ama hâlâ Zeynep'in bu süt kardeşliği meselesinden haberi yoktu.
184
Salih aynı vasiyeti, ölümcül bir hastalığa yakalandığını gizleyerek Zeynep'e de açıklamıştı. Galiba Salih, Zeynep'in hastalığından habersiz olarak tekrar, bir başkasıyla evlenmesinden, ölümü biraz gecikirse de bir çocuğunun olmasından korkmuştu. Bu vasiyetle onu Cihan'a emanet edip, nikahla da beraberliklerinin dini bağını kurup bu meseleyi halletmek istemişti.
Zeynep hastaneden çıkınca, bu vasiyeti Cihan'a söyledi. Cihan, onun çok yakında öleceğini düşünerek, sen benim süt kardeşimsin, diyemedi. Onu üzmek, vasiyeti çıkmaza sokup, onun bir başkasıyla evlenmesine zemin hazırlamaktan korkmuştu. Zaten dört ay iddet süresi vardı. Bu sürede nikah haramdı. Sonrasında da, bana zaman tanı, diyerek durumu idare edeceğini düşündü. Bu düşünceyle Zeynep'i karşısına alıp konuştu:                c
—"Zeynep, sen benim kardeşim gibisin. Seninle beraber büyüdük. Hem sonra, biliyorsun bir başkasını sevdim ben. Ona kavuşamadım ama ona bağlandım. Sana koca olamam. Elimi bile süremem sana. Seni bir kardeş olarak çok seviyorum, ama bir eş olarak asla. Bu konuda bana zaman tanırsan, zaten bir süre iddetin var, sonrası da zamanla belki birşeyler değişir. Şimdilik seninle resmi nikah kıyalım, fitneyi önleriz. Benim evde, bir kardeşim gibi kal, dışarıya karşı evli gözükürüz, sonra da, eğer durum değişirse, iddetinden sonra dini nikah kıyarız."
Zeynep durumunu bilmiyordu ama öleceğinin bilincindeydi adeta.
—"Cihan, ben seni her şekilde sevmiştim. Ama, çok sevip bağlandığım Salih'i de kaybettikten sonra ben de sana eş olamam. Benim de, belki senden fazla zamana ihtiyacım var. Üstelik kendimi iyi hissetmiyorum. Ama sebebini anlayamadım, Salih bu konuda çok ısrar etti. Hatta bana yemin ettirdi. İlle de seninle nikahlanmamı istedi. Bu onun tek ve son vasiyeti oldu. Bana elini sürme, ama beni nikahına al."
Bu durumda, evcilik oyunu oynayacaklardı. Dışa karşı evli
185
gözüküp, evde bir tür himaye görevi yükleniyordu Cihan'a. Zeynep için de oldukça zor bir durumdu. O da fazlasını istemiyordu zaten. Resmi nikah yapıp İstanbul'a döndüler. Cihan, görünürde evli olarak tekrar işlerinin başına döndü.
* * *
Bugün üçüncü kez mahkemeye gidecekti. Mete önceki iki duruşmaya gelmemişti. Hilal'in avukatı "uyarma kerizi", üçüncü duruşmaya da gelmezse mahkeme senin isteğin doğrultusunda karar vererek bitirir bu evliliği, demişti. Mete'nin bugün de duruşmaya gelmemesi için dua ederek gidecekti mahkemeye.
Hazırlanıp mahzun bir gönülle mahkemeye gitmek için evden çıktı. Vakit oldukça erkendi. Mahkeme öğleden sonraydı. Direksiyona geçip, isteksizce bastı gaz pedaline. isteksizliği boşanma konusunda değildi, içinde garip bir sıkıntı vardı. Kolay değildi. Nelerini vermememiştiki bu evliliğe.... Sevgisi bu evlilikle hasrete dönüşmüş, gurbete çevrilmişti. Bu evliliğe ömrünün en değerli beş yılını, gençliğini, hayatının baharım vermişti. Kederinin, isteksizliğinin sebebi buydu.
Direkisyonu Altıyol'dan Bahariye caddesine, adliye istikametine kırdığında bambaşka duygular sarmıştı benliğini. Yavaş ilerleyen sıkışık trafikte sabırla ilerledi. Yavaş gitmenin de verdiği sıkıntıyla, etrafi seyrediyordu. Adliyeye yaklaştığında bakışları kalp atışlarını yükselten bir tabelaya takıldı. Tabelayı defalarca okudu. "HİLAL MALİ MÜŞAVİRLİK VE HUKUK BÜROSU—Avukat Cihan AKIN". Tabeladaki yazı buydu. Demek, Cihan verdiği söze ve yemine bağlı kalmış, bir tek davayla da olsa avukatlık yapacağım, diye ettiği yemini yerine getiriyordu. Peki bunun için yer satın alıp, büro açmaya ne lüzum vardı. Cihan'm çok iyi, çok başarılı olduğu bir işi vardı. Avukatlık yapacaksa, bunu pekala tanıdığı bir avukatın bürosunda yapabilir, bir iki davaya böylelikle bakabilirdi. Ömür boyu avukatlık yapacak değildi ya.
Cihan'ın böylesi şartlarına rağmen büro açmasını çözeme-
186
misti. Bir süre karasızlıktan sonra arabasını sağa çekip, müsait bir yere parketti. Heyecanını yenebilmek için, büronun bulunduğu iş merkezinin önünde birkaç dakika durdu. Tabelayı yeniden okudu. Cihan şu anda kendisine bir nefeslik mesafedeydi. Merdivenleri heyecanla çıkıp, ikinci katta büronun kapısının önünde durdu.
Kapı açıktı ve tam karşıdaki masada, önündeki dosyayla meşgul olan biri vardı. Yüzü, önündeki klasörün arkasına gizlenmiş, tanınmıyordu. Derin bir nefes aldı:
—"Afedersiniz ben!!."
Masanın gerisindeki adam başını klasörden kaldırınca onun Cihan olmadığını gördü. Sükût-u hayale uğramışta.
—"Ben Cihan beye bakmıştım" diye tamamladı. —"Buyrun. Siz Hilal hanım olmalısınız?" —"Ama siz beni nereden tanıyor sunuz?!" Bürodaki adam manalı bir şekilde gülümsedi.
—"Geçin..." dedi. "Cihan beyin özel odasında bu sorunun cevabını bulacaksınız."
Girişteki salondan sağa, geniş bir odaya geçtiler. Burası tam Cihan'ın zevkini ve gönül enginliğini yansıtır bir tarzda dekore edilmişti. Aydınlık simasıyla, oldukça hoş birine benzeyen adam, bir adım öne geçerek masanın tam karşısına gelen duvardaki tablonun üzerindeki perdeyi açtı. Tabloda Hilal'in fotoğrafı yeralıyordu.
Fotoğraf başı açıkken çekilmişti. Başını yana eğip, elini çenesine destek yapmış, dalgın ve manalı bakışlarında hüzün vardı. San saçları, ipekten tüller gibi omuzlarına dökülüyordu. Mavi gözleri, dalgasız bir denizin engin ufku gibiydi. Cihan bu fotoğrafı ne zaman çekmişse, harika çekmişti. Gözleri dolu dolu, bir süre bu fotoğrafı seyretti. Yanıbaşındaki koltuğa adeta yığı-lıverircesine oturdu.
187
—"O nerede şimdi?"
—"Cihan bey şuan ilk davası için adliyede." —"Beraber mi çalışıyorsunuz?"
—"İsmim İbrahim. Beraber çalışıyoruz. Ben aslında iktisatçıyım. İzmir İktisat ve İşletme mezunuyum. Cihan'la lise yıllarından arkadaşız. O zamanlar bir an bile ayrılmazdık. Sınıfımız, hatta oturduğumuz sıra bile aynıydı. Sonra lise bitti, ayrıldık. O Ankara'da daha sonra İstanbul'da, ben ise İzmir'de okuduk üniversiteyi. Uzun süre görüşmedik. Birkaç ay evvel beni aradı, o günden beri tekrar beraberiz."
—"Bana onu anlatsana. Nasıl, ne yapıyor? Ondan bahset işte."
İbrahim derin bir iç çekti, geçip masaya oturdu. Belli ki Cihan için üzülüyordu. İki elinin parmaklarını birbirine kenetleyip, masanın üzerine koydu.
—"Cihan'ın en yakın arkadaşı ve sırdaşıyım, Hilal hanım. Onun neler çektiğini, nelerin derdini taşıdığını en iyi bilenlerden biriyim. Herkese açılmaz. Sırrı beye, bir iki edebiyatçı arkadaşına ve bir de bana açar sıkıntılarım.
O sizi hiç unutmadı, unutamadı Hilal hanım. Adeta karasevda onunkisi. Meşgul olup unutabilmek için bir saniye boş durmuyor. Belki biliyorsunuzdur, üç yıla yakın zamandır Sırrı beyin şirketlerinin yöneticiliğini yapıyor. Sırrı bey ona çok güvenir ve onu çok sever. "Onu tanıyalı insanları sevmeyi, güvenmeyi öğrendim. İşlerim de bir kaç defa katlanarak gelişti. O benim herşeyim" der. —"Biliyorum."
—"Başarılı bir yönetici. Amerika'da iki yıl ihtisas yaptı. Onu hepimiz sever, sayarız. Yaşıt olduğumuz halde, bazen abi deriz ona. O bizim için bir abi gibidir. Daha olgun, şuurlu ve yetişkin. Onun içinde daima bir çocukluk gizli olduğu halde, hiçbir zaman çocuk olmadı."
188
—"O yönlerini iyi tanırım" dedi Hilal. "Şimdi nasıl? Sen onu anlat."
—"Sim beyin şirketlerinde belli bir hissesi de var. Yeminim var, deyip bir de burasını açtı. Burası, biraz onun hatıralarını, eski günlerini seyrettiği, kendisiyle başbaşa kaldığı bir yer. Şu pencereden uzun süre dışarıyı, caddeyi seyreder. Buranın mülkiyeti ve herşey ona ait. Ama, burada çoğunlukla ben kalırım.
"Özel hayatında yapayalnız. Münzevi bir hayatı var. Bir hafta öncesine kadar evlenmemekte direndi. Geçen hafta ansızın, garip bir şekilde evlendi. Teyzesinin kızıyla kocası trafik kazası geçirmişti. Onların yanına gitti. Teyze kızı Zeynep'in kocası kazada vefat etmiş, onun vasiyetiymiş herhalde. İşin burası oldukça garip. Bir insan ölürken hanımını nikahlamasını arkadaşına vasiyet ediyor. Bunu bir türlü aklım almadı. Kısacası, vasiyet gereği Zeynep'le orada nikahlanmış. Bir tür himaye, anlayacağın. Buna bence, hiçbir şekilde evlilik denemez. Dedim ya, onu iyi tanırım. Onun gönlündeki sevdayı kolay kolay, hiçbir şey söküp atamaz. Kalbinde de bu sevda varken, o bir başkasına yâr olamaz."
Hilal, son cümleleri kulaklarının uğuldadığı zor bir atmosferde dinledi. Bir kez daha yıkılmıştı. Çok değil bir hafta önce boşansa, arada hiçbir engel yokken, şimdi yeniden buz dağları girmişti araya. Acaba Cihan, unutabilmek, avunmak için mi evlenmişti? İbrahim'in dediği gibi, bir tür himaye miydi bu evlilik? Mecbur mu kalmıştı? Ama nasıl bir mecburiyet olabilirdi ki?.. "Başkasını sevemem" demişti ayrılırken. Şimdi sevebilmiş miydi acaba?
Onun mutlu olduğunu bilse gam yemezdi. Başka şey sormadan, perişan bir halde bürodan ayrıldı. Kendisi boşanıyordu, bu sefer Cihan evlenmişti. O bekar da olsa, ben boşandım, gel evle-nelelim, diyemezdi. Ama Cihan, boşandığını öğrenir öğrenmez, evlenmemiş olsa, mutlaka kendisiyle evlenmek isteyecekti.
Öğleden sonra Necla, boşanma avukatıyla beraber mahke-
189
meye geldi. Necla da avukattı ama Mete'yle de dost olduğu gerekçesiyle davayı almamıştı. Ama Hilal'i destekliyordu.
Mete üçüncü duruşmaya da gelmedi. Hakim, Hilal'in avukatının dediği gibi, onları boşadı.
Mete'yi son anda birileri uyarmış ya da aklı başına gelmiş olmalı ki, adliyeye koşmuştu. Ama duruşmaya yetişememişti. Neticeyi öğrenince çılgına döndü. O, olmayan gururunu hiçe sayıp, adliye koridorlarında herkesin gözü önünde kendini yerlere atıp Hilal'in ayaklanna kapandı, af diledi. Yalvarıp yakardı. Herşeyi bırakacağını, evine bağlanacağını, Hilal nasıl isterse öyle biri olacağına dair yeminler etti, söz verdi. Ama artık Hilal'i inandıramazdı. Herşey bitmiş, artık asla geri dönülemeyecek bir noktaya gelmişti. Bugüne kadar niçin bu evliliği körü körüne devam ettirdiğine şaşıyor, kendine kızıyordu Hilal. Çünkü geç kalmıştı.
Arabasını alıp eve geldiğinde üzerinden ağır bir yük kalkmış gibi hissediyordu kendini. Ama perişandı. Bu kararı vermekte gecikmiş, kavuşmaları yine imkansızlaşmıştı. O evliydi artık. Yıllarca direnmiş, kim bilir belki artık ümidini kestiği için evlenmişti. Peki niçirı aralarındaki mesafeyi iyice açmak, geçmişe sünger çekmek yerine, mezuniyet merasimine davet etmiş, yemden örtünmesi hususunda ilgilenmiş, niçin büronun adını "Hilal" koymuştu? İşkence mi çektirmek istiyor, intikam mı alıyordu kendisinden? Hayır, o bunu yapamazdı. Anlaşılan o da unutamamıştı. Belki kaçış, belki İbrahim'in dediği gibi himayeydi. Mecbur mu kalmıştı? Ama nasıl bir mecburiyet olabilirdi ki?
Kafası karmakarışıktı. Beyni adeta kafatasına sığmıyordu. Anlaşılan kavuşamıyacaklardı. Kader aralarına hep engeller koyuyordu. Unutamıyorlardı da. İkisi de bu gönüllü köleliğe mahkum muydular? Beynini akıl almaz cevapsız sorular, bombardıman ediyordu. Son çare olarak yatağa kapanıp bir müddet ağladı.
190
Ağlamak iyi gelmiş, biraz rahatlamışta. Kalkıp abdest aldı, ikindiyi kıldı. Dadısıyla parktan dönen Cihat'ı bağrına bastı. Hâlâ gözlerinden yanaklarına yuvarlanan gözyaşlarını ondan gizlemeye çalıştı.
—"Yine kavuşamadık yavrum. Seven gönüllere yine hasret düştü. Yine sabretmek düştü bize. Prangaları ben kırdım, bu sefer onu mahkum etti aynı zincirler. Kader ağlarını hep aşılmaz ördü, hep amansız engeller koydu aramıza. Kavuşmayı hak etmedik mi? Kavuşsak savgimizi mi kaybedecektik acaba? "
Dolaptan hatıra defterini aldı. Hatıra defterine bir zamanlar onun yazdığı yazıları, o günleri yeniden yaşayarak okudu. Defterde okuduğu şiirin mısraları gözlerinde dirilirken Cihan'm sesi de adeta kulaklarında yankılanıyordu.
Müdür bey dert dinler bugün mâruzât Çatık kaş hükümet dedikleri zat Beni Allah tutmuş kim eder azâd
Anlamaz yazısız pulsuz dilekçem Anlamaz ruhuma geçti dilekçem
Ayrılıktan, hasretten azâd olamıyorlardı işte. Ruhlarına geçen sevgi bilekçesi ve aralarına giren mesafe kelepçesi... Birinden sıyrılıp diğerinin bütün varlığında paslanan hasret prangası... Sürüp giden, daha ne zamana kadar devam edeceğini bilemedikleri, belki hiç bitmeyecek münzevi gurbet hayatı. Somurtuş ki bıçak nara ki tokat Zift dolu gözlerde karanlık kat kat Yalnız seccademin yününde şefkat
Beni kimsecikler okşamaz madem Öp beni alnımdan sen öp seccadem
Keder ummanlarmda çırpımrken, mısralarda adeta Ci-han'la konuşurken telefonun sesi onu bu ummandan çekip aldı.
191
İsteksizce telefonu açtı.
—"Alo Hilal! Selamünaleyküm, ben Cihan."
—"Niçin aradın?"
—"Büroya uğramışsın, biraz bekleseydin."
—"Beklemedim."
—"Nasılsın, sesin iyi gelmiyor?"
—"Sana ne?!."
Cihan'ın sesi değişmiş, ağlamaklı olmuştu.
—"Nasıl bana ne?"
—"Sana ne işte. Evli bir erkek olduğunu unutuyorsun herhalde. Artık hanımına sormalısın bu soruyu."
—"Keşke seninle herşeyi konuşabilseydim. Ama yapamıyorum. "
—"Konuşacağımız hiç birşey yok artık. Hadi sana mutluluklar dilerim."
—"Haklısın. Ne diyebilirim ki..."
Cihan, "hoşçakal" diyerek, telefonu kapatıyordu ki, Hilal ona çok katı ve insafsızca davrandığını düşündü. Kıyamamıştı.
—"Cihan bir dakika, kapatma" dedi ve devam etti. "Cihan, canım...Sana böyle davranmak istemezdim. Ama başka birşey düşünemiyorum. Ne olur bana kırılma. Bugün bürona uğradım ve herşeyi öğrendim. Sen artık başkasına aitsin. Beni ihanet yaraladı, seni de aynı duruma düşüremem. Ne olur bir daha görüşmeyelim. Ne birbirimizi görelim, ne de birbirimizin sesini duyalım. Unutmak zorundayız birbirimizi. Evinde ailenle mutlu olmaya çalış."
—"Seni çok iyi anlıyorum. Ama içinde bulunduğum amansız girdabı anlatamıyorum. Belki birgün ne demek istediğimi anlayacaksın. Ama ne zaman, onu bilemem. Hoşçakal. Sen de mutlu ol. Canım!.."
192
Hıçkırığı andıran, fısıltı halinde duyulan "canım" sesiyle telefon kapandı. Hilal çıldıracak gibiydi artık. Ona, herşeyi daha da zorlaştırmamak için, bugün boşandım diyememiş, gizlemişti bunu ondan. Tahammülün son perdesindeydi. Herşeyden kaçmak istercesine, bir uyku ilacı alıp yatağa kapandı.
* * *
İnsan yaşadığı, nefes alıp verdiği müddetçe, zamanın akışını durduramıyacaktı. Zaman geçecek, günler, aylar derken ömür geçecek, devran dönecekti. Geçmiyor dense de geçecekti, geçiyordu zaman. Hilal, bu geçen zaman sürecinde boşanmış, buna alışmaya çalışıyordu.
Belki biraz açılırım, rahatlarım düşüncesiyle seyahate çıktı. Floransa'da ve Venedik'te ikişer gün kalıp, Los Angeles'a Asu-man'ın yanına uçtu. Asuman, Amerikalı bir katolikle evlenmiş, Los Angeles'a yerleşmişti. Ayrıca Hilal'in halası da Florida'da oturuyordu. Bir haftayı da Asumanlarda ve halasında geçirip, Mayıs'ın onbeşinde geri döndü.
Nail, boşandığını haber almış, tekrar evlenme teklif etmişti. O artık çok zengindi. Tekstil işi çok iyi gidiyordu. İhracata dönük çalışıyordu. Ayrıca Londra'da da iki şirketin sahibiydi. Hem Londra'da hem Türkiye'de inşaat işi yapıyordu. Londra'ya yerlesşmiş, zamanının çoğunu orada geçiriyordu. Cihan'ln da oldukça varlıklı duruma geldiğini öğrenmiş; "Seni sevenler hep mutsuz, ama zengin oluyor. Mete de gerçekten sevseydi, o daha zengin olurdu" diye espri yapmıştı.
—"Dünyayı ayaklarının altına sererim. Artık evlenme teklifime evet de" diye ısrar etmişti. Ama Hilal bu teklifi yine reddetti.
İstanbul'da, babasının hazırladığı güzel bir sürpriz karşıladı onu. Babası ona Büyükada'da bir yazlık ev satınalmıştı. Ayağının tozuyla ertesi gün Büyükada'ya geçti. Yazlık evi kelimenin tam anlamıyla harikaydı.
193
Kadıyoran yokuşundan sağa dönen, akasya ve çınar ağaçlarının gölgelediği yolun alıp getirdiği müstesna bir mekan, harika bir yalı.
Geniş bahçenin ortasındaki malikane, yeşilliklerin ortasında, durgun sularda süzülen beyaz bir kuğuyu andırıyor. Bahçe kapısından içeri girdiğinizde kendinizi cennet gibi bir güzelliğin ortasında buluyorsunuz. Bahçede kocaman bir yüzme havuzu, renk renk mevsimlik çiçekler, güller, begovilyalar, yemyeşil, halı gibi çimen, büyük feniks ve palmiyeler, yol tarafında bir iki, asırlık sedir ağacı, bütün bunlar bir balerin fîgürüyle inen merdivenlerden inilen bahçeyi, bambaşka bir dünyanın, bir rüya aleminin bir parçası haline getiriyordu.
Güzel, yarım daire şeklinde pencereler, geniş balkonlar, petek cumbalar, zarif mimari. Kısacası dış kompozisyon mükemmel.
Hilal, babasının hiç bir fedakarlıktan kaçınmadan, bir mimara yaptırdığı iç dekorasyona, dış mimari stile, engin bir gönül zevkini sergileyen bahçe düzenlemesine, herşeye büyülenmişti adeta. Ama neye yarardı. Bu altın kafesler gönül esaretini ne kadar giderir, ne kadar teselli edebilirdi ki. Kalamış'taki kışlık ev, Adadaki bu yeni yazlık, ikisi de birer modern hapishaneydi Hilal için. Bir insanda bunlar olmayabilirdi. Bir zamanlar Cihan da yoktu, şimdi olmuştu. Ama aralarına örülen duvarlar, gönlüne çöreklenen yalnızlık... Buna kim çare bulacaktı?
* * *
23 Mayıs 1983. Duyduğu haber bomba gibi düştü Cihan'ın yüreğine. "Ölüm düğün bayram" diyen üstad Necip Fazıl, o bayrama visal olmuş, Hakk'a yürümüştü. "Alimin ölümü alemin ölümü gibidir" hadisi şerifini hatırladı. İçine bir alev düştü, gözleri dolu dolu oldu.
Onu tanıma bahtiyarlığına ermişti. Fikirlerinden, şiirlerinden, o muazzam ifade gücünden çok faydalanmış, şiir ve fikir anlayışını onun izinde şekillendirmeye gayret etmişti. Daha bir
194
hafta evvel Erenköy'deki evinde ziyaret etmiş, gözlerinden pırıldayan, beyaz sakallarına yansıyan nur ve huzuru, gönül enginliğini doyasıya seyretmişti.
Haberi alır almaz, ilk vapura attı kendini. Bostancı'dan arabasını alıp Ethem Efendi caddesindeki, üstadın evinin yolunu tuttu. Kendisi gibi haberi duyup koşup gelen, uzun zamandır görmediği yüzlerce aşina yüzle karşılaştı. "Buluşabilmemiz için ille de böylesi bir sebep, bir ölüm mü gerekiyor" diye sitem ettiler birbirlerine.
25 Mayıs Fatih Camii ve civarı bugüne kadar görmediği, mahşeri bir inananlar seliyle dolup taşmıştı. 26 Mayıs 1905'te atmaya başlayan bu kalp ne tevafuktur ki yine ikinci doğumuna ebedi vuslata hemen aynı gün başlıyordu. Yıllarca edebiyat ve mücadele dünyasında yankılanan bu ses, yine yaşadığı gibi ardında güzel bir şada bırakarak, "Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber" dediği, güzel olarak vasıflandırdığı ölümle ebediyete çekilmişti.
Cihan adaya dönerken üstadın vasiyeti benliğinde yankılanıyordu. "Allah'ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını! Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerine toplayınız..."
Vefatı üzerine günlerce yazıldı, çizildi, konuşuldu. Sağlığında adını ağzına almaya korkanlar, onu yokluğa mahkum etmek isteyenler bile medhiyeler, mersiyeler düzdüler ardından.
Olup bitenler birbiri ardına vurgun gibi şakaklannda yalım-lanan acılar birkaç gün işe gitmeyip, Adada yalnız kalmaya zorladı onu. Bu mevsimde Adada yalnızlığın tadı başka olurdu. Güneşi bir başka olur, bir başka olurdu bu mevsimde günün ba-faşı. Güneş, Heybeliada'nın omuzlarından denizin sularına upuzun uzanıverir, altın bir köprü gibi Dilburnu'na kadar gelip, burnun ucuna vuran küçük çırpınmalar, dalgalarla taşlara çarpıp erirdi. Sonsuza uzanan bir yolda koşar gibi dalıveresi gelirdi insanın, bu yakamozdan kıpkırmızı köprüye.
195
Dilburnu'nun en uç noktasında günbatımını bu duygularla seyretti. Güneşin, Sivriada'nm üzerinde fersiz süzülüşünü, sularda kıpkırmızı çırpınarak can çekişmesini, bulutlara kızıllığını akıtıp, sünger gibi, bu kızıllığı bulutların emişini uzun uzun seyretti. Gurup alevleriyle yandı, kavruldu benliği. Acı bir tebessüm gözlerinde depreşip dudaklannda kilitlendi. —"Beş koca yıl... Zaman nasıl da geçiyor." Yerden aldığı taşları, Yörükali tarafında denizde konaklayan martılara doğru attı. Martıların, denize düşen taşlardan ürküp, telaşlı gürültülerle kaçışını seyretti. Hep böyle yapardı. Vi-ranbağ'ın ilerisindeki inziva yerinden, uçurumun dibindeki koya sığınan yüzlerce martıyı böyle taşa tutardı. O koyun dalgın sularına sığınan martılar gibi gönlüne konaklayan hasreti kovardı adeta.
İçinde kopan fırtınalar, yüreğinden kovamadığı yalnızlık yiyip bitiriyordu için için. Kalkıp yürüdü. Bahçe kapısından gölge gibi içeri süzüldü. Bahçede bir süre dolaştı. Erken açmış bir gülü kopanp kokladı. Birkaç tane daha koparıp odasına geçti. Masanın üzerindeki vazoya gülleri koyup, bir kitap aldı, kanepeye uzandı.
Ertesi sabah erkenden kalktı. Günlerdir uyku nedir unutmuştu zaten. Üstadın vefatı, bu evlilik oyunu, kendisini buna mecbur eden Zeynep'in hastalığı, artık yüreğine sığmayan hasret... Hepsi birer yıldırım ateşiyle kül ediyordu canevini. İşte bu duyguların yüküyle uyumadan çıkmıştı bu sabaha da. Mehtap, koyun durgun sularından çekilirken, yerini biraz sonra saçlarını çözüp suyun derinliklerine salıverecek olan güneşe bırakıyordu. Suda mehtaba ait son gümüş pırıltıları seyretti. Küçük tahta iskelede, dalgın bakışlarla gidip geldi.
Güneş, İsa tepesinin omuzlarında gülümsediğinde, bir iki kitap alıp, Viranbağ'ın yolunu tuttu. Biraz sonra, sol elini şakağına bastırmış engin denizin durgun sularında bakışlarını sa-bitleştirmiş, kendi iç dünyasının kimbilir hangi flu iklimine dalıp gitmişti.
196
"Derd-i hasretle neler çektiğimi ben bilirim Hangi yanıma baksam yalnızlığın dev aynası"
15.
İzahı zor bir kavram, yaşanması güç bir meseledir yalnızlık. Bu, sadece fiziki manada yalnızlık demek de değildir. Gün olur, insan kendisini öylesine yalnız hisseder, bu o kadar devasa boyutlara ulaşır ki, etrafında yüzlerce insan olsa da, kalabalıklar ortasında bile kendini, ıpıssız bir çöldeymişçesine yapayalnız hisseder. Bazı yalnız insanların yüreğinde ise, onu teselli edecek öyle hatıralar, güzellikler vardır ki, o bu tesellileriyle yapayalnız da olsa bir ömür boyu mutlu olabilir. Yalnızlığın en korkunç olanı gönül yalnızlığı, sevgi yalnızlığı, yürekteki yalnızlıktır kısaca. O ateştir, en kızgın çöllere sürüp kavurur, süründürür insanı.
Hilal'in de yüreğini kavuran, pırıl pırıl mevsimi kasvetle dolduran işte bu yalnızlıktı. İçindeki bu fırtınadan kaçabilmek için arkadaşlarıyla beraber, babasının kendisi için Adada aldığı yazlığa taşındı. Tebdîl-i mekanda hayır vardır, derler. Hilal'e de iyi geldi bu değişiklik.
Cuma günü, akşam üzeri, beş vapuruyla geçmişlerdi Adaya. İlk akşam yazlığa yerleşmekle geçti. Yerleşme işi, ilk gün için de olsa, tamamlandıktan sonra, misafirlerini odalarına uğurla-yıp Cihat'ı da yanına alarak odasına çekilmişti.
Sabahleyin erkenden, garip bir rüyayta uyandı uykusundan. Bir ses dolduruyordu odanın içini. Bu, Cihan'in sesiydi ve Yasin okuyordu. Uyandığında bu sesi rüyasında değil, gerçekten duy-
197
muş gibi hissediyordu kendini.
Yatarken pencereleri açık bırakmış, dışardan pancurları kapatmıştı. Ahşap pancurların arasından güneşin ilk ışıklan töl-leniyordu. Gidip parcurlan açtı. Dışarda biriken ılık rüzgar odanın içine doldu. Alev sarısı saçları rüzgarda tül tül çözülüp savruldu. Komidinin üzerindeki defter sayfaları uçuştu.
Sabahlığını giyip, başörtüsünü örterek mutfağa indi. Dadıya ve hizmetçiye, kahvaltı hazırlamalarında yardım etti. Hava pırıl pmldı. Kahvaltı sofrasını bahçedeki masaya açıp, misafirlerin kalkmasını bekledi. Ada henüz tenhaydı. Etraftaki evlerde tek tuk hareketlilik göze çarpıyordu. On güne kalmaz, etraftaki yazlık köşk ve dairelerin hepsi dolardı.
Biraz sonra misafirleri Asuman, Necla ve Buket de kalkmışlardı. Beraber kahvaltılarını yaptılar. Havanın güzelliği ve yolların tenhalağına bakıp, yürüyüşe çıkmaya karar verdiler. Dadıya, henüz uykuda olan Cihat'a iyi bakmasını tembih edip çıktılar.                                     !
Manzaranın cazibesine kapılıp, epeyce yürüdüler. Vakit erkendi ve ortalık ıssızdı adeta. Viranbağ'a yaklaştıklarında hafif bir ürperti kaplamıştı yüreklerini. Buralarda bir aksilik olsa, birileri yollarını kesse, seslerini kim duyardı? Bu korkuya rağmen, aldırmayıp yürüdüler. Kır gazinosunu geçtiklerinde, korktukları başlanna geldi.
Gazinodan çıkan, muhtemelen orada sabahlamış, içkili oldukları her hallerinden belli dört kişi kesti yollarını. —"Ne o, kuşlar. Sabah sabah işe mi çıktınız?" —"Bana bakın!. Terbiyeli olmaz mısınız siz!." Dördü birden iğrenç bir kahkaha attılar. —"Terbiye mi dediniz? Onu kiraya verdik biz. Yük oluyordu da."
—"Söyleyin sabahın bu saatinde bizim için mi geldiniz?"
198
Hilal sesini yükseltip bağırdı.
—"Ahlaksızlık yapmayın! Hiç öyle birine benzer yanımız var mı?"
—"Ne yani? Bu vakitte ibadete mi çıktınız?"
—"Niçin çıktığımızın hesabını verecek değiliz size. Çekilin yolumuzdan."
—"Ya biz sorarsak..."
Cihan duyduğu iğrenç sataşmalarla daldığı iç dünyasından sıyrıldı. Sesler bulunduğu kayalığın yanıbaşmdaki ağaçların arkasından geliyordu. Sataşılanlar kim olursa olsun, sataşan sapıklar kaç kişi olurlarsa olsunlar önemli değildi. Böyle bir duruma seyirci kalamazdı. Elindeki kitabı taşın üzerine bırakıp yola atladı. İki adımda yanlarına ulaştı.
—"Durun bakalım. Bana sorun, neyin hesabını soracaksa-nız?"
—"Sende kimsin be.?. Sana ne, çek git işine!"
—"Öyle mi dersiniz? İşim bu benim. Bir kaç pis el iffete uzanacak ve ben çekip gideceğim, beni ilgilendirmeyecek öylemi?..."
—"... git be! Sana karışma dedik. Pezevengi misin sen bunların?..."
Bu sözler Cihan'ın kanını beynine hücum ettirdi. Hafif yan dönük olduğu sol tarafında, bu sözü söyleyenin çenesine, sol ayağının dışı ile öyle bir tekme yapıştırdı ki, tekmeyi yiyen kendi ekseni etrafında bir kez dönüp yüzü koyun yere kapaklandı.
Hilal şok olmuş, kanı donmuştu adeta. —"Aman Allahım ! Cihan!..." diyebildi.
Ne işi vardı bu saatte buralarda? Bu kaçıncı defaydı, böyle başı dertte olduğu anda ansızın karşısına çıkması? Yoksa, bir gölge gibi kendisini mi takip ediyordu? Peki, şimdi bu dört azmanla nasıl başa çıkacaktı?
199
Durum hiç de. Hilal'in endişelendiği gibi değildi. Zaten ça-kırkeyf durumdaki bu serseriler, Cihan'ın lokma olmadığını görüp, yere kapaklanan arkadaşlarını da bırakarak kaçmışlardı. Cihan yüzü, gözü kan içinde, yerde uzanan sarhoşun kolundan tutup ayağa kaldırdı:
—"Hadi bakalım, şimdi kaybolun gözümün önünden. Bir daha da terbiyenizi kiraya filan vermeyin. Bakın onsuz da olmuyor. Terbiyesizliğiniz size daha pahalıya malolabilir."
Gidip taşın üzerine bıraktığı kitaplarını aldı. Hilal'i karşısında görünce o da şaşırmıştı. Hilal, mavi kadife eşofman üzerine yazlık bir ipek abaye giymiş, başına açık renk, yine ipek bir başörtü örtmüştü. Cihan'a yaklaşarak:
—"Teşekkür ederim Cihan. Çok sağol" dedi. —"Böyle bir durumda kim olsa aynı şeyi yapardı. Rica ederim" diye karşılık verdi. "Bu erken saatte sizi buralarda görmek şaşırttı beni" diye tamamladı.
—"Doğrusu biz de şaşırdık, seni karşımızda görünce. " —"Ben buralıyım" dedi Cihan. "Üç yıldır Adalıyım, Hem de yaz kış. Amerika'dan döneli Adada oturuyorum." Peşinden Hi-lal'e bir adım daha yaklaşıp: "Sen de aramıza hoşgeldin" diye fısıldadı.
Boş bulunup Hilal'in elini sıkmıştı. Bu durumda diğerlerinin de, hoşgeldiniz diyerek elini sıktı. Yürüdüler. Hilal'in arkadaşları Cihan'ı gıyaben tanıyorlardı ama ilk defa bu kadar yakından görmüşlerdi. Necla bir kez Kadıköy'de görmüştü ama bir kaç dakikalığına.
Cihan, açık renk spor kıyafeti üzerine siyah bir derimont giymişti. Saçı sakalı bir hayli uzamış, bohem bir görünüşü vardı.
—"Adaya yerleşmek de nereden aklına geldi?" diye sordu Hilal.
—"Bilirsin, eskiden beri Adaların ayrı bir yeri vardır gönlümde. Nasipte de olunca bir gün adada bulduk kendimizi. Az önce söylediğim gibi, üç yıldır yaz kış Adadayım. Burada mün-zeviliği, sükuneti, kısaca bana ait çok şey buluyorum. Fırsat buldukça buraya, Viranbağ'a gelip kendimle başbaşa kalır, düşünürüm. Bilirsin, yalnızlığımı bir can dostu gibi taşırım."
Hilal, Cihanın kendi yazlığının yanındaki etrafındakilere nazaran daha mütevazi, iki katlı, yarı ahşap yalıda oturduğunu öğrendiğinde tuhaf bir duyguya kapıldı. Demek şimdi de komşu olmuşlardı. Bir taraftan birbirlerinin uzağına savrulurken, diğer yandan kader yine karşı karşıya getirmişti ikisini. Bu bir nevi işkenceydi. Zira, yakın olsalar da aralarındaki buzdan duvarlar yine aşılmazlığım koruyordu. Kendisi ayrılmıştı ama şimdi de Cihan evliydi.
—"Peki yıllardır gelmediğin Adaya senin nasıl yolun düştü? Birbirimizi görmeyeli ne hallerdesin?"
—"Sen evlenmişsin, ben de ayrıldım." —"Yapma!?."
—"Şaşılacak ne var ki? Bu evlilik zaten başlarken sakat kurulmuştu. Bu kadar nasıl sabrettiğime hayret etmelisin.
Senin de bildiğin gibi uzun zamandır adaya yazlığa geliniyordum. Bu yıl babam, biraz da boşandığım için beni teselli etmek istemiş olacak, senin oturduğun evin yanıbaşındaki yalıyı satın alıp bana hediye etti. Arkadaşlarla beraber yazlığa geldik biz de bu sezon."
Yazlığın önüne gelmişlerdi. Hilal, Cihan'ı kahve içmeye davet etti.
—"Buyur bir kahvemizi iç. Herşeyden önce bugün sana bir teşekkür borçluyuz. Hem sonra biz eski dostuz."
—"Teşekkür ederim, başka zaman inşaallah" dedi, ama Hilal ısrar edip, kahve içme teklifini kabul ettirdi.
200
201
Cihat uyanmış, dadısının kucağında bahçedeydi. Hilal, Cihana oğlu Cihat'ı gösterdi.
—"İşte benim oğlum, Cihan'ım, şey afedersin Cihat'ım." Dili sürçmüş, eskiden Cihan'a "Cihan'ım" dediği aklına takılmış, Cihat'ın gönlündeki ismi olan ismi kullanmıştı. Neyse ki bunu Cihatla ilgilenmeye başlayan arkadaşları duymadı. Cihan, Hilal'in küçük sevimli oğlu Cihat'ı kucağına aldı.
—"Allah bağışlasın. Cihat'ı!"
Cihat ismini, seni anlıyorum dercesine bir ses tonuyla söylemişti.
—"İsmin ne senin delikanlı?"
—"Cihat. Benim ismim Cihat."
—"OoLCok güzel... Kim verdi bu ismi sana?"
—"Annem..."
—"Peki, Cihat ne demek?"
—"Benim ismim demek."
Cihat'ın bu cevabına güldüler. Cihat da gülüyordu onlara. Cihan, ne güzel çocuk, diye geçirdi içinden. Neyse ki, Hilal'in misafirleri, Cihan'ın iyice uzayan saçı ve sakalları sayesinde, aradaki benzerliği farkedememişlerdi. Benzerliğin en bariz olan kısmı, çene yapısıydı. Cîhan'm sakallarının uzun olması bu benzerliği gizliyordu.
—"Cihat, sana isminin manasını anlatayım. Cihat, Allah için çalışmak, mücadele etmek, gerekirse savaşmak anlamına gelir. Büyüdüğünde sen de çalışacaksın değil mi Allah için?"
—"Tabi. Tıpkı Cihan amca gibi olacağım. Onun gibi müslü-man olacağım ve çalışacağım."
Demek Hilal, Cihat'a Cihan'dan bahsediyordu ve onun gibi olmasını istiyordu.
—"Cihan amcanı tanıyor musun sen?"
202
—"Annem tanıyor. Bana annem hep anlatıyor onu. Çok iyi bir insanmış. Ben de onun gibi iyi bir insan olacağım. İnsanlara yardım edeceğim."
Cihat çok tatlı ve pürüzsüz konuşuyordu. Cihan, o konuşurken hayranlıkla ve yüreğine kurşun eriyen bir ruh haliyle dinledi. "Annem onu tanıyor, çok iyi bir insanmış..." cümleleri benliğinde binlerce defa yankılandı.
—"Cihan amcanı tanımak ister misin?"
—"Tabi isterim."
—"Peki sen benim ismimi biliyor musun?"
Cihat bu soruya omuzlarım silkmiş, susmakla yetinmişti.
—"Bak Cihat. Benim ismim Cihan. Yani Cihan amcan benim. Yalnız, beni annen sana çok medhetmiş. Sanınm methettiği kadar değilim. Ama birgün, sen istediğin için olacağım."
—"Sen şimdi Cihan amca mısın?" Cihat'ın bu sorusuna Hilal cevap verdi: —"Evet oğlum, Cihan amcan bu amca."
Hilal kalbinden, "Baban, baban!.. O senin baban!.." diye defalarca tekrarladı. Cihat, Cihan'ın boynuna sarılmış, öpmeye başlamıştı. Demek, Hilal ona çok sevdirmişti Cihan'ı. O da Cihat'ı kucaklayıp bağrına basarak öptü.
Akşam üzeri güneş Heybeliada'nın omuzlarından yorgun argın, denize uzanıverdiğinde, yine hepsi beraber Hilalin yazlığının bahçesinde oturmuşlar, çaylar içilmiş, İslâm konusu ekseninde devam eden konuşmaları sohbete dönüşmüştü. Asuman'in kocası Amerikalı Davit de İstanbul'dan gelmiş, aralarına katılmıştı. Sohbet ağırlıklı olarak Cihan'la Davit arasında, İslâm'la Hıristiyanlık arası bir münazara olarak devam ediyordu. Davit'in yeterince Türkçesi vardı. Cihan da ihtisasını Amerika'da yapmış, iyi İngilizce konuşuyordu. Sohbet bazan Türkçe
203
bazan da İngilizce olarak devam ediyordu.
—"Davit bey... Kusura bakmayın, size Mr. yerine, bizim hitap tarzımızla, bey ifadesiyle hitabediyorum. Neticede, şu anda Türkiye'de olduğumuz ve Türkçe konuştuğumuzu göz önüne alırsak, umarım bunu hoşgörürsünüz.
"Size sormak istiyorum. Hıristiyanlığı yeterince biliyor musunuz? Ve kendinize din olarak seçerken neleri dikkate aldınız? Araştırıp diğer dinlerle, mesala İslâm'la mukayese ettiniz mi?"
—"Cihan bey, bilmenizi isterim ki, ben hıristiyan bir ülkede doğdum ve yaşıyorum. Ailem de aslen İtalyan ve katolik, dinine son derece bağlı bir aile. Kısaca bunu ben değil Tann istedi. Ve beni katolik olarak yarattı. Diğer sorunuz dinimi bilip bilmedi-ğimdi. Biz hıristiyanlar yeterince dinimizi biliriz."
—"Yani, din seçerken ailenizin tercihine uydunuz?"
—"Evet, öyle oldu."
—"Önce şunu vurgulamak istiyorum. Allah, hiç kimseyi, sen' hıristiyan olacaksın ya da musevi, sen mecusi, sen de müslü-man olacaksın diyerek, onun din tercihine hükmederek yaratmaz. Böyle bir durumda, yanlış tercihten hesap sorması adaletine ters düşer.
"Her çocuk, doğarken İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra ailesi ve yetiştiği çevre onun dinini şekillendirir. Yani, hangi dinin mensubuysa ona göre yetiştirir. Allah, insanı, ona belli bir irade vererek, iyi ya da kötü olmak, hak ya da batılı, hıristiyan-lık ya da İslâm'ı veya diğer dinleri seçme hususunda serbest bırakmıştır. Akıl, fikir ve irade vermiş, doğruyla yanlışı, hakla batılı göstermiş, bunların arasında yapacağı tercih hususunda imtihan etmektedir.
"Ailenizin tercihine uymanıza gelince. Ya yanlış tercih yapmışlarsa?! Ki, benim inancıma göre bu tercih yanlış."
—"Hayır, hayır... Doğru bir tercih bu." —"Peki, neye, hangi ölçüye göre doğru?
204
"Benim inancıma göre de benim dinim doğru ve hak. Oysa doğru tektir. Birbiriyle çelişen iki doğru olmaz. İki nokta arasından tek doğru geçer diye bir kaide vardır. Bu durumda ikimizin doğrusundan biri yanlış. Şu halde ikimizin doğrusunu karşılaştıralım. Objektif olarak. Neticede ortak bir doğruda birleşelim. "

—"Tamam, karşılaştıralım."
—"Şimdi sormak istiyorum. Dininizi kendi asli kaynaklarınızdan araştırdınız mı? Mesela, İncil'i daha doğrusu İncilleri okuyup üzerinde düşündünüz mü?"
—"Elbette."
—"Peki, garip, mantıksız ve saçma gelen, tutarsız bulduğunuz bir şey olmadı mı?"
—"Hayır. Niçin olsun?"
—"O zaman siz İncilleri sadece okumuşsunuz. Anlamak, üzerinde düşünmek gibi bir meseleniz olmamış. Doğruluğuna şartlanarak okumuşsunuz."
—"Bu kanaaate nasıl vardınız? Anlamadığımı da nereden çıkardınız?"
—"İncil'i, hatta İncilleri ben de okudum. Birbirleriyle tezatlar ve farklılıklarla dolu, Matta'yı, Yuhanna'yı, Markos ve Lu-ka'yı, hepsini inceledim. Bu kitaplarda, İlahi olduğu iddia edilen, ama kesinlikle Allah sözü olmayan, din alimlerinizin sapıkça saçmalıklarını Kur'anla, Kur'an ve Peygamberimizin söz ve sünnetleriyle mukayese ettim. Bunun neticesinde, İslâm'ın yegane hak din olduğuna daha da emin oldum. Zaten şüphem yoktu. İman şüphe götürmez. Hiçbir zaman da şüphem olmadı. Bu araştırmayı, Hıristiyanlığı daha iyi tanımak, sizin gibi birisiyle bu konuda sohbet ettiğim zaman, ona daha iyi faydalı olabilmek için yaptım."
—"Ne gibi bir fayda?"
205
—"Bakın Davit bey. Biz müslümanlar, herkesin iyiliğini isteriz. Herkese Hakk'ı anlatmayı, tanıtmayı, yani tebliği ve irşadı vazife, kabul ederiz. Siz de, kendinizce hak bildiğiniz dininizi anlatmayı, herkesin ona iman etmesini istersiniz. Mesela, benim de sizin gibi inanmamı istersiniz, îşte bu durumda doğru bilinen bu iki inancı mukayese edip, doğruyu yanlıştan ayırarak size sunabilmek gerçek doğruyu size ve herkese tanıtabilmek, böylelikle yardımcı olabilmek için bu araştırmayı yaptım. "
—-"Kendinizden eminsiniz..."
—"Kendimden değil, inancımın hak ve doğruluğundan eminim. Doğrulanmı ortaya koymaya çalışıyorum. Buyrun, siz de doğru bildiğinizi ortaya koyun. Fikirlerin mukayesesinden hak ortaya çıkar. Biz de işte bu ortaya çıkan hakka tabi oluruz. Ne dersiniz?"

—"Dinlemeyi tercih ederim. Şu, incil'de bulduğunuz tutarsızlıkları anlatın, nelermiş öğrenmek isterim. "
—"Baştan şunu bilmenizi istiyorum. Gayem kesinlikle dininizi karalamak, hakaret edip aşağılamak değil. Sizin inandıklarınıza ve anlatacaklarınıza da saygı duyarım. Kabul edip etmemek de doğruluk derecelerine bağlı. Sizin için de aynı şey sözko-nusu. Burada, sizin veya benim inanıp anlattıklarımdan yani bunların bana veya size ait olduklarından öte, doğru ve hak olar nı benimseyeceğiz.
"Evvela din kavramı üzerinde durmak istiyorum. Nedir din? Niçin vardır? İnsanlar başları dara düştüğünde sığınsınlar ya da günlük, haftalık bir takım merasimlerle bir aksesuar olarak taşısınlar diye mi? Elbette hayır.
"Din, insanın dünyasına, hayatının tümüne yön vermek, doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü göstererek iyiye ve doğruya yönlendirmek, kötüden ve batıl olandan da sakındırmak, kısaca hayatı Allah'ın istediği doğrultuda yaşamasını sağlamak, hayata tatbik edilmek için vardır. Şimdi soruyorum. Bugünkü Hıristi-
206
yanlığın böyle bir vasfı olduğunu söyleyebilir misiniz? "
—"İslâm'ın böyle bir özelliği var mı peki? Müslümanlarda böyle bir durum göremiyorum ben. Mesela, eşim Asuman... O da müslüman ama hayatına yön veren İslâm'a ait hiçbir değer göremiyorum. O da aynen benim gibi. Ben hiç olmazsa haftada bir kiliseye gidip, dinimin icaplannı yerine getiriyorum. Onda o da yok. "
Davit'in bu tesbitine Asuman ve diğerleri bayağı bozuldular. Davit haklıydı da. Cihan çayından bir yudum aldıktan sonra Davit'in sorusunu cevaplamak için yavaş ve yine rahat bir ses tonuyla konuşmasını sürdürdü. Bazı deyimleri Davit'in daha iyi anlaması için İngilizceye tercüme ederek açıklıyordu.
—"İslâm'ın bu vasfı elbette var. İşte sizin yanlışınız burada başlıyor. İslâm'a, onu yaşamayan müslümanların penceresinden bakıyor ve yargılıyorsunuz. Oysa biz diğer dinleri araştırırken onların kaynak eserlerinden inceleriz. Böyle de olması lazım. Batı bunu ya istemiyor ya da bu kadarını da görmekten aciz. İslâm'la, onu ya çok az ya da hiç yaşamayan müslüman arasındaki farkı görmenizi isterim.
"İslâm'ın temel kaynaklarına yani Kur'an ve sünnet dediğimiz, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in söz ve davranışlarına ve diğer İslâmî eserlere baktığımızda, İslâm'ın insan hayatının tümünü, ibadetini, ticaretini, aile hayatını, cinselliğini hatta uykusunu, temizliğini, herşeyini bir düzen ve ahkam çerçevesi içine aldığını görüyoruz. Mesela, faizi yasaklayarak yenilip içilmesi haram olan şeyin alınıp satılmasını, imalat ve ticaretini de yasaklayarak belli bir seviyenin üzerindeki malın zekatını vermeyi emrederek ve daha birçok düzenleyici emir ve düsturlar koyarak ticari hayatı düzene koymuştur. İsterseniz her konuda daha teferruatlı misaller verebilirim.
"Şu an yaşanan hıristiyanlıkta günah ve yasak kavramı çok farklı. Günahı işliyorsunuz, sonra gidip papaza itiraf ediyor, bedelini ödüyorsunuz ve affolunuyorsunuz. Bu mantıklı mı sizce?
207
"Birincisi, günah ve haramlar dünyadaki yani insan ve toplum hayatındaki menfi etki ve neticeleri itibariyle haramdır, içki bunun için, kumar bunun için, fuhuş bunun için ve diğer bütün haram ve yasaklar bunun için vardır. Hıristiyanlıktaki uygulanış biçimiyle bu durum ortadan kalkıyor, günahın hayata etkisi, tahribatı devam ediyor. Sadece tevbenin ticareti yapılarak apayrı bir sektör oluşturulmuş, istismar kapısı sonuna kadar aralanmış. Saçma değil mi?
"İkincisi, insan zayıf bir iradeyle yaradılmıştır. Her insan, isteyerek yada istemeyerek, belki de günah olduğunu bilip bilmeden, az veya çok günah işler. Bu günahlar için tevbe etmenin özü, evvela o günahı işlememek hususunda söz vermektir. Yani günah işlemeyi kesinlikle bırakmak. Sonrada pişmanlıktır. Bundan sonra kişi hiçbir aracı ve bedel olmaksızın, Allah'a yalvarıp affını ister. İşte tevbe budur. Hıristiyanlıktaysa, günahı işle, sonra gidip kiliseye itiraf et ve bedelini öde, sonra yeniden günah işle mantığı ve inancı hakim. Yani yasakların sosyal düzene, insan ve toplum hayatına getirdiği bir etkili düzenleme vasfı yok. Böyle bir tevbe nasıl tevbe oluyor?"
Cihan, İslâm akidesinde diğer İlahi kitapların asli hallerine, diğer peygamberlere, aralarında hiçbir ayrım yapmadan inanmanın esas olduğunu, inkarının küfür olduğunu anlattı. Diğer İlahi din ve kitapların da vahyedildikleri dönemde İslâm dininin aynı olduğunu, daha sonra bu dinlerin ve kitaplarının bizzat din alimleri tarafından menfaatleri ve ihtirasları doğrultusunda tahrif edildiğini, böylece ortaya din diye bir ucubenin çıktığını anlattı.
—"Önceki peygamberler de Peygamberimiz Hz. Muham-med'in geleceğini haber verir. Gerçek İncil'de Peygamberimiz birçok isimle zikrediliyor. Bunlardan birisi Paraklit'tir. Paraklit Yunancadır ve tam karşılığı ise Ahmet'tir. Biliyorsunuz, Peygamberimizin bir ismi de Ahmet'tir. Ayrıca papaz Buheyra gibi gerçek hıristiyanlığa inanan birçok rahip de buna işaret etmiş ve doğrulamıştır. Bu işaretler, bugünkü tahrif edilmiş İndilerde
208
de vardır. Misal vereyim. Matta İncili'nde Hz. İsa şöyle der:
"Benden sonra gelen, benden daha güçlüdür. Ben onun çarıklarını bile taşımaya yeter değilim."
"Necla'nın: "Onlar da Allah'a inanıyor ve ibadet ediyor" itirazına ise, "Onlar Allah'a, Allah'ın istediği şekilde inanmıyorlar. Devlet otoritesi bile kendisine koyduğu kanun ve düsturlar çerçevesinde itaat edilmesini ister. Siz hukukçusunuz, bunları bilirsiniz. Bir kere Allah, tek olduğunu, eşi ve benzeri olmadığını, doğmadığını ve doğurmadığını açıklıyor. Onlar teslis inancıyla Allah'a eş ve çocuk isnad ediyorlar. İbadet ediyor olmaları da o ibadetlerinin kabulü anlamına gelmez. Siz veremseniz, size verem tedavisi uygulanması gerekir. Kanser tedavisi uygulanırsa tedavi yerine ölüme mahkum edilirsiniz. Bir başka misal: Bir yere gitmek için orasının yol ve güzergahını seçersiniz. Bir başka yol sizi oraya götürmez" diyordu. Teslis inancı için ise:
"Bu, Allah'ı haşa insanlaştırmak, bir peygamber ve dolayısıyla insan olan Hz. İsa'yı ve annesi Hz. Meryem'i de ilahlaştır-makfar. Bu, Allah'ın uluhiyyetine ters düşer" diyordu.
"Hıristiyanlıkta din adamı ve ruhban sınıfı da İlahlığa he-veslenmişti. Yaratılışta kendisine verilen fıtratı inkar edip evliliği reddetmişlerdi. "Bu da insan fıtratına ters düşer" diyordu. "Sonuçlan ortada. Homoseksüel ve sapık papaz ve rahipler, lez-biyen rahibeler bugün batı basını ve kamuoyunda yankılanıyor. Birkaç misal verelim. Amerikan katolik nüfusu elli dokuz milyon. Elli bin rahibin ikibin ile dört bini sübyancı. Yüzde iki-dör-dü son otuz yıl içinde cinsel taciz suçu işlemiş. Kilisenin cinsel tacize uğrayanlara tazminat ve adli masraflar olarak ödediği miktar beşyüz milyon dolar. İkibinbeşyüz papaz, ırza tecavüz ve küçük çocuklara tasalluttan tutuklu. Dörtyüz papaz, eşcinsel oldukları için dava edildi. Rahip Porterin kırksekiz kız çocuğa tecavüzden tutuklu. Altmışbeş yaşındaki papaz Davit Halley, sekiz ile on iki yaşındaki kız çocuklara tecavüz suçundan Maryland hapishanesinde. Rahip Gilbert Gauthe de otuzyedi küçük
209
l
çocuğun ırzına geçtiği için hapiste. Chicago katolikleri lideri kardinal Joseph Bernardin cinsel tacizden suçlanıyor. İşte ruhban din adamları sınıfı. İşte katolik dünyasının durumu."
Hıristiyanlık ve İslâm hakkındaki sohbet uzayıp gidiyordu. Cihan'ın hıristiyanlık hakkındaki bilgisi herkesi şaşırtmıştı. Hilal bile onun bu konuda o denli araştırma yaptığını ve bilgi sahibi olduğunu bilmiyordu.
İncili erden not ettiği delillerle hıristiyanlığın nasıl tahrif edildiğini, Kur'anın bir tek harfinin bile değişmediğini, milyonlarca insanın onu ezbere bildiğini, kendisinin de bunlardan biri olduğunu, Kur'an'da tahrif edilen bir tek harfin gösterilemeyeceğini anlatıyordu Cihan.
Bu arada akşam yemeğini de Hilal'in yazlığında, bahçede yediler. Ardından meyveler geldi, yenildi. Cihan'ın ara sıra yaptığı hoş esprilerle, sıkmayan, ağır konusuna rağmen çok hoş bir sohbet uzayıp gitti. Davit de oldukça etkilenmiş, batıl olan inancıyla arasına uçurumlar girmeye, İslâm'a ısınmaya başlamıştı.
Akıllarına takılan her konuda, herşeyi sordular. Cihan da bıkmadan cevap verdi. Bu arada namazlan da vakit geldikçe cemaatle kıldılar. Cemaate, Hilal'den başka, Asuman ve Buket de katılmışlardı. Vakit ilerleyip saat bire doğru yaklaştığında, Cihan konuyu toparlayıcı nitelikte sürdürdü konuşmasını:
—"İşte böyle Davit bey. Bütün bunların neticesinde din, hı-ristiyan dünyasında zulüm ve baskı aracı haline geldi. Buna karşı yapılan Fransız İhtilali ve devamındaki Rönesans hareketleri sonrasında dine karşı laiklik gündeme geldi. Dini hayattan kovdular ve bunu şu sözlerle izah ettiler: "Biz dini kilise ve manastırlara, Allah'ı da (haşa) gökyüzüne hapsettik. Dünya bize kaldı. Sonra bunu tamamen yanlış bir kararla İslâm alemi de uygulamaya kalktı. Bir hayat ve aksiyon dini olan İslâm'ı hıristiyanlaştırıp vicdanlara ve camilere hapsetmeye kalktılar. Neticede işte gördüğünüz gibi İslâm'a inanan ama onun hiçbir
210
hükmünü bilmeyen uygulamayan, bir müslüman tipi ortaya çıktı. Siz de onlara bakıp, İslâm'ı yanlış tanıdınız.
"Sizin dininizin geçirdiği evrim ve dejenarasyon neticesinde tüm dünyada zulüm ve sömürü aracı, baskı unsuru olarak yansıdı. Yüzyıllardır Batı, dünyayı sömürerek bugünkü duruma geldi. Bugün Batının ulaştığı başdöndürücü ilerlemenin hamurunda zulüm, kan ve gözyaşı vardır. Bunun bedelini birgün mutlaka ödeyecek. Yer yer ödemeye başladı bile.
"Bütün bunların neticesinde dünyanın geldiği noktayı görüyorsunuz. İnsan ve tüm insani değerler ifsat edildi. Değer mefhumunun yerini menfaat ve sömürü aldı. İşte sonuçlar ortada. Cehenneme dönmüş bir dünya, insanlık vasfından çıkmış bir insanlık alemi... İşte tüm bunlar İslâm'ın ışığına, onun rahmetinin tecellisine muhtaç. Sizler de buna muhtaçsınız. Hepimiz muhtacız.
"İslâm, kapısına gelen herkesi, geçmişine bakmaksızın kabul eder. Gelin, siz de müslüman olun. Hem böylelikle nikahınız da sahih olur.
—"Nasıl yani, şimdi bizim nikahımız geçerli değil mi?"
Soruyu soran Asuman'dı. Cihan da zaten son cümleyi ona bakarak söylemişti.
—"Malesef Asuman hanım. İslâm, hıristiyanlık ve musevili-ği elh-i kitap, yani kendilerine kitap verilen diye isimlendirmiş, bazı farklı tavırlar ve ayrıcalıklar vermiştir. Mesela, bir dinsiz, ya da bu iki dinin dışındaki bir kadınla bir müslüman erkeğin evlenmelerine müsaade etmezken, bir musevi ya da hıristayan kadınla bir müslüman erkeğin nikahına müsaade etmiştir. Ama, aynı hakkı bir müslüman kadınla bu dinlere mensup bir erkeğin evlenmesine tanımamıştır. Niçinine gelince, onun bir çok hikmeti vardır. Ben ikisini söyliyeyim:
"Hangi devirde olursa olsun, kadının ve çocuklarının din tercihinde kocanın inancı ve tercihi etkili olmuştur. Bunun is-
211
tisnaları olabilir. Ama, genel kaide budur. İslâm, ehl-i kitaptan bir kadınla bir müslüman erkeğin nikahına müsaade ederken, en azından çocukların müslümanca yetişebileceği için müsaade etmiştir. Ama, aynı durumdaki müslüman kadının böyle bir garantisi yok. Aksine kadının ve doğacak çocukların, islâm değil hıristiyanlığı ve museviliği, yani erkeğin dinini sevme ve tercih etme tehlikesi vardır. Bu ve benzeri sebeplerle, böyle bir nikaha müsaade edilmemiştir."
Asuman, sözün burasında, ellerini yüzüne kapatıp, hıçkırarak ağlamaya başladı. Mr. Davit de   oldukça durgundu. Ci-han'm anlattıklarına pek itiraz etmedi. "Müslüman ol" teklifine, —"Bana zaman tanıyın. Düşünmeliyim." karşılığını verdi. Bugün ve akşamı Hilal'le Cihan için beş yıllık hasretin biraz da olsa giderilme fırsatı olmakla beraber, oldukça zor olmuştu. Duygular yeniden depreşmiş, yaralar tekrar açılmıştı. Ateş yeniden alevlenmişti gönüllerinde. O, hiç sönmeyen ateş... Aralarında yine aşılmaz mesafeler, kaldırılmaz engeller vardı. Cihan evliydi. Tabi, Hilal bu evliliğin içyüzünü bilmiyordu ve öğrenemeyecekti. Bunu söylemeyi Cihan kişiliğine ters bulmuş, gizlemeye karar vermişti. Zeynep'in günleri sayılıydı. Bekleyip, tak-dir-i İlahi'nin haklarında vereceği hükme razı olacaktı.
Vakit ilerleyip geceyarısı olduğunda, Cihan müsaade isteyip ayrıldı. Ayrıldığında vakit geceyansı olmasına ve saatlerdir konuşuyor olmalarına rağmen bir bıkkınlık, yorgunluk görülmüyordu hiçbirinde.
Cihan'ın kalkmasıyla Hilal de misafirlerini odalarına uğur-layıp, iyi geceler dileyerek, uykusuz bir gece geçirmek için odasına çekildi.
212
"Ve saksılarda kanayan güller
Senin bahar yağmurlarını özleyedursun
Artık solgun açan bir çiçektir nilüfer"
16.
"Hiç değişmemişsin. Aynısın."
Yıllar sonra yeniden karşılaştıklarında Hilal'in söylediği bu söz, benliğinde defalarca yankılandı.
"Durgun bakışlarının gerisinde daima fırtınalar saklıyor, patlamaya hazır volkanlar taşıyorsun."
Gözlerinden yuvarlanan, yanaklarından aşağı süzülüp gelen iki damla gözyaşını parmaklarının ucuyla avuçlarının içine aldı. Dalgın bakışlarla, o bakışlarda ifadesini bulan hüznünden kopup gelen gözyaşlarında, içinde bulunduğu girdabı seyretmek istercesine baktı.
Ahşap iskelenin uç noktasına çömelmişti. Beş yıllık ayrılıktan sonra yeniden karşılaşmışlar, on gündür ayrı pencerelerden aynı yakamozlan seyredip, ayrı kavanozlarda, cam fanusların gerisinden birbirini seyreden iki balık misali, bir arada ayrılıkların en dayanılmazım yaşıyorlardı. Aralarından fiziki mesafeler kalkmıştı kalkmasına ama onları ayıran daha aşılmaz mesafeler vardı aralarında.
Hilal, kendisini köleleştiren prangaları kırmış, kurtulmuş, bu defa zincirler Cihan'a vurulmuştu. Sevgileri yine hasrete, gizliden gizliye gönüllerinde alevlenen bir hüzne dönüşmüştü. Gözler yine uykuyu unutmuş, gönüller yine sonu gelmez bir hüznün girdabına sürüklenmişti. Gönüllerinde hâlâ var olan,
213
belki de ayakta kalmalarını sağlayan, kimbilir hangi bahara ertelenen, fersiz bir ümit süslüyordu hayallerini. —"Hiç değişmemişsin. Aynısın."
Değişmemiş miydi? Değişmeyen çok şey vardı. Hâlâ başladığı noktadaydı. Ama değişen de çok şey vardı. Zaman geçiyordu. Yaşanan, baharın son günleriydi. Bütün başlangıçları baharın son günlerine denk geliyordu. Doğduğu gün de baharın son gününe denk gelmişti.
Takvim yapraklannda 12 Haziran yazıyordu. Bugünün diğer günlerden ayrı bir özelliği vardı. Hilal'in doğduğu gündü bugün. Yıllar önce ilk tanıştıklarında Hilal'in, senden dokuz gün büyüğüm, dediği günden beri unutmamıştı bugünü.
Aradan tam yedi yıl geçmişti. Bugün ikisi de yirmiyedi yaşındaydı.
Hilal, eskisi gibi doğumgünü partileri filan vermiyordu artık. Yaşanmadan geçip giden günlerine yanarak, ümitvar olamadığı geleceğini düşünerek, ömrünün muhasebesini yaparak yaşıyordu bugünü. Bir tek kırmızı gül, renk kattı bu sefer bu gününe. Gülü kimin gönderdiğini hemen anladı. Sabahtan kapı eşiğine konan bu bir tek güle bir de kartvizit iliştirilmişti. Kartvizitin arkasındaki notta: "Hayatta sevmeye ve sevilmeye, mutlu olmaya en fazla layık olan sensin. Ömrün uzun, yirmiyedinci yaşın sana mübarek, gelecek günlerin en güzel sevgi ve mutluluklarla dopdolu olsun. Allah'a emanet ol..." yazıyordu.
Bahçeye indiğinde, bahçedeki masaların üzerindeki vazoların eşsiz çiçek tanzimleriyle donatılmış olduğunu gördü. Bakışları bitişikteki bahçeye kaydı. Cihan'ı aradı. O hâlâ iskelenin uçundaydı. Bir süre dalgın bakışlarla onu seyretti. Merdivenlerde misafirlerinin sesi duyulunca kalkıp onları karşıladı. * * *
Ramazan ayının gölgesi gönüllere düşmüştü. Okullar tatil olmuş, Adada yaz tüm canlılığıyla başlamıştı. Hilal'in misafirle-
214
rinden sadece Necla bir hafta kaldıktan sonra gitmiş, diğerleri Ramazanı Hilal'in evinde geçireceklerdi. Necla giderken: "Sizi daha önce tanımayı isterdim Cihan bey. Sizi tanımakla düşüncelerimde büyük değişiklikler oldu. Şahsınızda İslâm'la tanışmış oldum. İslâm'ı daha iyi tanımamda bana yardım edersiniz umarım..." demişti.
Ramazan ayı yine her zamanki manevi bereketiyle geldi. Ramazanın ilk günü Davit müslüman olmaya karar vermiş, Adalar müftülüğünden aldığı ihtida belgesiyle de bunu resmileştirmiş, Davut adını almıştı. Gündüzleri oruçlu geçen günlerin akşamında iftarı hep beraber yaptılar. Çoğu zaman teravih namazına camiye gitmeyip bahçede cemaatle kıldılar.
Güzel günler çabuk geçer derler. Yine öyle oldu. Ramazan ayı tüm manevi bereket ve güzellikleriyle, göz açıp kapayıncaya kadar, diye tabir edilen bir çabuktlukla geçip, yerini bayram gününe bıraktı.
Bayramın ilk günü, artık unutulmaya yüz tutmuş olan bayramlaşma ziyaretleriyle, kimsesizlere ve çocuklara hediyeler vererek sevindirmekle geçti. Ertesi gün Hilal, misafirlerini Amerika'ya, Cihan'la Zeynep'i de köye uğurladı. İçine korkunç bir yalnızlık çökmüştü. Bir iki gün sonra Buket'in de gitmesiyle, oğlu Cihat'la ve yalnızlığıyla başbaşa kaldı.
İçinde çöreklenen yalnızlığa çare olarak İstanbul'a geçip, iki yıl önce tekrar evlenen babasını, babaannesini, arkadaşlarını ziyaret etti. Yine de, uzunca bir rüya gibi geçen birbuçuk ayın ardından, apansız benliğine çöküveren hüznünden ve yalnızlık hissinden kurtulamadı.
* * *
Temmuz ayının son günleri. Artık Adada yaz yanlanmış, ilk günlerdeki hızlı eğlence temposu yerini monotonluğa bırakmış. Günübirlik Adaya, gezip piknik yapmaya gelenler ve eğlenmek için akla hayale gelmedik partiler düzenleyen gençler hariç, diğer yazlık sahipleri daha çok, gündüzleri denize girip akşamlan
kulüp ve restoranlara kapanıp kumar oynayarak vakitlerini geçiriyor.
Cihan köyden yalnız dönmüştü. Adanın yaz sezonu kalabalığına ve yaşam tarzına alışamayan Zeynep, köyde kalmıştı. "Nasıl olsa ikimiz için de değişen birşey yok. Bari bir müddet babamlarda kalayım" demişti. Cihan, bunu nasıl baştan düşünmediğine, hiç olmazsa dört aylık iddet süresini köyde geçirmesini istemediğine üzülmüştü. O zaman Hilal'e herşeyi açıklayabilirdi. Şimdiyse, Hilal'in heran avuçlarından uçuvereceği korkusuyla ürperiyordu. Ama ne bilsindi ki Hilal Mete'den ayrılacak? Zeynep'in hastalığından dolayı bakıma muhtaç olduğunu düşünerek ta baştan yanına almıştı.
Hilal, Gihan'm köyden yalnız dönmesinden memnun olmamıştı. Bu durumda herşey daha zor olacaktı.
Sabahın erken saatinde Cihan'ı yazlığın karşısındaki yolun kıvrımında gördüğünde tuhaf duygulara kapıldı. Cihan, her zamanki haliyle başı öne eğik, dalgın ve hüzünlü yürüyordu. Hilalin evinin tam karşısına geldiğinde biraz duraklamış, dalgın bakışlarla bahçeyi süzmüştü. Hilal'i ortalıkta göremeyince omuzlan daha bir çökmüş, yorgun adımlarını sürükleyerek az ilerdeki evinin bahçe kapısına çöküverdi. Onun bu halini pan-curlann arasından seyretmişti Hilal.
Cihan, yarım saat sonra duş almış, üzerini değiştirmiş, benliğine çöken yolların matlaşmış yorgunluğunu atmış olarak bahçeye indiğinde Hilal'in de bahçeye çıktığını gördü. Hilal, o anda Cihan'ın bakışlarına bahar geldiğini hissetmişti. Bu hali uzaktan sezilebiliyordu. Daha fazla Hilal'i uzaktan seyretmeye dayanamamış, biraz sonra bir bahane bulup Hilal'in yanma gelmişti. Hilal:
—"Niçin yalnız geldin, Zeynep'i neden getirmedin?" diye sitem edince:
—"Ben yanlızlıktan ne zaman kurtulabildim ki?" diye anlamlı ve kederli cevap vermiş, sevdiği bir şairin iki mısraını, bi-
216
raz da değiştirerek:
Bütün sevda acılarını taşırım da göğsümde Yanlızlığımı hiç bir şeye değişmem
diye okumuştu. Daha sonra da Zeynep'i köyde niçin bıraktığını, her zamanki seminer veren havasına bürünerek anlatmıştı.
Güneş, günlerce İsa tepesinin omuzlarından dilini sarkıttığı denizde gün boyu çırpınmış, akşam üzeri yorgun argın kendini bırakıvermişti Heybeliada sırtlarından. Bir süre kızıl saçlarını denizde çözüp altın alevlerini yakamozlarda yıkadıktan sonra gurubun süngerimsi o kızıl bulutlarına gömülüp, yerini denizdeki sulan laciverte boyayan, maviliği içip karalar saçan karanlığa bırakmıştı.
Doğrusu, Cihan için bu sevdayı yaşamak hiç de kolay olmuyordu. O, hiçbir şeye değişmediği yalnızlığı, bir hançer gibi benliğine saplanıyor, canevini kül ediyordu. İşi de iyiden iyiye ro-lantiye almış, vaktinin çoğunu Adada geçiriyordu. Bu durum, iş disiplinine uymadığı için işten aynlmayı istemiş, Sırn bey bunu kabul etmeyerek yaz sonuna kadar, kendini toparlaması için izin vermişti. Yine de hem evdeki bilgisayarından hem de sık sık şirkete giderek işlerini takip ediyordu. Hilal, onun gözlerinin önünde adeta eridiğini, gönlünde onulmaz yaralarla seyretti. Hiçbirşey yapamamanın, kollarını açıp, "sana geldim, yeter artık!" diyememenin verdiği hüzünle o da eridi içten içe.
Cihan günlerdir birşey yemiyordu. Korkunç bir iştahsızlık pençesine almıştı onu. Gündengüne zayıflıyor, gözlerinin önüne mor halkalar mührünü vuruyordu. Hilal, Cihan onlara geldiğinde birşeyler yemesi için ısrar ediyordu. "Canım istemiyor" diyordu kesik kesik. Hilal de hani "kendisi himmete muhtaç" derler ya, işte öyleydi. O da yemeden içmeden kesilmişti. "Allah'ım ne olacak bizim halimiz!" diye üzülüyordu. Birgün Cihan'ın gözlerinin içine bakarak: "Getir Zeynep'i köyden. Günden güne eriyorsun yalnızlıktan" diye yalvarmıştı. Aslında o da biliyordu Ci-
217
han'ın hangi yalnızlıktan eridiğini ama onunkisi bir çaresizlikti. Cihan, içindeki korkunç yangını söndürebilmek için günün belli saatlerinde denize giriyordu. Bunun için de denizin tenha olduğu saatleri seçiyordu. Hilal onun denizde yüzüşünü bahçeden seyrederken: "Demek bu özründen de kurtuldun. Oldukça iyi yüzüyorsun. Zaten yaptığın işi iyi yaptığını söylerdin." diye düşünüyordu. Islanan saçları anlına, gözlerinin üzerine dökülüyor, ona oldukça farklı ve hoş bir görünüm veriyordu. "Kavuşa-bilsek, onun saçlarını daima böyle taramasını isterdim" diye geçiriyordu Hilal içinden.
Uykusuz gecenin sabahında ahşap pancurlann arasında, biraz sonra İsa tepesinden göz kırpacak olan güneşin yolunu gözlüyordu. Belki de Cihan'dı beklediği. O her sabah bu saatlerde önce bahçede biraz dolaşır, sonra da çevreyi tura çıkardı.
Gerçekten de, her zaman ki gibi Cihan, bahçede biraz dolaşıp yola çıkmışta. Üzerinde spor bir kıyafet, elinde günlük defteri vardı. Anlaşılan Viranbağ'a gidiyordu. Bunu duygularının dayanılmaz yoğunluğa, sıkıntısının katlanılmaz hale geldiği zamanlar yapardı. Kimbilir, yine nelerin pençesinde kıvranıyor, Viranbağ'da nelerden kaçmayı, hangi iklimlere kanat çırpmayı, yelken açmayı düşlüyordu.
Hilal'in gönlünden yükselen bir duygu "takıl peşine." diye feryat ediyordu. Ama o, bu sese karşı direnmeye çalıştı. *    *    *
ı
Cihan yine her zamanki haliyle Viranbağ'daki taşa, gönül iskelesine oturmuş, yanaklarını avuçlarının arasına almış, derin düşüncelere dalıp gitmişti. Marmara'nın bağrında, me safelere meydan okurcasına, sudan adeta fezaya fırlayan sürat motorları, yat ve kodralann kuğu gibi suda süzülüşü, faytonların rüya gibi kuş sesleri arasında tekdüze tıkırtılarla yoldan geçişi, elele tutuşup tura çıkan aşıklar, hiçbirşey onu ilgilendirmiyor, iç dünyasında adeta flu bir dekor olmaktan öte birşey ifade etmiyordu. Az ötesinde bir başka taşın üzerinde, bakışlarını üze-
218
rinde sabitleştirmiş, endişeyle kendisine bakan Hilal'den haber-
Acaba içinde bulunduğu durumu Hilal'e açsa mıydı? Zeynep'in gerçekte hanımı olmadığını, süt kardeşi olduğunu, bunu Zeynep'in de bilmediğini, onun ilerlemiş bir ilik kanseri hastası olduğunu, ölümünün an meselesi olduğunu anlatsa mıydı? Aslında bunun anlamsız bir yanı yoktu. Ama böyle bir durumu ka-bullenemiyordu. Ölümü fırsat bilen biri durumuna düşmek istemiyordu.
Hayır. Hilal'e "sabret Zeynep ölecek..." diyemezdi. "O, benim süt kardeşim, bu bir evlilik oyunu" diyemezdi. Bu oyunu sonuna dek sürdürmeli, kaderin hakkında hazırladığı neticeye razı olmalıydı.
Zeynep'in çok yakında öle'cek olması, kendisinin daha uzun yaşayacağı anlamına gelmezdi. Kimin ne kadar ömrü olduğunu kini bilebilirdi ki? Zeynep'in ölümü beklenirken, kendisini pençesine düşürüverirdi ölüm. Kimbilir...
Kaderin ne garip cilveleri vardı. Zeynep yıllarca aralarındaki süt kardeşliği bağını bilmeden gelecek hakkında toz pembe hayaller kurmuştu. O, bu hayalleri kurarken kader beyaz atlı prensini, hayalleri ve dünyası yıkıldıktan sonra, bilmeden gittiği ölüm yolunun son dönemecinde hamisi olarak kendisine vermişti. İyi de, annesi süt kardeşi olduklarını niçin gizlemiş, Zeynep'i emzirdiğini neden kimseye söylememişti? Bunu çözemiyordu bir türlü.
Aslında içinden çıkılması hiç de zor olmayan durumu mer-hameti ve gururu içinden çıkılmaz, zor bir hale getiriyordu.
Cihan, benliğini yakıp kül eden canalıcı düşüncelerin pençesinde yaralı kumru gibi çırpınırken omuzuna dokunan bir el, bir kabustan uyandırır gibi çekip aldı onu düşüncelerinden.
—'"Ne senin bu halin Cihan!? Erimektesin damla damla, bitmektesin. Deminden beri seni seyrediyorum. Kımıldamadan dü-
219
şünüp durdun. Kaskatı kesildin adeta. Bu kadar mı zor içinde bulunduğun hal? Bu kadar mı çıkmazdasın? Ben de kahroluyorum seni böyle gördükçe."
Hilal'in bu sitem dolu sözlerini dinledikten sonra tuttuğu nefesi derin bir ah çekişle bırakıverdi. Bu an sanki bağrından kopan bir volkanın kızgın alevleri gibi, boğazını paramparça ederek çıkmıştı adeta
—"Boşver. Beni bilirsin. Her zamanki halim bu benim." —"Ama bundan kurtulmalısın. Bak, bu yaşta saçlarına ak düşmüş. Mukadderata teslimiyet göstermelisin. Bu halin neyi çözümler ki?."
—"Elimde olan bir şey değil bu, Hilal. Lütfen üstünde durma. Ben bu halimi kaybedip yüzeyselleşirsem kendime saygımı kaybederim."
Yanyana ve konuşmadan yürüdüler. Birbirlerini ne kadar severlerse sevsinler artık birer yabancıydılar birbirlerine. Bu sebeple mesafeli davranıyorlardı. O, bir zamanlar gizli evlilik-leriyle, elele gönül gönüle birbirlerine olabildiğince yakın olan bu iki gönül şimdi ayrılığın, gönüllerinde bu amansız sevgiyle yanyana ayrı kalmanın, birbirine yabancı olmanın azabıyla kıvranıyorlardı. Beş yıl olmuştu, koskoca beş yıl... iki ay önce yine burada hoşgeldin derken boş bulunup el sıkışmaları haricinde elele tutuşmayalı beş yıl geçmişti.
Şuanda ikisi de birbirinin duygularından habersiz aynı şeyleri düşünüyorlardı. Hissettikleri şeyler aynıydı. Hilal, elini uzatıp Cihan'm elini tuttu. Cihan, yapma dercesine Hilal'in gözlerine baktı. Ama birşey söylemedi. Bir müddet öylece elele yürüdüler. Sonra tanıyan olur diye ellerini bıraktılar. Hem ne de olsa birbirlerine dinen yabancıydılar. Herşeyden önce Allah razı değildi bu duruma. Tekrar mesafeli bir halde yürüyüp Hilal'in evinin bahçesine geldiler.
—"Cihan. Biliyorsun ben de seni hâlâ delicesine seviyorum.
220
Bunu saklayacak değilim. Ama şimdi durum çok farklı. Sen evlisin. Hanımınla aranıza giremem. Yuva yıkan kadın olamam. Ailemizi hep ihanetler yıktı. Annemin ölümüne de bir ihanet sebep olmuş. Aynı duruma düşemem. Beni anla ne olur!. Ne olur yuvana, ailene bir zarar .gelmesin. Öyle birşey yaparsan kesinlikle seninle evlenmem."
Hilal, hem konuşuyor, yalvarıyor hem de ağlıyordu. Ci-han'ın boğazına amansız bir hıçkırık düğümlenmiş, nefes almakta güçlük çekiyordu. Kaç kez herşeyi anlatmayı düşündü, kelimeler dilinin ucuna kadar geldi, sonra vazgeçti.
—"Hilal. Seni anlıyorum. Ahlar üzerine mutluluk bina edilemeyeceğinin ben de bilincindeyim. Çok zor bir durumdayım. Zeynep için korkmana gerek yok ama beni anla. Duygusallığıma aldırma. İnşaallah birgün herşey düzelir."
Elini şakaklarına bastırdı. Önündeki masa örtüsünün üzerindeki gül desenlerine bakarak, sustu. İçten içe ağlıyordu ama yine her zamanki gibi gözlerinde damla yoktu. Hilal, gözyaşlarını başörtüsünün ucuyla siliyordu.
Bir müddet hiçbir şey konuşmadan öylece durdular. Ara sıra göz göze geldiklerinde gözleri herşeyi birbirlerine söylüyordu aslında. İkisi de çaresizdi.
Cihat uyanmış, koşarak bahçeye inip yanlarına gelmişti. Cihan onu kucağına alıp sevdi. Onunla şakalaşmaya çalıştı.. Onların gözlerindeki hüznü Cihatta farketmekte gecikmemişti.
—"Ama siz üzgünsünüz?"
—"Yok canım. Sen öyle sanıyorsun. Niçin üzgün olalım? Sen varsın. Herşey güzel, sen güzelsin."
Hilal içinden, "tıpkı babası. Onun gibi hassas" diye geçirdi. Cihan bir süre daha oyalanıp, Cihatla ilgilendikten sonra müsaade istedi.
—"Müsadenizle artık ben gideyim."
221
—"Oturuyoruz..."
—"Cihan amca gitme lütfen..."
—"Gitmek zorundayım Cihat. Kocaman adamım, işim gücüm var."
Hilal'in gözlerine, durmamın ne anlamı var dercesine manalı baktı. Bakışlarında açan hüzün çiçeklerini de alarak kalktı. Bir daha göremeyecekmişcesine yaralı bir gönülle yıkık dökük bir halde bahçe kapısından süzüldü.
222
"Hüzünle gelir Eylül... Sararmış yapraklar, solmuş çiçekler.
Sürükler.
Gözlerimde yağmur, bahara hasret, dudaklarımda hazan... Gönlümde hasret yüklü ayrılıklar..."
Keder yüklendikçe gönlüne, Viranbağ'a sürükledi Cihan'ı. Kuru bir sonbahar yaprağının, rüzgarın önünde sürüklenişi gibi yenemediği hüznünün önünde Viranbağ'a savruldu. İçinde ümitsizlik, çaresizlik ve hasretten başka birşey olmayan günlerle geçen zaman yine aynı tekdüzelikle takvim yapraklarını önüne katıp alıp götürdü. Ve takvimler Eylül dedi.
Eylül hep hüzün getirirdi. Sararan yapraklar, hazan vurgu-nuyla solan güller gönlüne düşer, yağmurlar benliğine yağardı adeta. Eylül'den çok vurgun yemişti. Bir Eylül ayında köyden ayrılmış, bir başka Eylül'de evleri yanmış, ailesini alıp kimsesiz bırakmıştı. Yine bir başka Eylül Hilal'i almıştı elinden çaresizlikler. İşte, belki de bu yüzden ağır gelirdi Eylül ayı. Melankolik olur, kahrolurdu.
Eylül yine yağmurla gelmişti. Akşam yağmurun başlamasıyla elektrikler de kesilmiş, ortalık zifiri karanlığa bürünmüştü. Bu akşam bahçıvan ve ailesi de izinliydi. Koca bahçe ve evde yapayalnızdı Hilal. Karanlık ve sessizliğin tesiriyle korktuğunu, ürperdiğini hissetti. Cihan'a telefon edip, kendi bahçesiyle de ilgilenmesini, söyledi. "Merak etme" demişti Cihan. "Korkacak birşey yok." Bu sözler Hilal'i rahatlatmış, korkusunu gidermişti.
223
Yağan yağmurun çatıda çıkardığı ritmik ses senfonisiyle uyandı. Saatine baktı, üçü geçiyordu. Vakit gece yansıydı. Uyumaya çalıştı, olmadı. Mümkün değil uyuyamıyordu. Zaten akşam ilaç alarak uyuyabilmişti.
Kalkıp pencereye gitti. Pancuru açarak dışarıyı, bardaktan boşalırcasma akşamdan beri yağan yağmuru seyre koyuldu. Bir ara gözleri Cihan'ın evinin bahçesinden denize uzanan ahşap iskeleye takıldı. Gördüğü manzara karşısında, rüya görüp görmediğini anlamak için gözlerini oğuşturdu. Hayır, rüya görmüyordu. İskeleye daha dikkatli baktı, dehşete düşmüştü.
Cihan onca yağmura aldırmadan iskelede dikiliyordu. Taş kesilmişti adeta. Tepesinden tırnağına kadar inen, iliklerine iş-, leyen yağmura, dizlerine kadar yükselen dalgalara hiç aldırmadan öylece hareketsiz dikiliyordu. Bu korkunç bir durumdu. Çıldırıyor muydu Cihan? Bu kadar mı katlanılmaz olmuştu yaşadıkları? Mani olmalıydı bu duruma.
Üzerine birşeyler giyip, şemsiyesini alarak dışarı fırladı. Rüzgardan şemsiyeyi açmak mümkün olmadı. Geri dönüp yağmurluğunu giydi. El fenerini alarak koştu. Cihan'ın bahçe kapısı kilitli olmazdı. Kapıyı açarak bahçeyi geçip deniz kenarına iskeleye indi.
—"Cihan!!..."
Yağmur ve rüzgara iskelede saklayan dalgaların uğultusu da eklenince sesi boşlukta uğultuya karışarak eriyip yok oluyordu. Ayaklan suya dalmış, yağmurluğa rağmen şırıl sıklam olmuştu. Aldırmayıp koştu. Artık o da Cihan'dan farksızdı. Cihan'ın omuzlanndan tutarak sarstı. Cihan daldığı bunalım halinden sıyrılmış, Hilal'i karşısında bulunca büsbütün allak bullak olmuştu.
—"Hilal!..Ne işin var bu saatte burada!?."
—"Ya senî.Seriin ne işin var? Delirdin mi, ne bu halin? Hasta olacaksın. Bir saate yaklaştı seni bu halde ben göreli. Kimbi-
224
lir ne kadardır buradasın. Kurtulacak mısın içinde bulunduğun halden böyle davranmakla? Sen imanlı insansın. Bana dinimi öğreten, sevdiren insansın. Sen yapmamalısın bunu. Senin böyle davranman doğru mu?"
—"Ne yaptığımın farkındayım. Bunalıyorum. İçimde korkunç bir fırtına var. Yanıyorum, alevler içindeyim sanki. Rahatlamaya çalışıyorum o kadar. Bunu bu kadar büyütmemelisin. Asıl sen hastalanacaksın. Çabuk koş, bekleme bu yağmurda. Hadi, tamam ben de geliyorum, hadi..."
İçeri girdiler. Cihan, Hilal'e bir bornoz vererek yan odayı gösterdi. "Orada giyecek birşeyler bulacaksın. Dolabı aç orada. Üzerini değiştir. Ben de şömineyi yakayım, donacağız."
Hilal, Cihan'ın çalışma odası olarak kullandığı ve daima kilitli tuttuğu odaya girip dolabı açtığında büsbütün şaşırdı. Dolapta bir gelinlik ve Hilal'in çok sevdiği renk, desen ve modellerde elbiseler, duvarlarda asılı değişik zamanlarda ve değişik şekillerde, uzaktan çekilmiş fotoğrafları vardı. Guruba karşı ya da yüzü belirgin olmayacak kadar profilden çekilmiş flu bir rüya alemi canlandınlmıştı. Hilal kendi fotoğraflarına adeta büyülendi. Hepsi birer sanat eseriydi. Şaşkın bir ruh haliyle üzerini değiştirdi.
Odadan çıktığında Cihan şömineyi yakmıştı. Hâlâ ıslak elbiseleriyle duruyordu. "Ben de kuru birşeyler giyineyim" diyerek arka odaya geçti.
Hilal şöminenin karşısındaki koltukta battaniyeye sarılmış ısınmaya çalışıyordu. Cihan iki kupa çayla mutfaktan çıktı.
Biraz da mahcup, gülüşerek çaylarını içtiler. Islanmanın üzerine sıcak çay iyi de olmuştu. Yağmur durdu.
—"Allah'ın hikmetine bak. Az önce kıyamet kopuyordu, şimdiyse bahar geldi adeta."
—"Hüznümüze ağlıyordu bulutlar. Biz neşelenince ağlamaktan vazgeçtiler, gülümsüyorlar."
225
—"Neşeli misin?"
—"Islanmak iyi geldi. Hem sonra seni getirdi bak. Tabii ki neşeliyim. "
Gülüştüler. Aralarındaki hasret ve özleme sevginin de coşkusu eklenince liseli aşıklar gibi heyecanlandılar. Bu durumun daha fazla devam etmesi, iradelerinin iflası olabilirdi. Bu isyan ve günahın azabını ömür boyu çekmek katlanılmaz bir durum, günahını düşünmek daha beterdi. Cihan daha fazla iradesini zorlamadan bu duruma son vermek istedi. Aslında Hilal'in hiç gitmemesini ne kadar isterdi. Ah aralarındaki engel de olmasaydı.
—"Hilal, seni evine götüreyim. Cihat uyanırsa merak eder".
—"Bana söz vermelisin ama. Bir daha böyle çılgınlıklar yapmayacaksın. Bir zamanlar sana çılgınım derdim. Ama böylesi bir çılgınlığını istemem. Benim olmasan bile seni kaybetmeye tahammül edemem."
—"Ama ben hâlâ çılgınım. Elimde değil bu."
—"Seni anlıyorum ama, yine de kendine dikkat etmelisin."
Cihan, Hilal'i yazlığının bahçe kapısına kadar götürdü, içeri girmedi. Hilal, odasına çıkıp ışığı yakıncaya kadar kapıda bekledikten sonra oradan ayrıldı. Hilal, onun eve değil, Dilbur-nu'na gittiğinin farkına varamadı.
* * *
Gece boyunca yağan yağmurdan sonra pırıl pırıl güneşli bir hava doldurmuştu atmosferi. Gökyüzü sanki bütün stres ve sıkıntısını yağmurla boşaltmış, rahatlamış gibiydi.
Hilal üzerine birşeyler giyip bahçeye çıktı. Bahçede biraz dolaşıp deniz kenarına indi. Cihan'ın çalışma odasının penceresi açıktı. Açık pencereden süzülen hüzünlü bir şiir, melodili bir sesle kulaklarına kadar yankılanıyordu. Şiiri okuyan Cihan'di. Özellikle şiirin son iki mısraı dikkatini çekti.
226
Dünyaya elveda derim ben ama Senden ayrılmaya gücüm yetmiyor.
Hilal daha fazlasını dinleyemedi. Kafasında şimşek gibi çakan bir planı uygulamak için odasına çıktı. Bu duruma bir son vermeliydi. Bunun için de değişik bir plan deneyecekti. Cihan'a kendisini unutturmanın yolunun, tamamıyla onun hayatından çıkıp gitmek olduğunu düşünmüştü. Bunun için öyle bir yol denemeliydi ki, Cihan kendisinden ümidini kesmeliydi. Bu da bir evlilik senaryosuyla mümkündü. İkinci bir defa evlenmeyi kesinlikle düşünmüyordu. Ama böyle bir senaryoyu oynamaya, Cihan'ın yuvasının bekası için kendini mecbur hissediyordu.
Ahizeyi alıp, telefonun tuşlarına bastı. Amerika'daki halasını arıyordu. Halası zaten uzun zamandır, Hilal'in Amerika'ya gelmesini istiyordu. Halasına, bu isteğinin gerçekleşeceğini, Amerika'ya yerleşmek istediğini söyleyip, kendisi için bir ev ayarlamasını istedi.
Telefonu kapattıktan sonra, planın ikinci bölümünü düşündü. Belli ki zorlanıyordu bu rolü oynamaya. Bu rolü kendisiyle oynayacak, ama bunu yaparken de hiçbir şekilde ilerisi için kendisini zora sokmayacak birini bulmalıydı. Bunun için en ideal isim kuzeni Erhan'dı. Yaşça kendisinden sadece birkaç yaş büyük ve kendisini en iyi anlayan, her zaman yardımcı olan, kendini en yakın hissettiği akrabasıydı.
Hilal bu konuda kararını verdikten sonra, tekrar telefonu alıp, kuzeniniaradı. Telefonu sekreteri açtı. Sekretere Erhan beyle görüşmek istediğini söyledi.
—"Buyur Hilal. Emrindeyim."
—"Sevgili kuzenim, adaya gelmeni istiyorum. Hemen. Sana ihtiyacım var. Şimdi telefonda bana birşey sorma. Geldiğinde anlatının herşeyi."
l      —"Peki geliyorum."
Aradan bir saat geçtiğinde, Erhan beyin teknesi Hilal'in ya-
227
lısmın iskelesindeydi. Hilal içeriye aldı onu. Kahve ikram etti. Erhan bey salonda kahvesini yudumlarken "Hayrola, kötü bir şey yok ya?" der gibi bakıyordu Hilal'in gözlerine.
Erhan bey bir zamanlar Cihanla Hilal'in aralarındaki sevgiyi biliyordu. Bu sevginin hâlâ aynı sıcaklıkta devam ettiğinin de farkındaydı. Hilal, ona durumu anlatıp, Cihanla bir rastlantı sonucu komşu olduklarını, Cihan'in evli olduğunu ama hâlâ kendisini çok sevdiğini ve zor durumda olduklarım anlattı. Bu gidişle Cihan'ın yuvasının yıkılmasından korktuğunu söyledi. Onun kendisinden en azından ümit kesmesini, bunun yolunun da kendisini evli bilmesi gerektiğini, bunun için yardımına ihtiyacı olduğunu anlattı. Biraz da şakayla karışık:
—"Evlen öyleyse, bak Nail hâlâ peşinde" diye karşılık verdi. —"Hayır. Ne Naille ne de bir başkasıyla evlenmem, evlenmeyeceğim de."
—"Peki, benim ne yapmamı istiyorsun?" —"Cihan seni tanımıyor. Seni ona Nail diye tanıtır, evlenmeye karar verdiğimizi söyleyip ondan dini nikahımızı kıymasını isteriz. Sonra da zaten Amerika'ya halamın yanına yerleşmeye karar verdim. Buradan ayrılır, beni görmeyip unutmasını sağlarım. Ümidi de olmadıktan sonra belki unutur." —"Bunu yapmak zorunda mısın Hilal?" —"Evet. Biliyorum bir kez daha yıkılacak. Ama hergün yıkılacağına, ümitsizce sevip hergün beni karşısında görerek çıldı-rırcasma bunun acısını çekeceğine bir kez yıkılsın. Dayanır o. Hayatına yeniden bir çeki düzen verir hiç olmazsa. Tamamen alt üst oldu."
Hilal oynadığı rolün ağırlığıyla eziliyordu. Gözlerinde çaresizliğin fersiz pırıltıları vardı. Telefonla Cihan'ı aradı.
—"Cihan...Sana bu haberi vermek benim için çok zor, ama böyle yaşayamazdım. Bir karar vermeliydim. Hani yıllardır benimle evlenmek isteyen Nail diye birinden bahsetmiştim. Onun-
228
la evlenmeye karar verdik. Kendisi şu anda burada. Senin için zor olacak biliyorum ama senden gelip nikahımızı kıymanı rica edecektim. Gelebilir misin?"
—"Peki..."
Cihan'ın boğuk bir sesle söylediği bu tek kelimeden sonra ahize küt diye yere düştü. Biraz sonra elinde bahçeden kopardığı bir demet çiçekle, yüzünde üzüntüsünü gizlemeye çalışan bir gülümseme ama gözden kaçmayan bir durgunlukla bahçe kapısından içeri girdi.
Hilal, nikah şahidi olarak bahçıvanı ve komşusunun ahçısı-nı çağırmıştı. Cihan dini nikahı kıydı ve elindeki çiçek demetini Hilal'e uzattı. Yüzünde çaresizliğin, eli kolu bağlı, birşey yapamamanın ızdırabı apaçık okunuyordu.
—"Size mutluluklar dilerim. Allah mesut etsin."
Benliğinde Hilal'i bir daha göremeyecekmiş gibi bir his vardı. Sanki avuçlarından cankuşu bir daha geri dönmemek üzere uçuyor, Cihan'ı cansız ve ruhsuz bırakıp yere sererek ufka kanat açıp gözden kayboluyordu. Mahzun bir halde kapıdan dışarı süzüldü. Hilal, onu bahçe kapısına kadar geçirip vedalaşmak için çıkmıştı. Cihan'ın adeta yıkılışını görüyor, kahroluyordu. Neredeyse "bu bir oyundu" diyesi geldi ama kendini zorlayıp bundan vazgeçti.
—"Cihan. Beni anlamanı istiyorum. Bizim kavuşmamız mümkün değil anlaşılan. Bak, bir yerlerden hep bir engel çıkıyor. Bari unutmaya çalışalım birbirimizi. Mutlu olmaya çalışalım."
—"Sen bunu başarabileceğine, herşeyi unutabileceğine inanıyor musun?"
—"İçimizde daima bir ukde olarak kalacak. Bu muhakkak. Ama başka çaremiz var mı? Sen de unutmaya çalış. Hayatına bir çeki düzen ver. Zeynep'i köyden getir. Sevmeye çalış onu. Sen çok iyi şeylere layıksın."
229
—"Biraz daha sabretseydin." Hilal, bu söze sinirlenmişti.
—"Ne demek biraz daha sabretseydim? Yuvanı mı yıkacaksın?..Bunu kesinlikle istemediğimi biliyorsun. Yıkılan bir yuva pahasına kavuşmayı ümit ediyorsan, bunu unut. Eğer yuvanı yıkarsan sevgimi de yıkarsın, bunu bil."
Cihan kahredici bir sükutla sustu. Zeynep benim süt kardeşim, o çok yakında ölecek, diyemedi.
—"Haklısın. Keşke durum daha farklı olsaydı. Seninle her-şeyi konuşabilseydim. Herşeyi anlatabilseydim sana. Neyse boş-ver. Hadi, mutlu ol. Hoşçakal."
—"Cihan. Seninle vedalaşmak istiyorum. Hakkını helal et. Çok emeğin geçti bana. Yaptıklarını, iyiliğini unutamam. Seni de unutmayacağım.
"Türkiye'den ayrılıyorum. Bu sefer ben sürgün oluyorum. Amerika'ya yerleşiyoruz. Buralar sıkıntı vermeye başladı. Ortak hiçbir hatıramızın olmadığı bir mekana yerleşmek istiyorum. Elveda Cihan! Umarım sen de mutlu olursun. Allah yardımcın olsun."
* * *
230
"İçime dönen yolda gün
bir görünür bir gidersin
tutamam
düşe dalgın ellerim mi?"
18.
Unutulmuşluk ne zordur. Kendi benliğinde unutulmuşluk. Münzevi bir sürgün olmak bedeninde. Avuçlarının, içinde kor taşımak gibidir bu. Uzayan, geçmek bilmeyen gece yarılarında, pencereden öteleri, hiçbirşey görmeden, gözlerinin önünden çekilen eşyanın yerini dolduran karanlığı delmek istercesine, gözlerini kırpmadan öylece bakmak. Mesafeleri bir çırpıda yok edip, birini görmek istercesine ötelere. Bazan ucundan kelimeler, yazılar dökülen, gönlüne tercüman olan kaleme, bazen bir eşyaya ya da yürürken ayak uçlarına sabitleşen bakışlara sinen, zamanı donduran hasreti alıp yüreğin ta ortasına kızgın bir demir parçası gibi konduran unutulmuşluk...
Yaşadığı bu atmosfer bunaltmıştı onu. Çekip gitse miydi buralardan, hatıralarının olmadığı yabancı iklimlere... Bu kaçışı kaç defa yaşamıştı? Ne değişmişti ki. Çare mi olmuştu, hayır... Yine değişen birşey olmayacaktı.
Taşımalıydı... Omuzlarına yüklenen bu ağır yükü, yakınmadan, sızlanmadan, severek taşımalıydı. Acı çekmek aşkın soyluluğuydu. Acının ateş gibi yakıcı öpüşlerinden ürkmemek. Aşkı uğruna acıyı sevebilmek...
Bu bir gönül işiydi. Gönül ummanının enginliğiydi bu. Bir bardak suda okyanus derinliği ve enginliği aranır mıydı? Oysa,
231
su bir bardakta da suydu, bir okyanusta da. Aşkın dalgalanmaları, fırtınaları ve acılan bir okyanus gerektirir gönülde. Ömrünü bir bardak suyu okyanus sanarak geçirenlerin çektiği acı bile, acıklılık olabilir ancak. Böylesine sığ bir alanda yaşanan aşk, seyredenlerde merhamet ve acıma duygusu uyandırır. Aşkın kutsallığı yerini sığlığın zavallılığına bırakır. Oysa, gerçek aşkın adı sevda, acısı soylu ve acıklılıktan uzaktır.
Böylesine yoğun duyguların ağırlığıyla evden ayrıldı. Yürüyerek iskeleye geldiğinde vakit oldukça erkendi. İlk vapura kendini atıp, Bostancı'ya geçti. Bugünkü programı oldukça yüklüydü. İşlerine bir türlü eskisi gibi sanlamıyordu. Zamana ihtiyacı vardı.
Bugün şirkete uğradıktan sonra AKM'de bir panele, panelist olarak katılacak, peşinden Tüyap II. Kitap ve Kültür Fua-rı'nda kitaplarını imzalayacaktı. Bu iki programın ilanları da gazetelerde yer almıştı.
Arabasını otoparktan alıp E-5'e çıktı. Bu günlerde Bağdat caddesine tahammülü yoktu. Trafiğe yakalanmadan köprüyü geçip şirkete geldi. Kendini zorlayıp, kısa sürede işlerine yeni-baştan bir çeki düzen vermeye çalıştı.
*    *    *
Hilal erkenden uyanmıştı. Sabah namazını kıldıktan sonra şöminenin karşısındaki koltuğa oturdu. Kalamış'taki bu evde son günlerini yaşıyordu. Bugün yarın halasından haber gelirdi. O da bir kaçışın eşiğindeydi. Nereye kadar gideceği, ne kadar süreceği, nasıl sona ereceği bilinmeyen bir kaçış.
Günlük gazetelere göz atarken Cihan'la ilgili bir ilan takıldı gözlerine. İlanda Cihan'ın son günlerin aktüel konusu olan "kadın" konulu bir panele, panelist olarak katılacağı, ardından da AKM'nin hemen yanıbaşmda Etap Marmara'da açılan kitap fuarında kitaplarını imzalayacağı duyuruluyordu.
Gazeteyi sehpanın üzerine bıraktı. Başını ellerinin arasına
232
alıp şöminede korlaşan ateşin kızıllığına dalıp gitti. Cihan'ı düşünüyordu. O, çok sevdiği, kavuşabilmeyi herşeyden çok istediği ama bir türlü kavuşamadığı Cihan'ı.
Panele gidip gitmemekte bir süre tereddüt etti. Sonunda yenemediği duygulan ve Amerika'ya gitmeden onu bir daha görme arzusu panele gitmeye zorladı. Hazırlanıp çıktı.
Cihan'a tanınmamak için oldukça değişik bir kıyafet tercih etmişti. Siyah, bol bir abaye ve başörtüsüyle yine koyu renk camlı bir gözlük takmıştı. Bu kıyafetiyle Cihan'ın kendisim tanıması mümkün değildi.
AKM'ye geldiğinde, panele ilginin hayli fazla olduğunu gördü. Panelin başlamasına epey zaman olmasına rağmen salon tamamen doldurulmuş, yer bulmak oldukça güçtü. Tesettürlü bir genç kızın yer açmasıyla oraya oturdu.
Panelin konusu kadar panelistler de oldukça renkli kişiliklerdi. 1402'lik profesörlerden ateist Murat Bilgin, sinemaların baba ve işadamı rolleriyle tanınan beyaz saçlı sanatçısı Fikret Akan, feminist akımın Türkiye'deki en tanınmış ismi Billur Sena, Ayşegül isimli tesettürlü bir yazar ve son panelist olarak Cihan yeralıyordu. Paneli meşhur Türk devrimi profesörü Turgut Ateş yönetiyordu.
Panel, kadın kimliğini İslâmî açıdan sorguluyordu. İlk panelist olan profesör, sakalı ve kılık kıyafeti kadar fikirleriyle de oldukça değişik bir kişilik portresi çiziyordu.
Ona göre, sebebi ne olursa olsun hiçbir hakkın kısıtlanması, yasaklanması savunulamazdı. Kadının istediği gibi giyinme özgürlüğü de bunun bir parçasıydı. Nasıl istediği gibi açılabiliyor, buna kimse karışmıyorsa, istediği gibi örtünebilmeliydi de. "Eğer başörtü takmak, bunu benimsemek gericilikse, ben de bu hususta gericiyim" diyordu.
Sinema sanatçısı Fikret Akan, tesettür konusuna kendince değişik bir yaklaşım getiriyordu.
233
"Kadını böyle kapatıp, sarıp sarmalamanın anlamı ne.?Ben erkek olarak, istedikten sonra istediğim kadını ne kadar örtülü olursa olsun hayalimde istediğim gibi soyar, onunla hayalimde herşeyi yapabilirim" diyordu. Cihan'ın onun bu yaklaşımına verdiği cevap da bir o kadar ilginçti.
"Kendisi sinema sanatçısı, yani hayal ustasıdır. Ama hayali bu boyutlara getirmedi normal değil. Hiç bir uyarıcı etken ve tahrik unsuru olmadan ve karşısında kendini gizleyen, hakkında hiçbir kanaate sahip olmadığı bir kadını hayal etme, onu hayalinde çeşitli şekillerde canlandırma ihtiyacı, üstelik ortalıkta hayal etmesini hatta seyretmesini kolaylaştıracak bir sürü alternatif varken böyle bir davranışı tercih etmesi hakikaten normal bir davranış biçimi değil. Anti parantez şunu da belirteyim, bir kadının açık giyinmesi, kimsenin ona bakması için ya da benzeri davranışlar içine girmesi için sebep ve hiçbir şekilde mazeret teşkil etmez. Bu da aşağılık bir fırsat düşkünlüğüdür. Az önce belirttiğim gibi Fikret bey eğer sözlerinde samimiyse kendisine en kısa zamanda bir ruh hekimine görünmesini tavsiye ediyorum."
Tesettürlü hanım gazeteci, islâm'ın kadına bakışını ve tesettür konusunu sade ve net bir üslupla ayet ve hadislerden kaynak göstererek açıkladı.
Panelin en sivri dilli konuşmacısı, tanınmış feminist Billur Sena'nın konuşması son derece saldırgan bir üsluba sahipti. İslâm'a isnad edilen ne kadar hakaret varsa altalta dizip ağız dolusu sıralamaktan geri kalmıyordu. İslâm'ın, kadına köle muamelesi yaptığını, ülkeye hakim olan zihniyetten kurtulmadıkça, kadının haklarının elde edilemeyeceğini, İslâm'ın, kadını erkeği tarafından sömürülen, dövülüp kemikleri kırılan, tarlada çalıştırılan, evde kölelik vazifesini yükleyen, çocuk doğurma makinası haline getiren bir zihniyet, saçma sapan, yobaz ve çağdışı bir inanış olduğunu kendince delillerle anlattı. Öyle delilleri vardı ki, "kadının sırtından sopa, karnından sıpa eksik ol-
234
mamalı" sözünü hadisi şerif diye delil gösteriyordu.
"Bu yobaz, çağdışı zihniyet, kadını mal olarak görüp, kapalı kapılar arkasına ve çağdışı kıyafetler altına hapsetmiştir" diyordu.
Konuşmasını: "Biz dünyaya çocuk doğurmak için gelmedik. Erkekle aynı haklara sahip olabilmek, istediğimiz her işte aynen erkek gibi çalışabilmek, bulaşıktan, çamaşırdan, çocuk bakıcılığından, bedava hizmetçilikten kurtulmak istiyoruz.
"Ekonomik özgürlüğümüzü, cinsel özgürlüğümüzü ve tüm haklarımızı alıncaya kadar mücadeleye devam edeceğiz. Eğer haklarımızı almak istiyorsak, evvela bu çağdışı sistemden yani İslâm'dan kurtulmak zorundayız" diye bitirdi.
Cihan bu hezeyan dolu konuşmayı hiç şaşırmamış bir yüz ifadesiyle istihzai bir gülümseyişle dinledi. Sıra kendisine gelmişti.
Önce yansız tavrından ve sergilediği hak anlayışından dolayı ilk konuşmacı olan porfesör Murat beye teşekkür etti. Konuşmasına Billur hanımın iddiasını cevaplayarak başlamak istediğini söyledi. Anlaşılan Billur hanıma anladığı üslupla cevap verecekti.
"Şunu esefle müşahede ettim ki, Billur hanım, üzerinde kalem oynattığı kadın haklarından da, mesnetsizce saldırdığı İslâm dininden de, hatta konuştuğu ve yazdığı lisanın inceliklerinden de tamamıyle habersiz.
"Hak, önüne gelene saldırmakla, bütün değerleri ulu orta devirmekle, küfretmekle alınmaz. Bildiği ne kadar hakaret varsa, İslâm'a ve müslümanlara sıraladı. Şunu bilmelidir ki, karşısındakinin haklarına saygı göstermeyi bilmeyenin başkasından saygı beklemeye hakkı yoktur. Kendisi bir hak alma savaşı veriyor ama hak mefhumunun sadece kendisine ve kendi anlayışına ait olduğunu sanıyor.
"Gelelim savurduğu hakaretlere ve bize isnad ettiği sıfatla-
235
ra, iddialarına. Yobaz diye bir ifade kullandı. Nedir yobazlık? Yobazda zıtlar (anti-tezler) kaygısı yoktur. Karşı fikirlere kulaklarım tıkamış, duyma melekelerini iptal etmiş, sadece saldırmaktadır. Aynen Billur hanım gibi. Yine yobaz; aptal bir inanışla, ahmak bir reddediş arasındaki tip... Kendi vehimlerinde ürettikleri kadın hak ve anlayışına karşı aptalca bir inanış. Kendi dışındakileri, mesela bunlardan biri olarak İslâm'ı ahmakça reddediş... Hiçbir şekilde dinleme araştırma gereği duymadan...
"Çadır gelenekçiliğinden günümüze gelen saçma sapan bir sözü, kadının sırtından sopa karnından sıpa eksik olmamalı, sözünü bile hadis-i şerif, yani Peygamber sözü sanacak ve bunu savunduğu fikre önemli bir delilmiş gibi burada söyleyecek kadar ahmakça bir reddediş..."
Billur hanım, kadının haklarını alamayışını, ülkeye hakim olan İslâm inanışına bağlamıştı. Cihan bu iddiayı: "Soruyorum, bu ülkenin neresinde İslâm hakim ve söz sahibi Allah aşkına" diye cevaplıyordu."
İslâm ve müslümanlann, kadını bir köle ve meta durumuna getirdiği iddiasına verdiği cevap yine oldukça ilginçti.
"Nedir meta? Alınıp satılabilen mal... Peki bugün kadını alınıp satılabilen mal durumuna hangi sistem ve anlayış getirmiştir?
"Çağdaş diye vasıflandırılan, İslâm'a alternatif olma iddiasıyla ortaya çıkan, savundukları sistemlere bakın ki, bütününde kadın, alınıp sataîabilen bir meta. Kadın cinselliğini kiralayabiliyorsunuz. Ne korkunç birşey. Kadının cinsi cazibe ve estetiği, kadınla uzak yakın hiçbir ilgisi bulunmayan sahalarda tüketimi körükleyici bir unsur olarak reklam malzemesi yapılıyor. Araba lastiği, yağlıboya reklamı vs. Ve bütün bunlar, sayın çağdaş ve feminist geçinen aydın ve düşünürlerimizi nedense hiç rahatsız etmiyor.
'Tine, biz dünyaya çocuk doğurmak için gelmedik sözüne,
236
"peki niçin geldiniz? Annelerimiz de böyle düşünseydi, şimdi bizler ve siz olmayacaktınız. Yaradılışta varolan fıtri özelliklerimizi dahi inkar edecek zavallılığa düşmeyelim lütfen. Cinselliği alabildiğine kullanmaya evet, bunun neticesi olan çocuk doğurmaya hayır? Bu ne ucuz ve saçma bir mantık" diye karşılık veriyordu. Billur hanımın her sözünü tek tek ele alıp cevaplıyordu.
Billur hanım ikinci turda, İslâm'a sataşmarnaya itina etti. Feminizmin faziletlerini, kendince doğrularını anlattı. Cihan'a cevap vermedi, ikinci turda Cihan da konuşmasını daha genel bir çerçeveye oturttu.
"İslâm'a yönelik eleştirilerin çoğu, eleştiri sahibinin İslâm hakkındaki bilgisinin eksikliğinden, yanlışlığından ya da kasıtlı bir düşmanlıktan kaynaklanmaktadır. Kendi vehimlerinde ürettikleri bir müslüman tipi üzerinde sürmektedir tüm tartışma.
"İslâm'da kadının konumunu tartışanlar önce örfe dayalı köy hayatına ya da büyük şehirlerin kenar mahallelerine bakıp İslâm hakkında hüküm vermekten kaçınmalıdırlar.
"İnsanı kadın ve erkek diye iki ayrı sınıfa ayırıp karşıkarşı-ya getirmek son derece yanlıştır. Kadın ve erkek, insan bütününün birbirini tamamlayan iki parçasıdır. Haklan ve sorumlulukları farklıdır. Ama kesinlikle İslâm nezdinde adaletli bir hak ve yetki paylaşımı vardır. Unutmayalım ki, hiçbir insan Allah'tan daha merhametli ve adil olamaz.
"Eşitlik kavramıyla adalet kavramı farklıdır. Eşitlik hake-dene de etmeyene de aynı davranmayı gerektirir. Bu ise hake-dene zulümdür. Eşitlik zayıfa da güçlüye de aynı yükü yüklemeyi gerektirir. Bu, bir tarafa taşıyabildiğinden azını yüklerken, diğerine fazlasını yükleyerek ezer. İslâm buna alternatif olarak, adaletli bir hak ve yetki paylaşımı getirmiştir. Adalet, herkese kaldırabileceği kadar yüklemeyi gerektirir. Bir bedende elin göreviyle ayağın görevinin farklı olması, bunlar arasında adaletsizlik olduğu anlamına gelmez."
237
Tesettür konusuna, bu konuyu diğer panelistlerden Ayşegül hanımın güzelce izah edip açıkladığı gerekçesiyle tekrar girmek istemediğini söyledi. Daha çok feministlerin söylemi ve yeni anlayışlar üzerine devam ettiriyordu konuşmasını.
"Cinselliği mana ve ruhundan soyutlayıp, basit bir zevk haline dönüştürmek, şehvet metaı durumuna düşürmek, bunun alınıp satılmasını, teşhir edilip sömürülmesini kabullenmek, bayrağı bir metrekare bez parçası olarak görüp, paspas diye ayakkabı silmeye benzer. Bu ise korkunç bir seviyesizlik ve cinayettir. İnsanlığın ve tüm değerlerin katledildiği bir cinayet. İslâm; cinselliği aile ve nikah kavranılan içinde değerlendirmiş, gizliliği esas kılmıştır. İçinde sevginin olmadığı sadece cinselliğin ve şehvetin şekillendirdiği bir beraberliğe saygı duymak, bu aşağılık durumu onaylamak mümkün değildir.
"İslâm, kadının süslenme ve estetik merakını güzel görünme, iş ve isteğini hoşgörüp, bunu aile içinde bir gizem ve sevgi atmosferinde helal kılmıştır. Bunun tahrik ve teşhir malzemesi yapılmasına ise kesinlikle karşıdır.
"İslâm dışı toplumlarda ise kadın, tüm çekiciliğini başkalarına yönelterek, bütün bir süreci bir tatmin vesilesi haline getirmektedir. İslâm dışı toplumlarda kadın, cinselliğin girdabına girerek bir zevk metaı haline gelmektedir. Cinsellikten sevgi, saadet ve şefkat gibi duygular sökülüp atılınca cinsellik basit bir zevk seviyesine indirgenmiştir. Kafasını cinselliğine takıp evreni bununla açıklamaya kalkışmak ve cinselliğin zebunu olmak, öyle sanıyorum ki, herşeyden önce bir ruh sağlığı sorunu olarak tartışma konusu olabilir.
"Bir de evliliği inkar edip serbest ilişki istiyorlar. Gençken, güzelken, varlıklıyken tamam da ya yoksullaşınca, ya biraz yaşlanınca, erkekler daha genç ve ekonomik sevgililer bulacaksa, hallerinin ne olacağını hiç düşünmüyorlar mı? Bugün üç şey öne çıkıyor; para, nüfuz ve seks... Para ve nüfuz istismar edilirse ya da gayri meşru bir şekilde ele geçirilmişse kısa sürede iş-
238
rete, fuhşa, uyuşturucu ve kumara yöneliyor. Çünkü bu bir inkar, kaçış ve intihar biçimidir.
"Netice olarak, İslâm harici hiçbir sistem ve anlayış, kadına hak ettiği değeri veremez. Slogan atmakla bu mesele çözümlenmez. Feminizm de hasta ruhlu erkeklerin baskısı altında biçimlenen ve kadınlara bulaşan, kendi kişilik elbisesinden utanma-; nın verdiği bir duygusallığın tekrar erkeğe yönelen tepkiye dönüşmüş bir ruh halini ifade eder. Haksız olarak iki tarafın hakkını ele geçirene, hayır o hak senin değil benim, dersen, o da neden senin olsun, benim der. Güçlü taraf da o olunca bu zulme dönüşür. Yaradılışın gereği olan adaletli bir paylaşıma talip olursan, zulmetmeden ve zulme de uğramadan hakkını alırsın.
"İslâm'da kadın herşeyden evvel anadır. Sadece çocuk değil, toplumu doğurur. Düşman kesildiği erkeğin de anasıdır aynı zamanda. Kadın'ın iaşe sorumluluğu erkeğe, toplumun eğitimi ve terbiyesi de kadına yüklenmiştir. Kaynaşmanın özü ise sevgidir.
"Hak mefhumunu anlamak ve almak istiyorsak, İslâm'ı araştırıp onayönelelim."
Cihan'ın konuşması ilgiyle dinlenmişti. Panelin sorulan da çoğunlukla ona soruldu. Sorulan sorulara kısa, net ve tatminkar cevaplar verdi. Panel sona erdiğinde kafalardaki istifhamlar dağılmış, müsbet ve güzel bir neticeye varılmıştı.
Hilal, panelden sonra kitap fuarını gezdi. Cihan'ın kitaplarını imzaladığı standın önünde sıraya girdi. Değişik kıyafeti.yü-zünün açık kalan kısmını da kapatan gözlükleriyle Cihan'ın kendisini tanımayacağı inanandaydı. Sıra kendisine geldiğinde seçtiği kitapları Cihan'ın önüne uzattı. Cihan, önüne imzalaması için konan kitaplara, "tanımakla gurur duyduğum ve ömrüm-ce daima gurur duyacağım değerli Hilal hanıma mutluluklar, sevgi ve saadet dolu uzun bir ömür dileğiyle... Herşey hakkında hayırlı ve gönlünce olsun" yazıp imzalamıştı. Başka bir kağıda da: "Dost, dostunu tanır, aradaki mesafeleri mutlaka hisseder,
239
yakınlığını da... Kendini gizlemene gerek yok" yazıp imzaladığı kitapların birinin arasına koymuştu.
Hilal, Cihan:ın kendisini tanımasına şaşırdı. Kitapları alıp aceleyle oradan ayrıldı.
Cihan, imza programını bitirdikten sonra Hilal'i tekrar görmenin de sarsıntısıyla Taksim meydanından Hürriyet caddesi, Elmadağ, Harbiye derken Şişli'ye doğru yürüdü. Şirketin otoparkına bıraktığı arabasını almamıştı. Yine her zamanki gibi Elmadağ'da Hilal'in babasının işyerinin önünden geçerken, gayri ihtiyari gözleri bir süre işyerinin tabelasını ve pencereyi süzdü. İçi burkulmuş, canı sıkılmıştı. Sol eli cebinde, bakışları yerde yürümeye devam etti.
Hilal, kitap fuarından çıkınca yol üzerinde bulunan, babasının işyerine uğramıştı. Şirkette biraz oyalandıktan sonra arabasını alıp o da Şişli tarafina yola çıktı. Şişli camiine yakın, Ci-han'ı dalgın ve kederli yürürken gördü. Durup onu arabasına almakla almamak arasında epey bocaladı. Hayır, yeniden hayatına giremezdi. Tamnmamaya çalıştığı halde, tanınmıştı. Bir de arabasına alırsa, dayanamaz, oynadığı nikah oyununu anlatır, herşey yeniden başlayabilirdi. Bunun sonucu hiç de iyi olmazdı. Bu düşüncelerle gaz pedaline yüklenip Cihan'ın yanından süratle geçti.
Cihan, Hilal'in arabasını görüp tanımış, bu hareketi ağır gelmişti ona. Bir selam bile vermeden geçip gitmesi, tenezzül etmemek gibi gelmişti. Kahrolmuş bir halde taşımakta güçlük çektiği başını alıp Mecidiyeköy'den Zihcirlikuyu, Nimet Abla, Esentepe, oradan da Beşiktaş'a kadar yürüdü. Artık ayaklarının, kendisini taşıyacak mecali kalmayınca bir taksi çevirip Sir-keci'ye gitti. Oradan ilk kalkan Kadıköy vapuruna bindi.
Öylesine dalgındı ki, Kadıköy vapuru diye Üsküdar vapuruna bindiğini farkedemedi. Vapurda da sağına soluna hiç bakmadan iç dünyasının firtınalarıyla boğuştu. Kadıköy yerine Üsküdar'a geldiğini ancak iskeleye indiğinde anladı.
240
"Nice zincirler kırdım içimde ve dışımda
Kim kazandı savaşı aldanışlara karşı
Şimdi bütün sır kanın ve gülün kırmızısında."
19.
'Bu gidişle bu kahır çekilmeyecek. Yüreğimi kavuran bu hasret, bu susuzluk, serap görür gibi gözlerimin önüne gelip gelip giden sevgi ve sevgili gölgeleri, benliğimi talan eden ve adı sanı belli olmayan sıkıntı omuzlarıma çöktükçe çöküyor. Bu esaretten kurtuluş, bu yokuştan düze çıkış yok benim için!"
Önündeki teksir kağıdına yazdığı paragrafı bir iki kez okudu. Dudaklarında hafif, çığlık atar gibi bir tebessüm donup kalmıştı. Kalemi teksir kağıdının üzerine bıraktı. Anlaşılan yazının devamını getiremeyecekti. Ya yazmak istemiyor yada yazacak birşey bulamıyordu. Sol elini şakağına bastırıp bir süre düşündü. Elinin tersiyle kağıdı masanın ortasına doğru itip, oturduğu sandalyeden kalktı. Odanın ortasında bir iki tur atıp pencerenin önünde durdu. Baktığı noktada, mehtabın denizde titreyen solgun yüzünde de kendi gözlerindeki hüznü buldu. Gidip kanepeye uzandı. Sehpanın üzerinde duran gazeteyi aldı. Kendi yazısını okumaya başladı.
Bu yazının başına epey iş açacağı ortadaydı. Bu durumun yazıyı yazarken de yayımlarken de farkındaydı. Biraz heyecan mıydı istediği, zaten yeterince derdi olan başına yeni bir bela mı arıyordu, faturası pahalıya da malolsa bir değişiklik, yeni bir meşgale mi arıyordu, kendi de bilmiyordu.
9.41
Yazısında, ihtilali, ihtilalcileri, yeni anayasayı yerden yere vurmuş, "daha ötesini söylemeye dilim varmıyor, ölü doğdu diyemiyorum ama, bu anayasa en azından özürlü doğdu. Zaten beşerin yaptığı kanundan da daha fazlası beklenemez. Beşerin ilahlık iddiası, sabun köpüğünde şişirilen baloncuğun saltanatından farksızdır" gibi ifadeler kullanmıştı.
Gazeteyi bir iki karıştırıp tekrar sehpanın üzerine bıraktı. Bakışlarını avizenin solgun ışığına sabitleştirip kanepeye biraz daha uzanarak, başını yastığa yerleştirdi. Ellerini ensesinde kenetleyerek kendini herşeyden soyutlamaya çalıştı. Eşyayı gözlerinin önünden çekip almak için, uzanıp ışığı söndürdü.
Kanepenin üzerine öylece uyuyup kalmıştı. Gece bir ara uyanan Zeynep, üzerine bir battaniye örtmüştü. Sabah uyandığında, sırtının kaburgalarının, her tarafının tutulduğunu, ağrıdığım hissetti. Ellerini ensesinde kenetleyip gerindi. Sağa sola esneyip hareket ederek gevşemeye çalıştı. Soğuk suyla abdest alıp sabah namazını kıldı ve çantasını alarak evden çıktı, iskeleye kadar yürümeyi tercih etti. iskeleden ilk vapurla Bostan-cı'ya, oradan arabasını otoparktan alıp işyerine gitmek için E-5'e çıktı.
Öğleden sonra saat iki sularında, yamlmadığını, yazdığı yazının hakikaten başına iş açacağını anladı. Sekreter, iki sivil polisin kendisiyle görüşmek istediğini söylemişti. Sekretere, onları odasına göndermesini söyledi.
Tahmin ettiği gibi, polisler ellerinde tutuklama emriyle, kendisini emniyete götürmek için gelmişlerdi. Polislere kahve söyleyip, dosyadan bir kağıt çekti. "Veda yazım" başlığıyla kısa bir yazı yazdı.
"Çile çekilmeden mütefekkir olunmaz. Bugün, yazıp savunduğum fikir ve inancımdaki bağlılık ve samimiyetim hususunda imtihan ediliyorum. Merhum Seyyid Kutup'un ifadesiyle, fikirler kanla yoğrulduğu, savunucusu ve sahibinin kanıyla yazıldığı ölçüde muvaffak ve kalıcı olurlar. Biz de davamıza baş koymu-
242
şuz. Bu uğurda ölümü sevda bilmiş birine mahkumiyet zor olmasa gerek. Zaten, istediği hayatı yaşayabilmekten mahrum olan biri için hür olmanın esaretten ne farkı olabilir.
"Bir huhukçu olarak, adaletli bir mahkemede bu mahkumiyetin en kısa zamanda sona ereceğine inanıyorum. Adalet tecelli ederse —ki aksi sabit olmadıkça buna inanıyorum—hakkımız olan hürriyetimize tekrar kavuşuruz. Eğer adalet tecelli etmezse mazlum olarak, bize biçilen hükme teslim oluruz. Tabi kolay pes etmeyeceğimiz de biline."
Yazıyı, gazeteye teslim etmesi için şoföre yerdi. Sırrı beye telefonla durumu kısaca izah etti. "163 bizi Medrese-i Yusuf a istiyor" dedi. Besim beyi çağırıp bazı bilgileri ona aktardı, bilgisayar disketlerini ve önemli evrakları ona verdi. Polislere dönüp vakur bir edayla: "Gidelim" dedi. Odasının kapısını kilitleyip anahtarı Sırrı beye vermesi için Besim beye bıraktı.
Polislerle beraber soğuk yüzlü asfaltı adımlayıp, ruhsuz ceset gibi duran emniyete ait arabaya bindi. Onu önce ikinci şubeye götürdüler. Ardından da hürriyetinin son mesafelerini de tüketip, insanın suratına gözleri oyulmuş bir kurukafa gibi bakan soğuk yüzlü taş duvarların önüne...
Kulak tırmalayan parazitli bir sesle açılan demir kapı, bütün ümit ve hayallerini, sevgi düşlerini, hürriyetini ve hatta gözlerinden bir tutam günışığını bile alıp, tekrar aynı beyin törpüleyen sesle yüzüne kapandı. Tıknaz, kır saçlı gardiyanın arkasından, pas kokan kasvet yüklü koridorlarda yürüdü.
İçinde baba katilinden iffet katiline kadar her suçtan hüküm giymiş, belki birçoğu masum, bir yanlışa ya da iftiraya kurban gitmiş insanları banndıran hapishane koğuşuna geldiler. Cihan, gardiyanın gösterdiği ranzaya elindeki çantayı bırakıp isteksizce çöktü. Sağdan soldan, Allah kurtarsın, temennilerine, "sağolun, sizi de..." diye karşılık verdi. Üzerine sabitleşen, ışığı kaybolmuş, ümitten ve ferden eser olmayan, soran bakışlar bir iki dakika süzdü Cihan'ı. Genç bir mahkum fedaice bir eday-
243
la yanına yaklaşıp elindeki sigarayı uzattı. —"Ağanın ikramı. Buyur yak." —"Teşekkür ederim. Sigara içmiyorum. " Hapishanede bu tavır koğuş ağasına hakaret kabul edilirdi. Genç mahkum dönüp gitti. Koğuşta bir iki dakikalık, heyecanlı bir suskunluk oldu. Sessizliği tok bir ses bozdu bu sefer. —"Allah kurtarsın delikanlı." —"Sağol abi... Seni de..." —"Suçun ne?"
—"163... Fikir suçu, anlıyacağın. —"Kominist misin?"
—"Hayır, müslümanım... Suçum, İslâm'ı savunmak." Koğuşta bir de 141'den tutuklu mahkum vardı. Aksi fikirde de olsa, koğuşa bir fikir suçlusunun gelmesi memnun etmişti onu. Kendince, onunla tartışıp, fikirlerini nasıl çürütüp ezeceğini planlıyor, seviniyordu. O, ince, oldukça değişik ses tonuyla Cihan'a seslendi.
—"Ben de 141'den tutukluyum, adım Yücel." —"Ben de Cihan... Tanıştığıma sevindim." Sevindim ifadesini biraz alaylı bir edayla söylemişti. Bu arada sigara getiren mahkum tekrar geldi. Cihan'ın çantasını alıp, benimle gel işareti yaparak, Cihan'a kapının sol tarafında boş bir ranza gösterdi.
—"Yerin burası. Bu arada aidatını da alalım. Ağa istiyor." Aidat kılıfıyla istenen haracı duyunca sinirleri gerildi Cihan'ın. Ömrünce kimseye tek kuruş haraç yedirmemişti. Haraç isteyen mahkuma sert bir bakış, ardından alaylı bir edayla, "şunun adına haraç desene" dedi. —"Evet haraç, ne farkeder?"
—"îyi bak bakalım, bende hiç haraç Verecek göz var mı?" —"Sen daha önce hiç içeri girmemişsin anlaşılan. Buranın kanunları farklıdır, anam! Biz bal gibi almasını biliriz. Bismillah demeden dayılanmasını öğrenmeyi de "ödetiriz adama." Cihan alaylı tavrını sürdürdü.
V
—"Ödet öyleyse, ne duruyorsun?"
Haraç isteyen mâhkum bir iki saniye kararsızlıktan sonra, yumruklarını sıkıp Cihan'ın üzerine atıldı. Cihan soğukkanlı tavrını bozmadan, savrulan yumruğu havada yakalayıp mengene gibi kavradı ve geri kıvırdı. Sağ ayağıyla kaval kemiğini gerip, karşısındakinin iki ayağına birden bir kesme vurdu. Ayaklan yerden kesilen mahkumun ayaklarına ikinci kesmeyi indirirken, diğer kolunu da tutup üst ranzaya savurduktan sonra, yatağından olanları şaşkınlıkla izleyen ağanın karşısına dikildi.
—"Bak ağa!...Biz müslümanız. Bu uğurda girdik buraya. Öyle her satıra boynumuzu uzatıp, her güçlü gördüğümüze başımızı eğseydik, şimdi buralarda olmazdık. Şunu aklından çıkarma. Biz ne kimseyi ezeriz, ne de kimseye kendimizi ezdiririz: Başkalarını ezerek yaşamak er kişiye ardır."
"Müslümanız," sözü ağayı yaralamıştı. Eski günleri ve çok sevdiği babası geldi aklına. Cihan'ın son cümlesi de korkunç etki yapmıştı beyninde. Gözleri buğulandı. Karşısında dikilen genç adama duygulu baktı. Demek hocasın, diye geçirdi içinden. Hocalara daima saygı duymuştu. Kendisi de hoca çocuğuydu neticede. Yaşantısı nasıl olursa olsun, müslüman kimliğine sahipti. Şimdiyse bir hocayı ezmeye, ondan haraç almaya kalkmıştı. Mahcup oldu,
—"Kusura bakma hocam. Ne yapalım, buranın kanunları böyle. Biz de bu hamurla yoğurulduk, bu çarkın pençesinde dönüp duruyoruz işte. Neyse, hele gel otur şöyle..."
Bu durumu gören mahkumlar tuhaf olmuşlardı. Ağayı hiç böyle görmemişlerdi. Koğuşa geldiği ilk gün kendisine meydan
245
244
okuyan birini karşısında takındığı tavır garip gelmişti onlara. Cihan, mahkumların bakışlarında bu şaşkınlığı sezdiği halde, birşey farketmemiş gibi davranıp, ağanın gösterdiği yere oturdu. Ağa elini Cihan'in dizine koyup konuşmaya başladı. Sesi oldukça sevecen ve dostçaydı. Az önceki tok sesin sahibi o değildi adeta.
—"Adım Kemal. Kara Kemal derler burada. Memlekette Deli Kemal derlerdi. Yirmi yıla mahkumum. Dokuz yıldır bu mezarda ömür tüketiyoruz. Namus davası benimkisi. Nişanlımı kaçırıp kirleten iki kişiyi yolladım mezara."
Deli Kemal ismi hiç yabancı değildi Cihan'a. Çocukluğunda bu ismi duymuştu. Talebelik yıllarında, bu hadiseyi de duymuştu. Nişanlısı için desten bile yakılmıştı o köyde. Evet, Dumanlın Deli Kemal'di karşısındaki.
—"Evet nam-ı değer Deli Kemal. Bu gidişle neredeyse akraba çıkacağız. Benim adım da Cihan. Aynı yöredeniz. Ben de Sevdapınarı'ndanım. Belki duymuşsundur. Benim köyden kaçışım da senin yaşadıkların kadar konuşulmuştur civar köylerde .herhalde."
—"Tamam, hatırladım" dedi Deli Kemal. "Daha sonra eviniz yanmıştı değil mi?"
—"Maalesef...O yangını bir sene sonra öğrendim. Yangın babamla annemi yutmuş, kızkardeşim evlatlık verilmişti. Kaçışın geri dönüşü olmadı anlayacağın. Aile yok oldu. Biz de hâlâ bir nevi kaçışla buralara kadar geldik işte."
—"Okumak için kaçtı, demişlerdi. Okuyup birşey olabildin mi bari? İçeri nasıl düştün, 163 mü demiştin?"
—"Evet, okumak için kaçmıştım. Okumaya okuduk, iktisadi ve İdari bilimleri, peşinden Hukuk fakültesini bitirdim. Bir miktar hissesine de sahip olduğum bir şirkette yöneticilik yapıyordum. Bu arada, lise yıllarından beri kendi çapımızda birşey-ler yazıp çiziyorduk. Sonunda ileri gidiyorsun, deyip aldılar içe-
246
nişte."
—"Peki de, hukuk okudum, diyorsun. Bir hukuk adamı olarak neyin suç olduğuna, nelerin senin başına problem açacağına dikkat etmedin mi? Sen buralara düşersen biz ne yapalım?"
—"Elbette neyin suç olduğunu biliyorum. Hukukun mahkum olduğu bir devirde hukukçu olmak neye yarar ki? Nice suçlular dışarda serbest dolaşırken, kim bilir nice masum insanlar da içerde ömür tüketiyor. Mesela, senin öldürdüğün insanlann cezasını adalet verseydi sen şimdi burada mı olacaktın?
"Hayatının baharında, evliliğe hazırlanan bir genç kızın kanına girip, intihar etmesine sebep olanlar delil yetersizliği gibi aptalca bir mazeretle serbest bırakılmasalardı; sen dr bu cinayeti işleyip idamla yargılanmayacaktın. İşte böyle...bazan hukukçu olmak da yetmiyor buralara düşmemek için.
"Kısaca, seni katil olmaya zorlayan çarklar, beni de fikir suçlusu olarak sürükledi buraya. İnanma ve inandığını ifade etme suçu. Yirminci asrın sonunda böylesi bir suç."
Kavgalı başlayan tanışma faslı, Cihan'in espirisinde ifade ettiği gibi, neredeyse akraba olacak kadar yakınlıkla ve sıcak bir samimiyet atmosferinin doğmasıyla değişik bir havaya bürünmüştü. Kara Kemal, Cihan'in kendi davasını bu kadar yakından bildiğine şaşırmıştı.
—"Bakıyorum, benim davadan oldukça haberdarsın."
—"O yıllar, kızkardeşimi aramak için sık sık Ankara'ya gidiyordum. O zamanlar takip etme imkanım oldu bu meseleyi. Zaten uzun süre konuşuldu civar köylerde bu dava."
* * *
Hapisanede tüketilen ilk nefesler, yaşanan ilk zamanlar ağır gelir insana. Tabi, esaretin hiçbir anı ve zamanı kolay geçmez ama ilk zamanlar bu zorluk daha bir ağır ve katmerli olur. Dakikalar aydan farksız olur adeta. Canevine kor düşer insanın. Yüreğindeki bu ateş, içindeki bu yangın benliğini kavurur,
247
yakar kül eder içten içe.
Cihan'ın ilk haftası da bu atmosferde geçti. Değişik bir zaman, mekan ve insan kavramı vardı burada. Budak deliği gibi bakışlar, içine katran doldurulmuş gibi fersiz, ışıksız gözler, mazgalların gerisinde, güttüğü sürünün mağrur çobanı edasıyla, eli arkasında dikilen gardiyanlar, insanın beynini içen, lekeli, ruhsuz, üzerine; yazılar, şiirler, geçen ve kalan günleri hesaplayan rakamlar yazılmış, gelişigüzel çizgiler çekilmiş kirli duvarlar.... Ve yarınları, umutlan, gelecekleri olmayan mahkumlar... Her nefesi yıl olan, geçmek bilmeyen zaman... İşte buydu hapishaneyi dolduran atmosfer.
Koğuştaki mahkumlarla uzun uzun sohbet ediyorlardı. İyi niyet ve samimiyeti kısa zamanda etkisini göstermiş, Kara Kemal dahil, birkaç mankumun kalplerinde var olan iman ateşini alevlendirmişti. Bu da Cihan'ın hikmete olan inancı, takdir-i ilahide gizlenen-bir hayrın olduğuna olan mutlak teslimiyetinde dirilen İlahi bir tecelliydi.
Sohbetin karşılıklı fikir tartışmasına dönüştüğü zamanlar da oluyordu. Bu tartışma 141'lik Yücel'le geçiyordu genellikle. Cihan'la tartıştıkça Yücel'in, Cihan'ı ilk gördüğü anda beyninde dalgalanan, istediği gibi fikirlerini çürütüp alay edeceği, hayalleri pis bir paçavra gibi paramparça oluyor, ne kadar yanıldığını anlıyordu. Yücel'in içinde bulunduğu ruh halinin Cihan da farkındaydı. İçeri girdiği ilk gün onun kendisine nasıl baktığı, o an neler hissettiği gözünden kaçmamıştı. Bir insanı fikren de olsa ezmek değildi istediği. Bunu hiçbir zalman istememişti. Ama Yücel'in hayallerinin nasıl paralandığını görmekten garip bir zevk duyuyordu.
Yücel'in" yanıldığı en önemli husus, Cihan'ı baştan küçümsemek olmuştu. Yetiştiği sol fraksiyon içerisinde kendini iyi bir laf ebesi olarak yetiştirmişti. Cihan gibilerinin de sadece birkaç ayet, hadis bilgisiyle dünyadan ve kültürden, felsefe, sanat gibi değişik alanlardaki birikimlerden yoksun, boş insanlar olduğu-
248
nü sanıyordu. Oysa Cihan sandığı gibi çıkmamıştı.
Cihan'a göre, insanı mutlu edecek nizamı anlamanın ilk şartı insanı anlamaktı. Neydi insan?
"Solon, insana bir arıza diyor. Hz. Ademe kadar gidip orada kalıyor. Atlayamıyor. İslâm şairi Sadi ise insanı şöyle tarif ediyor:
'Tek katrei hunest ve hazar endişe" (Bir damla kan ve sayısız kaygı)
"İslâm'ın Kur'an'daki insan tarifi ise: "Ben insanı, eşya ve hadiseleri zapt ve tefsir etmesi için kendime halife olarak yarattım."
"İşte büyük ifade, büyük denge : Beden + ruh = insan, yani kuldur insan. Kendini, kulluk için yaratan Rabbine kul. Komünizm bunu inkar etti. Ruhu inkar etti, insanı inkar etti. İnsanın ilahi vazife ve benliğini, dinini yok etmeye yöneldi. Marks kalkıp "din afyondur" dedi.
Komünizm Allah'a kulluğu afyon kabul edip, sözde Allah'a kul olmaktan kurtardıktan (!) insanı, kula kul ve köle haline getirmişlerdi. "İnsanın fıtratında var olan kulluk, kul olma ruhunu alamazsınız" diyordu. Bugün bunca baskı ve yoketmeye yönelik bin türlü hileye ve desiseye rağmen dinin hâlâ dimdik ayakta olması buna bir delil değil miydi?
"Komünizm görünüşte kapitalist somum ve zulme başkaldırı olarak ortaya çıktı. Ama tezata bakın ki, o günlerde sermaye ve kapitalizmin merkezi durumunda olan Batıda, Avrupa'da değil Rusya'da vücud buldu.
"Sözde sermayenin sömürüsünden kurtardığı insanı ve cemiyeti, siyasi otoritenin gücü ve zulmü altında ezdi.
"İnsan fıtratında var olan kazanma güdüsünü ve parayı reddetti. Marks beş parasız öldü. Ona en mizahi ve tezatını en iyi açığa vuran cevâbı karısı verdi: "Kapital'i yazacağına bana biraz kapital bıraksaydı daha iyiydi."
249
İslâm, komünizmin de kapitalizmin de karşısındaydı. İnsanı ne siyasi otoritenin ne de sermayenin ezmesine ve sömürmesine müsaade etmiyordu. İnsanlar arası menfaati değil, sevgiyi esas kabul ediyordu. Hayatın bütününde ölçü Kur'an'dı. İnsanı yaratan Allah, onun mutluluk ve saadetinin de yegane reçetesini vermişti.
Komünizmin yaptığı, tesbit edilen hastalığı tedavi için bünyeyi öldürme metodundan başka birşey değildi.
Cihan'ın meselelerin yegane çözümü olarak İslâm'ı göstermesine "İslâm ülkelerinin halini görüyoruz" diye karşı çıkıyordu Yücel.
—"Lütfen söyler misin, şu İslâm ülkeleri dediğin ülkelerin hangisinde, İslâm pratikte uygulanıyor ve yaşanıyor?"
—"Öyleyse, İslâm'ı yaşamamaktan kaynaklanan bir neticeyi hangi mantıkla İslâm'a malediyorsunuz?"
Cihan, İslâm ülkelerini, elindeki doktor reçetesini uygulamayan, neticede kurtulamadığı hastalıktan da doktoru sorumlu tutan hastaya benzetiyor. "Bir hasta düşün" diyordu. "Ölümcül bir hastalığa müptela bir hasta. Gittiği doktor, onu hastalığından kurtarıp tedavi edecek reçeteyi yazdı, önü kurtarabilecek tek umut ve tek reçete...Hasta eve gelip, bu reçeteyi uygulamak yerine, çerçevelettirip duvara astı. Hergün karşısına geçip o reçeteyi tazim ediyor, öpüp alnına koyuyor. Bu yaptığı, o hastayı tedavi eder mi? Elbette ki etmez. İşte, o senin bana örnek verdiğin İslâm ülkelerinin ve günümüz müslümanlarmın yaptığı bu.
"Kur'an aynen bu sözünü ettiğimiz reçete gibidir. Günümüz müslümanlan bu reçetenin, yani Kur'an'in fizikî varlığına tazimden öte birşey yapmıyorlar. İçinde bulundukları hal bunun neticesidir."
Yücel'le Cihan'ın tartışmaları böylece sürüp gidiyordu. Aradan geçen zaman içerisinde Yücel'de gözle görülür bir yumuşa-
250
ma, değişme vardı. Yine de sık sık Cihan karşısında zorda kaldıkça, İslâm ülkeleri misaline sarılıyordu. Cihan da her defasında değişik misallerle aynı cevabı veriyordu.
—"Acından ölecek hale gelen bir delinin önüne bir tabak pilav konulduğu zaman, deli kaşığı ağzına götüreceği yerde kulağına tıkmaya kalkışırsa hali ne olur? Yemek önündeyken acından ölür. İşte, o senin sözünü ettiğin İslâm ülkeleri bunu yapıyor. Dirilere rehber olan Kur'an'ı ve İslâm'ı ölülerin ruhuna, mezarına okuyor. Neticede geri kalıyor, acından ölen delinin durumuna düşüyor. Sizin gibiler de kalkıp, bu geri kalmışlığın, sefaletin faturasını İslâm'a yıkmaya çalışıyor."
Cihan'a göre, aslında Yücel gibiler dirense de 1980 sonrası komünistlerin kendi kendilerini yargılama dönemiydi. Birçoğu komünizmi yargılayıp rafa koymuştu. Şimdi kendini boşlukta hissediyordu.
"Onları biz yargılayıp rafa koysaydık, önlerine İslam alternatifini de sunardık. Biz bunu yapmadık, eksiğimiz burada. Buna rağmen gecikmiş sayılmayız. Değilse ya islamı bulurlar, ya da düştükleri boşluk onlan boğar" diyordu.
251
"Şimdi uykulardasın belki
gecenden geçemiyorum hep kırılıp dağılıyorum
nasıl da istiyorum bir busen
bir bardak su gibi
başucunda olmayı"
20.
Uyku nedir? diye düşünüyordu Cihan. Pencereye yakın, üst kat ranzasında bağdaş kurup oturmuş, başı ellerinin arasında, düşünüyordu. Koğuşta herkes uyumuş, bir garip sükun çökmüştü ortalığa. Bu uyuklayan gecenin harikulade sükunu, küçücük pencereden yıldızların serpildiği yüzüne yansıyordu. Gecenin ve esaretin ıslak karanlığıysa şakaklarına çöküyordu. Yüzündeki bu yıldızlar serpilen sükunun aksine yüreği yine amansız fırtınalarla kavruluyordu. Zaten içindeki fırtına ne zaman dinmiş, sükuna erişmişti ki?
Neydi uyku?.. Hayattan geçici bir süre uzaklaşmak mı? Ölümün, hayatın ortasına serpiştirilmiş yansımaları mı? Bir kaçış, bir inkar, bir sığınak mı? Ya da bir teselli miydi? Uyku her neyse, işte etrafındaki onlarca insan herbiri bunun bir ayrı ifadesine teslim olmuşlardı. Cihan'sa müzmin fırtınalarıyla savaşmaktan, teslim olmanın o dayanılmaz hazzını tadamamıştı. O hep, hazzı acıda aramıştı zaten.
Acı çekmek.... Ama acıklı, acınacak duruma, zavallılığa düşmeden... Bir bardak suda fırtınaların olamayacağı gibi, böylesi sığ gönüllerde aşkın okyanusça dalgalanmaları, acı çekmenin, sevda acısının dayanılmaz hazzı da yaşanmaz, acısı acıklılık olup, sahibini zavallı durumuna düşürürdü.
252
Cihan, sevginin de, acının da, hasretin de, esaretin de en amansızını yaşadığı halde bu acıklılığa düşmemiş, bu zavallılığa boğulmamıştı. Yüreğinde bir değil binlerce okyanus taşıyordu adeta. Bu okyanusların dalgalanmaları da, fırtınaları da başka olacaktı elbet. Acı çekmeyi sevebilmek her yüreğin harcı değildi.
İki aydan fazla zaman olmuştu tutuklanan. Yokuşa vurulan durgun sular gibi, geçmek bilmeyen saatler, günler, haftalar derken, zaman zor da olsa yine geçmiş, ömürden iki ayı daha alıp götürmüştü. İlk günlerin sıkıntılı hali geride kalmış, içinde bulunduğu duruma alışır gibi olmuştu. Kendine ayırabilecek, iç alemine eğilebilecek zaman bulduğunu sanmıştı ilk günlerde ve bu zaman okyanusunda nasıl yüzeceği endişesi korkutmuştu onu. Ama yanıldığını anlamakta gecikmemiş, kendi iç dünyasına ayıracak fazlaca zamanı yine olmamıştı.
Hapishanede, yağmur bekleyen çöller gibi susuz gönüller karşılamıştı onu. Dili döndüğü, nefesi yettiğince faydalı olmaya çalışmıştı onlara. Kiminin tesellisi olmuş, kiminin gönlüne manevi ışık tutmaya çalışmış, kiminin savunmasını hazırlamış, kendine faydası olmayan hukukçuluğunu, onlar için kullanmaya çabalamıştı.
Dışardan da yoğun sevgi selleri akıyordu, benim sandığı zamanına. Her ziyaret günü, ziyaretine koşan eş dost ve arkadaşları ve tabi ki ilk başta Sırrı bey... Zeynep'in, tel örgüler gerisinden gördüğü, gündengüne sararan solan yüzü...Bin damla suda binlerce sevgi ve endişeydi bütün bunlar.
Bir ay evvel Sun bey ve İbrahim'le açık görüş imkanı bulmuş, Zeynep'in durumunu, hastalığının oldukça ilerlemiş olduğunu, çok kısa bir ömrü kaldığını, günlerinin sayılı olduğunu anlatmıştı onlara. Zeynep'i adadaki evden alıp doktor kontrolüne almalarını, ama durumun vehametini kendisinin de bilmemesini istemişti.
Cihan, Sırrı beyden ve arkadaşlarından bir başka ricada da-
253
ha bulunmuştu. Zeynep'in ölümü durumunda gazete ve dergilerde tek satır bundan bahsedilmeyecek, taziye ve başsağlığı mesajı yayınlanmayacaktı. Bunun çok önemli olduğunu ısrarla vurgulamıştı. Bunu evli bildiği Hilal için, yeniden sarsılmaması, yuvasının yıkılmaması için yapıyordu.
Esarette uyku bir sığınak olduğu halde, uykuya da teslim olmuyordu. Yattığı an uyuyabildiği eski günlerini düşündü. Gönlü sevgiyi başka türlü tadalı uyumayı da başaramıyor, yatakta saatlerce dönüp duruyordu. Bu yıllardır böyleydi. Geçen yaz Hilal'e bunu söylemiş, o da yaşın ilerliyor diye takılmıştı. Uykusu günde üç dört saati geçmiyordu.
Gecenin bu saatinde ranzanın üstünde, iç alemindeki okyanusta bunca zaman yüzmenin verdiği yorgunlukla yatağa uzandı. Tek kelimede, sevgide ifadesini bulan hülyalardan yine sevgiye kanat açtığı Hilal'li rüyalara geçişti, uykusu. Bazan Hi-lal'in gözyaşını görüp, bazan Zeynep'in ölüm haberiyle sıçrıyor, uyanıyordu uykularından. Uykularını bölen, rüyalarının kanına giren bu hal daha ne kadar devam edecekti, bilmiyordu.
Hilal şimdi çok uzaklarda, başka iklimlerde idi. Belki hapse düştüğünden de haberi yoktu. Rimbilir yeni yuvasında, yeni dünyasında mutlu, belki de zoraki kurduğu bu yeni hayata alışmaya çalışıyordu. Gazetede yazdığı veda yazısını okumuş olamazdı. O günlerde Amerika'ya gitmişti çoktan. Bilmemesi, bu durumdan habersiz olması daha iyiydi. Onunda üzülmesini istemiyordu.
Bu duyguların, hülyaların, rüyalarına uzanıp, paramparça edeceği uykuya, yine bu ruh haliyle teslim oldu. Küçücük pencereden yıldızların demirlediği gözlerinin kapanıp uykuya daldığında saat gece yansı iki sularıydı.
Sabaha karşı yine her gece uykularım bölen bir rüyayla sıçradı yatağından. Sabah namazının vaktiydi. Abdest alıp, yere seccadesini sererek namazını kıldı. İşrak vaktine kadar Kur'an okudu, teşbih çekti. Bu arada diğer mahkumlarda kalkmıştı.
354
Sabah sayımı, kahvaltı, temizlik, derken saat on oldu.
Koğuşta sohbet ederken gardiyan gelip, müdürün kendisini çağırdığını söyledi. Cihan, beklediği haberin geldiğini hissetmişti. Üzüldü. Üzüntüsünü belli etmemeye çalışarak durgun bir yüzle çaldı müdürün kapısını. Yanılmamıştı. Müdür, sabırlı ve metin olmasını, Cihan'a bu tavsiyeleri verecek insanın kendisi olmadığını, Cihan'ın zaten imanlı, kadere teslim olmuş, inanmış bir insan olduğunu söyleyip, lafı biraz dolaştırdıktan sonra Zeynep'in ölüm haberini verdi. Zaten çoktandır beklediği, hazırlıklı olduğu bu haber karşısında, mütevekkil bir tavırla, "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun" (Allah'tan geldik yine O'na döneceğiz) diye karşılık verdi.
Güneş akşamla birlikte alçalmış, Pasifik'in kızıllaşan sularına altından bir küre gibi gömülüvermişti. Pasifikte gurubu seyretmenin zevki bambaşkaydı. Cihan'ı düşündü yeniden. Zaten o, ne zaman aklından çıkmıştı ki.
Gurubu, Corona Del Mar'deki evinin balkonundan seyrediyordu. Buraya bir ay önce yerleşmişti. Bir ay kadar Michigan'da, halasının evinde kamış, daha sonra, Asuman'ın vasıtasıyla burasını bulmuş, yerleşmişti. Corona Del Mar, Batı Amerika'de Güney California bölgesinde, Los Angeles'ın güney banli-yolarmdan, küçük sayılabilecek, şirin ve zengin bir yerdi.
Sehpanın üzerindeki gazeteyi alıp, ikinci sayfadaki yazıyı tekrar okudu. Gazeteyi bir arkadaşı Türkiye'den postalamıştı. İki ay önceki bir gazeteydi. Gazetenin özelliği, Cihan'ın yazı yazdığı gazete olmasıydı. Ve bu nüshasında ise tutuklanma haberi ve veda yazısı yer alıyordu. Gazete eline bir hafta önce geçmişti. Gazeteyi ve Cihan'ın işyerini telefonla arayıp haberin aslını araştırmış, doğru olduğunu Öğrenmişti.
Cihan'ın tutuklanmasına çok üzülmüştü. Bir ara gidip ziyaret etmeyi düşünmüş, sonra vazgeçmişti. Bu, eski yaralan deşip, acılan depreştirmekten öte neye yarardı ki. Birşeyler yap-
255
malıydı. Yapabilir miydi?Bu aşamada birşeyler yapabileceğini sanmıyordu. Yapabilmesi imkan dahilinde olan şeyleri zaten Sırrı bey ve bir hukuk adamı kimliğiyle kendisi mutlaka araştırıyor olmalıydılar.
"Susmayı, sineye çekmeyi bir türlü beceremedin" diye düşündü. Kendisi Pasifikte gurubu seyrederken o şimdi bir tutam günışığından bile mahrumdu. "Hep ulaşılmazın peşine düştün. Bir pervane gibi camın arkasındaki ışığa .erişmek istedin. Camı aştığın an o ateşte yanacağından haberin yok adeta. Oysa ateşe atılıp kendini feda etmeden de ulaşabileceğin idealler, sevgiler var. Sen yine de ulaşılmazın peşinde koşuyor, ateşin etrafında pervane oluyorsun. Ta ki ateşe düşüp yanana dek."
Cihan işte buydu Hilal için. Ateşin etrafında bir pervane. Ateşe düşmesi, yanması an meselesi olan bir pervane. Belki bu sebeptendi, Hilal için bir sevgili olmaktan öte, bir ufuk, bir ideal olması. Aklının fikrinin başlangıcında da, sonunda da hep o olması.
Acaba yeni bir gelişme olmuş muydu? Cihan'ın serbest bırakılması, ya da bir hüküm giymesi gibi bir durum ortaya çıkmış mıydı? Bu tür haberleri alabilmesi için iki de bir de Cihan'ın işyerini aramaya çekiniyordu.
O an aklına gelen bir fikirle, içeri girip telefon rehberini aldı. Cihan'ın yazı yazdığı gazetenin telefon numarasını bulup, ahizeyi aldı ve tuşlara bastı. Cihan'la ilgili gelişmeler nasıl olsa yazı yazdığı gazetede yer alırdı. Gazeteyi, takip ederse, birkaç gün gecikmeli de olsa, onunla ilgili haberleri gazeteden öğrenebilirdi.
Telefon bir iki kez çaldı. Hilal, bu sefer, bu satte gazetede kimsenin olmayacağını düşünüp, telefonu kapattı. Şuan İstanbul'da gece yarısı olmalı. Gerçi gazete diğer herhangi bir işyeri gibi olmazdı. Bu saatte de olsa, mutlaka birileri olması muhakT kaktı. Gazete gecenin gündemini, ani gelişen olaylarını da takip etmek zorundaydı. Hilal'in asıl kafasını kurcalayan şey başkay-
256
di. Gazeteye kendi ismiyle abone olamazdı. Bu, Cihan'a adresini bildirmek olurdu. Kendisi ondan kaçıp buralara kadar gelmemiş miydi? Şu an Cihan tutukluydu, ama bu daima tutuklu kalacak anlamına gelmezdi.
Bu meseleyi enine boyuna düşünüp, zihninde çözümledikten sonra tekrar tuşlara bastı. Gazeteye bir başka isimle, evde çalışan hizmetçinin ismiyle abone olacaktı.
Telefona çıkan santral görevlisine, Amerika'dan aradığını, bu sebeple gecenin bu saatinde rahatsız ettiğini söyleyip özür diledikten sonra, gazeteye altı aylık abone olmak istediğini söyledi. Santraldeki görevli, şu an abone sorumlusunun orada olmadığını söyleyip, yarın kendisi bu mesele ile ilgileneceği sözü-nü^erdi. Gazetenin yurtdışı abone hesap numarası ve abone şartlarını bildirip Hilal'in adresini aldı.
Hilal, şartlan ve hesap numarasını not edip, adresi ve hizmetçinin adını verdikten sonra teşekkür edip telefonu kapattı. Böylece gecikmeli de olsa, Cihan'la ilgili gelişmeleri takip edebilecekti. Ara sıra da Cihan'ın işyerini telefonla arayıp, oradan da bazı şeyler öğrenebileceğini düşünüyordu.
Ertesi gün ilk iş olarak, bankaya gidip, verilen hesap numarasına altı aylık abone bedelini yatırdı. Ardından da Asuman'a gitmek için arabasıyla Pasifik yolundan Los Angeles'e yöneldi. Geçen yaz o da Cihan'ı tanımıştı. Onunla Cihan hakkında konuşacak çok şeyler bulur, oyalanırlardı. Bu düşünceyle Asuman'a gidiyordu.
* * *
Gazeteyle görüştükten onbeş gün sonra adresine gazete gelmeye başladı, îlk gelen gazete, abone için görüştüğü günün tarihini taşıyordu. Demek aynı gün abone işlemi yapılıp, gazete adresine gönderilmeye başlanmıştı.
Gazete eline oldukça geç ulaşıyordu. Ama olsundu. Manşet haberlerini ve diğer gelişmelerin çoğunu zaten başka kanallarla
257
alıyordu. Gazeteden, söz konusu haberlerin değişik bir yorumunu, kiminin iç yüzünü, fikir yazıları ve makaleleri okuyor, Ci-han'la ilgili gelişmeleri takip ediyordu. Bunun için de tarih o kadar önemli değildi.
Gazetede Cihan'ın yazdığı köşe boş bırakılıyor, Cihan'ın, tutuklu olduğu için yazamadığı hatırlatılıyor ve tutuklama gerekçelerine iğneli dokundurmalar yer alıyordu. Hilal gazeteyi alır almaz ilk önce oraya bakıyor, Cihan'la ilgili yeni birşeyler arıyordu. Ara sıra köşesinde yazıları çıkıyordu Cihan'ın. Ama bu daha çok cezaevi izlenimleri ağırlıklı oluyordu. Sık sık, artık kendisi için günlük yazı yazma ve gazetecilik olayının önemli ölçüde sona erdiğini vurguluyordu. Bu, pes etmek değil, bir nevi protestoydu. Kendisini, kendi tabiriyle esir eden şartlarla mücadelesi başka metodlarla devam edecekti.
Günler, bu atmosferde geçip gidiyordu. Geçen zaman iyi ve kötüsü, sıkıntı ve endişesiyle, tarihleri alıp Ocak 1984 demişti. Hilal, geçen bu zaman sürecinde üzüntüden hiç kurtulamamış ama, karamsarlığa da düşmemişti. Cihan için, onun yeniden hürriyetine kavuşacağı hususunda ümitliydi. Onun bu hengameyi atlatacağına inanıyordu. Onu tutuklayıp, hürriyetini elinden alan askeri rejim hükümetten çekilmiş, ihtilalden sonra ilk genel seçim yapılmış, yeni bir hükümet kurulmuştu.
Ocak ayının sonlarında gelen gazetelerin birinde Cihan hakkında yeni bir gelişme haber veriliyordu. Uzunca bir zaman tutukluluktan sonra, Cihan'ın mahkeme tarihi nihayet belli olmuştu. Bu tarih 14 Mart 1984 olarak belirlenmişti.
Hilal bu gelişmeye sevindi. Cihan'ın bu mahkemede, şartların da zorlamasıyla, beraat edeceğine inanıyordu ama bunun için kendisinin de birşeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Kendisi, Amerika'da yeni olsa da, yıllardır Amerika'da yaşayan ve geniş bir çevreye sahip olan halasının kocası Gürkan beyin bu konuda kendisine yardım edebileceği inanandaydı. Gürkan bey, tanınmış bir psikologdu.
Hilal, Gürkan beyden kişisel insiyatifini kullanarak, Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Haklan Örgütünden birer üyenin, resmi bir sıfatla olmasa da kendi şahısları adına mahkemeye katılmalarını sağlamasını isteyecekti. Böylelikle, dünyanın kabul etmediği bir suç olan fikir suçundan yargılanan Cihan'ın beraat etmesini kolaylaştırmak istiyordu. Bu karara vardıktan sonra, halasını arayıp, onlara gelmek istediğini bildirdi. Ardından da uçak şirketini arayıp, Chicago'ya giden ilk uçakta yer ayırttırdı.
Uçağı oniki kırkta kalkacaktı. Hemen hazırlanıp, Cihat'ı da alarak, bir taksi çevirip Los Angeles havaalanının yolunu tuttu.
* *
258
259
"gelgiti birdir ateşin de aşkın da
bir rüzgargülü bir bulut gölgesi
bir san yaprak, ölüm ve çigan"
21.
Sıkıntının, acının, esaret yükünün melankoliye dönüştüğü, durgun sular gibi yorgun geçen günler, yarım olmayan, fersiz, umutsuz bakışlarda donan sükut. Böylesi bir atmosferde şekillenen zaman, takvim yapraklarını alıp 14 Mart 1984 tarihine savurdu.
Altı aya yakın bir zamandır fikrinden, inancından dolayı esaretteydi. Burada da şartlara teslim olmamış, imkan dahilinde mücadelesine devam etmişti. Kendi moralsizliğini bir yana itip, içerde susuz çöller gibi kurak kalan gönüllere bir damla su, moral hocası, manevi bir ışık huzmesi olmaya çalışmıştı. Bu altı aya yakın zaman içerisinde yüreğini yaralayan olaylar, haberler peşpeşe gelmişti. Cezaevine girdikten iki ay sonra Zeynep vefat etmiş, onu iki ay sonra birer hafta arayla Zeynep'in anne ve babasının ölümü takip etmişti.
Yüreğindeki en amansız yara, kalbindeki en sıcak kurşun olan Hilal'den ise haber alamamıştı. Onun, iklimler ötede yeni bir hayata başlayıp, yeni bir rüyaya daldığını sanıyordu. Çaresiz, mutluluğu için dua ediyordu. Kendi hissettiklerinin aynısı duygularla onunda yaralı olduğunu biliyordu. Sevgi fedakarlık demekti. Bari o, bu duyguların yükünden kurtulsun, mutlu olsun istiyordu. Bu durumda kendi ufku biraz sisli görünüyordu.
Altı aya yakın zamandır aynı koğuşu, aynı mekanı paylaştı-
ğı mahkumlarla sıcak bir sevgi bağıyla kaynaşmıştı. Onun beraat edeceğine hepsi inanıyordu. Ayrılacakları için üzgün, onun hürriyetine kavuşacağı ümidiyle sevinçliydiler. Bu atmosferde dualarla çıktılar sabaha. Cihan'ın aralarından hiç ayrılmamasını arzulayan mahkum gönüller, dışarıda onu bekleyen hür dünyaya, acı ve tatlısı, çile ve zorluklarıyla kendi dünyasına dönmesi, beraat etmesi için dua ve niyazlarla aminler gönderdi Mevla'ya. Sabah olduğunda Cihan'ı hepsi teker teker sarılıp kucaklayarak uğurladılar mahkemeye.
Cihan, bu ruhsuz taş yığını hapishane binasından, bir daha geri dönmemek dileğiyle adımını attı dışarıya. Karmaşık duygularla, geri dönüp binaya son defa baktıktan sonra, iki sivil polisin nezaretinde emniyete ait bir araçla DGM'ye getirildi. Yüzlerce araba Bab-ı Âli kapısının önünden Cağaloğlu1 tarafına, Alayköşkü caddesi boyunca parkedilmiş, mahkemeyi takip etmek için gelen gönüldaşlarm oluşturduğu kalabalık, mahkeme salonundan taşmış, dışarda birikmişti.
Cihan mahkeme kapısından içeri girerken, sol tarafa parkedilmiş olan, Hilal'in arabasını görüp tanıdı. Demek o da, ta Amerika'dan kalkıp duruşmasına gelmişti. Kendisini daha bir güçlü ve moralli hissetti.
İçeri girdiğinde salonun, dostları, arkadaşları, tanıdıkları, mahkeme gününü gazeteden öğrenen gönüldaşları tarafından hınca hınç doldurulmuş olduğunu gördü. Sırrı bey, İbrahim ve birçok hukukçu arkadaşı, hemen sanık sandalyesinin yanında yerlerini almışlardı.
Hilal, yine görünmemeye çalışan bir edayla arka sıralarda, gözden uzak bir yer seçmişti kendine. Cihan, salonda bulunanları selamlayıp sanık sandalyesinde yerini aldı. Salonda bulunanların coşkulu moral alkışı daha bir güç katmıştı gücüne.
Mahkeme başladığında, salondaki herkesin heyecanı yüzünden okunuyordu. Cihan ise gayet soğukkanlı ve rahattı. Savcının iddialarını gayet rahat, arasıra savcının bazı sözlerine is-
260
261
tihzai bir tebessümle gülümseyerek dinledi. Savunmasını yapması için sıra kendisine geldiğinde, yine vakur bir edayla ayağa kalktı. Mahkeme heyetini ve salonda bulunanları şöyle bir süzdükten sonra, kararlı, kendinden emin ve rahat bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Sözlerine, mahkeme heyetini selamlayarak, bu günde kendisini yalnız bırakmayan dost ve gönüldaşla-nna teşekkür ederek başladı.
—"Bir kişi hakkanda herşeyi idda edebilirsiniz. Onu cani, katil, hatta vatan hainliğiyle suçlayabilirsiniz. Ama iddalarmızı ispat etmediğiniz sürece bu iddialar suçlanan kişiyi bağlamaz, suçlayana aittir. İddia makamı olmak hiç kimseye, uluorta suçlamak, mesnetsiz iddia ve zanlar ortaya atmak, hele de hakaret etmek yetki ve hakkını vermez.
"Yirminci asrın son çeyreğini yanladığımız şu zamanda düşünce suçu diye, son derece gülünç bir suçla itham ediliyorum. Eğer inandığını, düşündüğünü ifade etmek, savunmak hakikaten suçsa, buna biçilen onbeş yıl gibi bir bedeli komik buluyorum ve inancıma hakaret kabul ediyorum. Ya buna suç demeyin, suç kabul etmeyin, ya da idamla yargılayın."
Mazlum bir üslup yerine, kararlı, sorgulayan bir üslupla sürdürüyordu savunmasını. İfade ve üslubu Üstad Necip Fa-zıl'dan izler taşıyordu. Hakkında ileri sürülen iddiaları tek tek ele alıp, bu iddialara delil olarak gösterilen, bazı yazılarından iktibaslar yapıyor, ifadelerin mevcut yasalara göre suç teşkil edemeyeceğini, hukuk diliyle anlatıyordu. "Zanlar ve kanaatlerle kimse suçlanamaz. Bundan şu mana çıkar demek, o iddia sahibinin yorumu ve anlayışıdır. Bu anlayıştan da iddia sahibi sorumludur" diyordu.
Düşünme, hissetme ve düşündüğünü ifade edebilme mele-kesiyle diğer canlılardan ayrılan insana düşünmek, düşündüğünü ifade etmek yasaklanıyor, suç kabul ediliyordu. Düşün ama ifade etme demek, insanın konuşma melekesini inkar anlamına gelmez miydi? Düşünme ve ifade edebilme olmadan, insanın in-
262
san olması birşey ifade etmiyordu. "Düşünmeden yaşayalı insan ve cemiyet öyle hallere düştü ki; Batılı bir mütefekkir 'Korkuyorum, tarih bizi tarif ederken gazete okurlar ve fuhuş yaparlardı diye tarif edecek' diyerek korkusunu dile getirmiştir. Bu ne korkunç bir durum" diyordu.
Demokrasi, zıtlara hayat hakkı veren bir rejim ve sistem değil miydi? Bir şeyi eleştirmek, ortaya konan yasalan eleştirmek benimsememek suç ise, bu nasıl demokrasiydi? Düşün ama ifade etme mantığı ucube bir mantıktı. İfade etmedikten sonra, insanlar dikdatörler aleyhine de düşünürlerdi. Toplumu bir kalıpta dondurup tek tipte şekillendirmek mümkün değildi. Bu saçmaydı.                                                                            *
İddialara tek tek cevap verdikten sonra iddianamedeki hakaret niteliği taşıyan ifadelere geçiyordu. İlk olarak savunmasının başında da değindiği, vatan hainliği suçlamasını ele alıyordu. "Ben ki dedesini bu vatan için Çanakkale'de şehit vermiş bir insanım. Çanakkale'de, Kurutuluş Savaşı'nda şehit verdiğimiz yüzbinler benim gibi inanan, düşünen, tekbir getirerek şehit olan insanlardı. Bu anlayışa göre, yoksa onlarda mı vatan hainiydi? Biz bu vatana can koyduk, kanımızı akıttık. Kimse bizi vatan hainliğiyle yaftalayamaz. Ve kimse bize, bedelini canla ödediğimiz ve heran da ödemeye hazır olduğumuz bu vatandan koparamaz. Bu topraklarda hür ve bağımsız dolaşmamıza mani olamaz.
"Biz, inancımız, fikrimiz ve vatanımız uğruna ölümü sevda bilmişiz. Eğer bunları savunmamız suç oluyorsa bundan da yılmayız. Bu uğurda bin canımız, bin başımız olsa feda etmekten kaçınmayız. Bu uğurda ölümü sevda bilmiş birini mahkumiyetle, hatta ölümle tehdit etmek son derece komiktir. Ama bundan aptalca ölecek kadar ahmak olmadığımızı herkes bilmeli. Canımızı tenimize yük bildiğimiz sanılmamalı.
"Savcının çağdışı yaftalamasına "Bunu bana yaftalayan insana, çağdan ne anladığını sorarım. Eğer çağdan anladığınız
263
bugünkü rezilikler, ahlaksızlıklar, dünyayı kana bulayan canilikler ise, bu çağın dışında kalmakla iftihar ederiz. Hem bizi kimse bu çağa sığdıramaz, hapsedemez. Biz çağlara şümul bir zihniyetin mensubuyuz" diye cevaplıyordu.
İstismarcılık suçlamasına, "Bu ifadeyi kullananlar bizzat istismarı istismar ediyor. İstismarın ilk şartı samimiyetsizliktir. Samimi olarak inanılıp yaşanılan değerlerin savunulması istismar olamaz. Biz dinimize gönül verip teslim olmuşuz. Ondan menfaat temin etmemiz istismar etmemiz düşünülemez. Bu, hiç gereği yokken biz de müslümanız, dedem müftüydü gibi ifadeleri kullanarak gerçek istismarın dersini veren iki yüzlü sahtekarların işidir" diye cevap verdi.
Her iddiayı hukuki dayanaklarla çürüterek reddediyordu. Hiçbir ayrıntıyı atlamadan baştan sona, kendinden emin ve kararlı bir şekilde hukuken beraatini sağlayacak bir savunma yapmıştı. Savunmasının sonunda:
—"Ben beraat edecekmişim, mahkum olacakmışım, hatta idam edilecekmişim... Mesele değil bunlar. Yaşamaya hak kazanmak için ölmeyi bilmek, gerekirse ölebilmek lazım. Asıl önemli olan şu: Ben adalete güvenmek istiyorum. Aksi sabit olmadıkça da güveniyorum. Bir ülkede adalet müessesesi çök-müşse o ülkenin bekası mümkün olmaz. Adalet adına adalet feda edilmemeli" diyor, tekrar herkesi selamlayıp, teşekkür ederek bitiriyordu.
Cihan, savunmasını bitirip gayet vakur bir tavırla yerine oturduğunda salonda bulunanların yüzlerinde beliren ifade coşkulu hava ve alkışlar, Cihan'ın savunmasının oldukça etkili olduğunu teyid ediyordu. Yaklaşık altı aylık tutukluluk haline bu süre içerisinde başına gelenlere, iddia makamının hakarete varan suçlamalarına, mahkemenin nasıl neticeleneceği konusunun verdiği strese rağmen rahatlığı, kararlılığı, savunmasında sık sık yaptığı espriler herkesi şaşırtmıştı.
Cihan'ın savunmasının ardından, sahasında otorite kabul
264
edilen bir çok hukukçu söz alıp Cihan'ı savundular. Cihan'ın savunması, diğer hukukçuların etkili savunmaları, Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Haklan Örgütü mensubu birer üyenin resmi bir sıfatla olmasa da şahıslan adına mahkemeyi izlemeleri... Bütün bunlar Cihan'ın lehine gelişmelerdi. Mahkeme sonunda heyet mütalaa için toplandı. Salonda nefesler tutulmuş, heyecanla herkes neticeyi bekliyordu. Cihan bu aşamada da oldukça rahat ve mütevekkildi.
Karar açıklandığında salonda uğultuyu andıran bir alkış tufanı koptu. Herkes birbirine sanlarak sevincini ifade ediyordu. Mahkeme, iddia makamının suçlamalannı sabit bulmamış, bazı iddiaları ise delil yetersizliği sebebiyle dikkate almamıştı. Bu sebeple Cihan'ın beraatine ve tüm sosyal ve siyasi haklarının iadesine karar vermişti.
Cihan, Sırrı beye, İbrahim'e ve diğer hukukçulara ve tüm dostlarına teşekkür ederek, sarılıp sevincini onlarla paylaştı. Hilal neticeyi öğrenir öğrenmez sevincinden ağlayarak hasretinden kahrolarak hızla mahkeme salonunu terketmiş, arabasını alarak süratle uzaklaşmıştı.
Hilal'in salonu terkettiğini gören Cihan, yetişip teşekkür etmek, bir hal hatır sormak için dışan çıktı. Yetişememişti. Üzüldü. Dönen tekerleklerin ardından bakarken, kökünden sökülmüş çınar ağacı gibi sarsıldı. Aylardır gözlerinden çalınan gökyüzüne boş gözlerle baktı.
Şu anda bedeni kuşlar kadar hürdü ama gönlü bedeninden daha küçük bir kafese sıkıştınlmış gibi mahkum ve kasvet yüklüydü. Azad ya da kölelik, kuşlar kadar hür olmak ya da mahkumiyet bir şey ifade etmiyordu artık. Şuan hürdü ama neye yarardı. Bedenini salıvermişlerdi ama gönlündeki mahkumiyetten çekip alabilmişler miydi? "Beni Allah tutmuş kim eder azad" mısraı yüreğinden kızgın bir alev gibi gelip geçti.
Ümitsizlik benliğinde hiçbir zaman yer edememişti. Hakkında edinilen ilk intiba karamsarlık olurdu. Ama onu biraz de-
265
şeleyen, bahar havası gibi bir ümit güzelliği bulurdu onda. Şiirleri bile "bu karamsarlık niçin" dedirtecek kadar karamsar başlar, sonra bu soruyu duymuşcasma, ümitsizlik gecenin şafakla aydınlığa dönüştüğü gibi ılık bir ümit iklimine dönüşürdü. Ama şuan benliğinde en ufak bir ümit kırıntısı dahi bulamıyordu.
Yüzündeki kan çekilmiş, gazete kağıdı gibi mat bir beyazlık hakim olmuştu yüzüne. Onun bu halini gören Sırn bey ve İbrahim şuanda yüzünden çekilen kanın benliğinde okyanuslarca çalkalanıp volkanlar gibi kükrediğini hissetmişlerdi. Koluna girip teselli etmek istercesine: "Gidelim..." dediler.
* * *
Baharın en erken açan çiçekleri olan, yolun sağında, solunda, bahçelerde hamaratça açmış mimozalara, havadan azıcık güleryüz görse aldanıp açıhveren badem ağaçlarının beyaz çiçekleri, laleler, menekşeler eşlik ediyordu.
Gökyüzünü görmeden yaşadığı kış mevsiminden sonra, erken gelen baharın bu güzel gününde altı ay sonra dışarda hür olarak yaşadığı ilk gün olmasına rağmen mahzundu. Gönlünde baharın ortasında çöl rüzgarları eserek Büyükada vapur iskelesinden istikametini Dilburnu'na çevirip yürüdü. Nizam caddesinde yürürken kolu kanadı kırık gibiydi adeta. Gönlünde biriken sıkıntı, gurbet hissi sivri bir kıymık gibi yüreğine batıyor, acı veriyordu. Bu sürgün, bu gurbet apayrıydı. Amansız bir yüktü gönlüne. Bu gönül sürgünlüğünü yaşarken bedeni sürgün olmuş, mahkum olmuş, gurbete düşmüş ne farkederdi ki...
Yıllar sonra tekrar en başa dönmüş, başladığı noktaya gelmişti. Keşke herşeyi en başa alabilseydi. Herşeye yeniden baş-layabilseydi. Bu mümkün müydü? Onu en çok yaralayan şeye, sevgisine pişmanlık duymuyordu. Hiçbir zaman da duymamıştı.
Yalnız ve yaralıydı. Yıllar neleri alıp götürmemişti ki benliğinden! İktisadi ve İdari Bilimler'in üçüncü sınıfında İstanbul'da ikinci kez başlayan serüveni ve aradan geçen sekiz koca yıl... Geriye kalan kırık dökük bir gönül, yaralanmış bir sevda,
266
iki üniversite diploması ve bir yüksek lisans etiketi.
Aldığı diplomalar, katettiği mesafeler de anlamsızlaşmıştı. Ekonomist ve yönetici sıfatıyla yıllardır gecesini gündüzüne katmış, koşuşturmuştu. Unutturmuş muydu bu tempo, unutması gerekini ona?..Eline diploma verip, hukukçusun demişlerdi. Kendi hakkını korumasına yetmemişti ki bu diploma. Yıllarını vererek öğrendiği hukuki kavramlar, günışığına altı ay veda etmesine mani olamamıştı.
Bu duygularla yıkık dökük, adeta sürüklendi Nizam caddesinde. Silik bir gölge gibi süzülüp geçti kendi evinin yanından. Orası da artık pek fazla birşey ifade etmiyordu. Biteviye sürüklediği adımlan onu Dilburnu'nun uç noktasındak, bıçak sırtı gibi keskin sivri taşlara alıp götürdü. Yorulmuştu. Gönül yorgunluğuydu bu.
Bir taşa sırtını verip, ayaklarını çimenlere uzattı. Kararını vermişti. Yaşadığı fırtınaların pençesinde, hayata minnet etmemin hiçbir anlamı yoktu. Artık yorulmuştu.
Zihninde, çok sevdiği bir söz gidip geldi. "Müslümanca yaşamanın mümkün olmadığı bir devirde müslümanca ölmenin elbette bir yolu vardır." Müslümanca ölmek...Ölümlerin en şeref-lisiyle ölmeye sevdalanmamış mıydı? Afganistan'a gidecekti. Aynı inancı paylaştığı mücahit kardeşleriyle, aynı dava uğruna omuz omuza savaşacaktı.
Dilburnu Yörükali plajı tarafından dolaşarak lunaparka çıktı. Turyolunu takip ederek Viranbağ'a kadar yürüdü. Anlaşılan, hatıralarını yadediyordu. Viranbağ'daki o her zaman gittiği, hayallere daldığı kayanın jizerine oturup uzun uzun düşündü. Daha sonra kalkıp, geldiği yoldan, üç yılını yaşadığı eve geldi.
Bahçede dolaştı, bahçedeki feniks ve palmiyelere birşeyler ararcasına baktı. Denize, alaylı bir dil çıkarma ifadesiyle uzanan ahşap iskelenin ta ucuna gidip durdu. Denizin lacivert sularında sabitleştirdiği bakışlarıyla, baktığı noktadan çok ötelere
267
dalıp gitti.
Bu capcanlı bahar havasında, zamansız bir hazanla solan gül yaprağını andırıyordu hali. Bu bahçede, karşı bahçenin her adımında, denizin cansız kıpırtılarla salınan suyunda, şu iskelede...Posaca şu mekanın her tarafında ne sevdalar, ne hatıralar gizliydi.
Hayallerinin peşinden sürüklenip çalışma odasına girdi. Oda bıraktığı gibi duruyordu. Dalgın yavaş adımlarla odayı dolaştı. Duvardaki fotoğrafları, çalışma masasının üzerindeki yazılarını, notlarını, gardroptaki elbiselere, aradığını bulmuş, ona bakıyormuşcasına uzun uzun seyretti. Tüm hatıralarını tek tek yadedip, hepsiyle vedalaştı. Ömrünün üç yılını yaşadığı eve son bir kez, buruk bir ifadeyle baktı. Gölgesinin peşine takılıp iskeleye doğru sürüklendi.
Akşam olduğunda, ömrünün en güzel sevdalarını, en ümitli aşklarla dolu günlerini yaşadığı, Moda'daki evdeydi. Salon oldukça kalabalıktı. Gün boyu onu iç dünyasıyla başbaşa bırakan eş dost ve arkadaşları salonu doldurmuştu. Birgün evvel görünürde sona eren mahkumiyeti için Cihan'a geçmiş olsun demeye gelmişlerdi.
Gece geç vakte kadar devam eden sohbetten sonra misafirler dağıldı. Misafirlerine,
kararını açıklamış, bazı gerekçeli karşı çıkışlara rağmen, kabul ettirmişti sonunda kararını.
Sırrı bey, dünyada tatmadığı evîat sevgisini Cihan'da tatmış, onu öz oğlu bilmişti adeta. Cihan'dan kopmaya, onun gitmesine bir türlü dayanamıyor, gönlü razı olmuyordu. Cihan ise, baba bildiği, üzerinde bir baba kadar hakkı olan Sırrı beyin müsaadesini almadan gitmek istemiyordu. Sonunda yumuşak bir üslupla Sun beyi ikna etmeyi başardı. Helalliğini ve nzasını almaya muvaffak oldu. Sırrı beyin aslında bu gidişe gönlü yine de razı olmamıştı ama Cihan'ın kararlılığı karşısında, onu tutmanın anlamsızlığını düşünüp, müsade etti.
Derin, dibi görünmez bir uçurumun başındaydı adeta. Adı-
268
mm atsa, belki ömürlerce yankılanacak bir çığlıkla boşlukta .uçurumun dibine doğru savrulacak, gözden kaybolacaktı.
Zaten hep bir uçurumun kenarında yaşamamış mıydı? Var olmakla yok olmak arasındaki keskin, incecik çizgide amansız bir savaş... Bu güne dek zor da olsa bu savaştan galip çıkmıştı. Ama şimdi yüreğinde zamana son vermişti adeta. İncecik çizginin bir yerine siyah bir nokta koyarak... Belki teslim oluştu bu. Yıllardır sürdürdüğü savaşa yenik düşmek. Yüreğindeki sükunu, teslim olmanın dayanılmaz hazzı zannediyordu.
Aslında, bir savaştan diğerine geçişti yaşadığı. Cephesi, şartlan ve zorlukları daha belirsiz, ölümü belki olmayan ama süründüren bir savaştan, cephesi, zorluklan belli, her an ölümle burun buruna ama belki daha kolay bir savaşa geçiş...Noktayı koymak üzere de olsa, ayağının altındaki keskin çizgideki toprak adeta şiddetle sarsılıyor, noktayı koymasına da, teslim olmasına da müsade etmiyordu. Ne garip bir durumdu bu? Ayağının altındaki toprak yüreğinde sarsılıyordu adeta. Bu sarsıntıda dengesini bir an kaybetse noktayı koymaya fırsat bulamadan uçurumun dibini boylayacaktı.
Noktayı koymak için seçtiği yerde hareketsiz duruyor, sabit bakışlarla uçurumun dibini görmeye çalışıyordu. Yüreğindeki boşluğu seyre dalmıştı. Bugüne dek yüreği daima dop dolu olmuştu. Ama şimdi kocaman bir uçurum, bir boşluk açılmıştı yüreğine. •Bakışlarının ufkundaki boşlukta, görünmez bir örümcek, uçlan boşluğa tutturulmuş bir ağ örüyordu yavaş yavaş.
Bir el darbesiyle bu örümcek ağını paramparça etti. Bir nefeste yeniden tazelediği sevgisiyle yüreğindeki uçurumu doldurup, bakışlarının ufkunda kenetlenen silueti netleştirdi. Uçurumun kanarından bir adım geri atıp rahatladı. Teslim olmadığını yeniden anladı, inandı. Teslim olmayacaktı. Sonuna dek savaşacak, istediği bir ölüm şekliyle de olsa kolayca ölmeyecekti. Şe-hadet nasip olursa olurdu. Savaşmak, ille de ölmek demek değildi. Vücudunun her hücresini şehadete adayıp, kılıç yaralarıy-
269
la nakış nakış işlediği halde şehid olamayan Halid b. Velidler de vardı.
İnançlı, yüreğinde Allah sevgisi ve korkusu olmasa, belki şu an intihan deneyecekti. Bunun aklından bile geçmemesini, taşıdığı imana borçluydu. Şu anda denediği, intiharın kendince İslâmileştirilmiş şekliydi belki de. Ama şu an bunu anlayacak durumda değildi. Bunu yıllar sonra farkedecekti.
Hazırlıklarını tamamlamış, pasaportunun vizesini yaptırmıştı. Yola çıkmaya, savaşmaya hazırdı. Yüreğinde kılıçlarını bilemiş, şehadeti bir bardakta bir yudum iksir gibi başucuna koymuş, bayrağını çekmişti ufuklara.
Yeşilköy havalimanı bekleme salonundaydı. İki yanında sessizce oturan, Sırrı beyle İbrahim, onun çantasında sabitleşen bakışlarında, sessizliğinde dışa vuran ruh halinde, durgun yüz ifadesinde hangi fırtınaları gizlediği, yüreğinde neleri yaşadığının farkındaydı. Bu sebeple onun sessizliğine boyun eğmiş, teslim olmuşlardı. Susuyorlardı. Onun sessizliğine koro halinde eşlik ediyorlardı.
Çantasına, yeni savaşında kendisine lazım olacak eşyalarını koymuştu. Afganistan'ın havası sert geçerdi. Hele de kışlan. Kışa yetişirse donmamak için donanmıştı. Kalın, yün kışlık elbiseler, bot ve çizmelerle, parka almıştı yanına. Defter, kalem ve bolca kağıt almıştı ayrıca. Silahla savaşmaya gidiyor da olsa, kalemim yine de bilemeyi ihmal etmemişti. Fotoğraf makinesini ve bol miktarda filmi de unutmamıştı. Savaşta da olsa yazmayı, fırsat bulursa gazetecilik yapmayı düşlüyordu. Yazmasam ölürüm, diyordu. Aslında orada tetik çeken eller kadar, fotoğraf çeken, bu büyük cihadı dünyaya doğru bir şekilde duyuracak ellere de ihtiyaç vardı. Biraz da bunu düşünerek almıştı fotoğraf makinesini yanına.
Anonsla birlekte, çantasını alıp Sırn beye döndü. Baba bildiği bu yaşlı altın kalpli adama sarılıp vedalaştı, helalleşti. Sırrı bey sarsıla sarsıla ağlıyordu. Cihan'm ise tüm soğukkanlılığı
270
üzerindeydi. O şimdi bir savaşçıydı. İbrahim, Sırn bey'e nazaran daha metin bir tavır takınmıştı. Ama onun da içten içe ağladığı gözden kaçmıyordu.
Cihan vedalaşma faslından sonra koşa'r adımlarla uçağa yöneldi. Böyle durumlarda, kendisiyle savaşa girmemek için böyle yapardı. Çabuk ve kesin karar verir, hemen uygulardı. Merdivenleri aynı tempoda çıkıp, uçağın kapısından içeri girecekken geri döndü. Duygulu bir şekilde el salladı. Sırn beyle İbrahim'in havada asılı kalan elleri mecalsiz, yorgundu. Saniyelere sığan, ama üçünün de gözlerinin ufkundan hiç gitmeyecek olan bu son veda hareketinden sonra, kapıdan içeri, uçağa adımını atıp gözden kayboldu.
Uçak, Nisan ayının coşkulu bahannın ufkundan, masmavi gökyüzünde yükseldi, yükseldi, büyük, çelik kanatlı bir kuş gibi gözden kayboldu. Mimozalar, menekşeler, artık açmaya başlayan mor salkımh leylaklar çok uzaklarda kalmıştı. Elinin tersiyle itip, sırtını dönerek uzaklaştığı dünya, gülleri yara almış, bahan hiç bitmeyen dünyası çok çok uzaklarda bir hayaldi artık.
* *
271
"Ellerimi uzatınca ellerine
Gökyüzünün kaybolduğunu gördüm
Gördüm kimsenin olmadığı bir zamanda
Bir kurşunun ıslığında kendimi"
22.
Atmaca bakışını andıran kararlı bakışları ufukta asılı duran kar tanelerinden daha da ötelere bakıyor. Atmosferdeki soğuğun aksine, yüreğinde kızgın bir volkan kaynamakta. Kar tanelerinin uçuştuğu, soğuğun da etkisiyle kan bürüyen yüzünde, yüreğindeki volkanın sıcaklığı okunuyor. Damarlarından coşkulu nehirlerin çağladığı besbelliydi.
Mevsim kış. Ocak ayının ortalan. İnsanın kanını damarlarında adeta donduran, bıçak gibi keskin bir soğuk, dondurmaktan öte yakıp kavuruyor ortalığı. Afgan dağlarının yanık bağrı karla kaplanmış. Yer yer füzelerin açtığı çukurlar, bir kurukafanın karanlık, manasız göz çukurlan gibi. Karın alabildiğine uzanan beyazlığını yer yer kızıla boyayan kırmızı şehid kanlan, toprağa vatan ruhunu aşılayan, solmayacak güller gibi gülümsüyor.
İndüs nehrine paralel, yükselen dağların yüksek bağırlann-daki kartal yuvasını andıran mağaralarda mücahitler karargah kurmuş. Cihan, bu mağaraîann birinin yukarısında, vadiye tamamen hakim bir taşın siperinde nöbette. Nöbette de olsa temel kaide: Görünmemek, hedef olmamak. Siperinde, nöbette olduğu kayaya omuz verip yere çökmüş. Bir dizini dikip, sağ elindeki kaleşnikof silahın dipçiğini yere dayamış. Sol elini, diktiği sol
272
dizinin üzerine koyup çenesine destek yapmış, atmaca bakışlarla vadiyi süzüyor.
Bu vadi, Hindikuş'un bağrında Kabil'le diğer şehirler arasındaki en önemli geçiş yollarından birini oluşturuyor. Vadinin iki yamacına mevzilenen mücahitler, vadiye tamamen hakim. Gelip geçen Rus konvoylan burada korkunç zayiat vererek mev-cutlannın en fazla üçte birini kurtarabiliyorlar. Mücahitlerse bu baskınlarda önemli silah ve mühimmat sağlıyorlar.
Afganistan'a adımını attığı andan itibaren her adımda savaşın ortasında olmasına rağmen Ekim ayından itibaren her dakika ateşin ortasındaydı. Yüzünde sıcağın, soğuğun, dağlann etkisi vardı. Teni esmerleşmiş, saçı ve sakalı uzamıştı. Yüzünde haşmetli bir ifade, başında Afgan beresi, ayağında kışlık su geçirmez botlar, sırtında yünlü elbiseler ve parka, elinde Caci baskınında ele geçirdiği kaleşnikof silahı. Belinde Belçika yapısı silahıyla mücahitler arasında en donanımlı olanıydı. Mücahitlerin çoğunun ayağında kışlık bir çift botu, sırtında kışlık elbisesi bile yoktu. Zor şartlarda devam ediyordu cihat.
Cihan'ın da içinde bulunduğu mücahit grubu Azat Amber cephesindendi. Buraya bu akşam, bu vadiden geçecek olan büyük bir Rus konvoyuna baskın yapmak için destek olarak bir hafta kadar önce gelmişlerdi. Rusların telsiz şifrelerini çözen ve değişik istihbarat kaynaklarından aynı yönde bilgiler edinen mücahitler, Rusların mücahitlere yapacağı büyük bir saldırı için yığınak yapacaklannı öğrenmişlerdi.
Konvoy bu gece vadiden geçecekti. Bu konvoya baskın yapıp, hem Rusların önemli bir gücünü çökertecekler, hem de cihat için en önemli mühimmat ve silah kaynakları olan ameliyatlardan (Mücahitlerin bu baskınlara verdiği ad) yine önemli miktar ganimet ve silah elde edeceklerdi. Plan buydu.
Biraz sonra Cihan'ın nöbeti sona ermiş, nöbeti Cezayirli bir mücahit devralmıştı. Burada, mücahitler arasında dünyanın her tarafından gönüllüler vardı. İman ve gaye bir olunca mesa-
273
fe, dil, ırk gibi faktörler ortadan kalkıyor, Allah yolunda cihat, bu mücahitleri aynı safta buluşturuyor, birleştiriyordu. Belki bunlar arasında Türkiye'den gelenler az sayıdaydı. Diğer müs-lüman ülkelerden, hatta Avrupa'dan, Amerika'dan müslüman-lar vardı burada.
Cihan'ın grubunda dört Türkiyeli arkadaşı daha vardı. İstanbul'dan İsmail Hakkı ve Hüseyin, Antalya'dan Emin, Bursa'dan Sadık. Cihan nöbetten döndükten sonra beş Türk arkadaş beraber, Türkiye'de Afgan cihadı için bestelenen bir marşı söylemeye başladılar.
Afgan dağlarında kar kucak kucak
Ne ev ne bark kalmış nede bir ocak
Bizim evimizse yaz gibi sıcak
Kalmak istesen de kalamazsın ki.
Beyaz kar üstünde kırmızı kanlar
Cihat eden değil etmeyen ağlar
İmanın bağı bizi oraya bağlar
Varmak istesen de varamazsın ki.
Bu marşa özellikle Afganlı mücahitler ağlayarak eşlik ediyorlardı. Ağlamaları, Türk kardeşlerimiz bizi unutmamışlar, marş bile bestelemişler diye sevinçtendi. Abdulhak marşın sözlerini Peştucaya tercüme ediyordu.
Marş bittikten sonra Cihan, akşamki baskın için son hazırlıklarını tamamladı. Silahını silip yağladı, temizledi. Mermi ve el bombalarını sırt çantasına yerleştirdi. Abdulhak'la beraber, baskının kendi gruplarıyla ilgili bölümünün planını gözden geçirdiler. Daha sonra Cihan bir köşeye çekilip mektup yazmaya koyuldu.
Yarım saat kadar sonra mektubu bitirip katlayarak zarfa koydu. Boş ve yorulmuş gözlerle, lapa lapa yağmaya devam eden kar yağışını seyretti. Kar ne kadar da yağmıştı. Kar aydınlığında gece baskını zordu. Zira ortalık gündüz gibi aydınlık olurdu. Neyse ki vadi ağaçlıktı. Vadi yamaçlarının dik oluşu da bir başka avatajdı. Bu, ayışığının vadiye vurmasını önlüyor, dolayısıyla gölge olan vadi biraz daha karanlık oluyor, onları gizliyordu.
Saniyenin bilmem kaçta kaçı bir zaman içerisinde kafasında binlerce düşünce yankılandı. Kafası karmakarışıktı. Şehadet de olsa, ölümü bu kadar yakında hissetmek kolay bir duygu değildi. Ölümden korkmuyordu. Zaten bunu göze alarak buraya gelmiş, bugün, az önce yazdığı mektupta da şehit olacağını hissettiğini yazarak, herkesten kendisine haklarını helal etmelerini istemişti. Ama yine de ölüme gitmek garip bir duyguydu.
Aylardır en yakın arkadaşı olan silahını sıkı sıkı kavradı. Gerinerek ayağa kalktı. Abdulhak'a doğru yürüdü. Abdulhak sol elini şakağına bastırmış düşünüyordu. Onun da kendi hissettiklerinden farklı şeyler düşünmediğini biliyordu. Otuzbeşin-deki bu Peştu mücahit doğrusu yaman bir insandı. Amber cephesinde Rusların ve işbirlikçilerinin korkulu rüyasıydı. Cihan'ın kendisinden tarafa geldiğini görünce: "Gel bakalım sevdalı Cihan! Yine mektup mu?" diye takıldı.
—"Son mektup" dedi Cihan. "Son mektubum."
—"Öyle deme. Ölümü de, hayatı da yaratan ve ne zaman olacağına hükmeden yalnızca Allah'tır."
—"Bunu hissediyorum Abdulhak..."
Türkiye'de bestelenen bir başka marşı söyleyerek yürüdüler.
"Allah için savaşta yenilgi yoktur asla.
Kanlarımızla atarız imzamızı her asra."
Diğer mücahitler tekrar hazırlıklarını tamamlamak için iş-
l i.
274
275
lerinin başına dönerken, Cihan da az önce yazdığı mektubu katlayıp zarfa koyarak, baskına katılmayacak mücahitlerden Peşa-ver'e dönen bir gruba, Hizb-i İslâmi'nin merkezindeki Türk mücahit Bilal'e vermeleri için emanet etti. Dinlenmek, akşamki baskına zinde katılmak için, bir köşeye çekilip uyku tulumunda uymaya çalıştı.
* * *
Akşam olup hava karardıktan sonra mücahitler seri bir şekilde, dikkat çekmeden vadiye inip, her mücahit grubu baskın planında kendisine verilen görev yerinde mevzilendi. Cihan'ın da içinde bulunduğu Abdulhak'ın grubu saldırıyı gerçekleştirecek, konvoya ilk baskını yapacaktı. Vadide, saldırı mahallindeki ilk çizgide yerlerini almışlardı. Cihan'a en yakın olan İsmail Hakkı'ydı. Cihan büyükçe bir ağacı kendisine siper etti.
Rus konvoyu çok kalabalıktı. Bu yüzden baskın uzun sürmüş, iki tarafta oldukça büyük zayiat vermişti. Konvoyun, baskından kurtulabilen kısmı geri dönüp kaçmış, birkaç araçtan oluşan silah ve mühimmatı orada bırakmışlardı. Birazdan Rus uçakları gelir, vadiyi boydan boya, dağ taş demeden bombalardı. Her baskından sonra bu böyle oluyordu. Bu sebeple, mücahitler ele geçirdikleri silah ve mühimmatı da alıp bir an evvel uzaklaşmak zorunda olduklarını biliyorlardı. Gece karanlığında bulabildikleri kadarıyla, şehit ve yaralılarını da alıp, alelacele ağaçlıklar arasındaki patika yollardan mağaralara doğru uzaklaştılar.
Cihan'ın da içinde olduğu, baskına ilk başlayan gruptan, çok az sağ kalan vardı. Bu, onbeş kişilik gruptan sadece üç kişi sağ kalmış, onlar da yaralanmışlardı. Yaralılar arasında baygın halde İsmail Hakkı da vardı. Ateş alanının içinde olduğu için, o grubun şehitlerini de yanlarına alamamışlar, orada bırakmışlardı.
Her zamanki gibi sabaha karşı Rus uçakları vadiyi boydan boya bombalamış, mücahitler için geri dönüp, kalan şehitlerini
276
almak mümkün olmamıştı.
İsmail Hakkı tüm aramalarına rağmen, Cihan'ı ne yaralılar, ne şehitler arasında bulabilmişti. Deliye dönmüştü adeta. Ab-dulhak da perişandı. Savaşın başından beri ateşin ortasmdaydı. Diğer şehitler Afganlıydı. Grubundan ilk defa Afganlı olmayan, aynı dili, çocukluğunda konuştuğu Türkçeyi konuşan en yakın dostu Cihan şehit olmuştu. O, buralara vatan sevgisinden öte İ'la-yi Kelimetullah uğruna gönül birliği edip, savaşmak için gelmişti. Cihan'ın bedenini de bulabilmek mümkün olmamıştı. Bütün bunlar üzüntüyü daha da artırıyordu.
Sabah olunca tüm tehlikelere rağmen, bir grup mücahit vadiye inip gece bulamadıkları şehitleri aramışlardı. Birkaç şehidin cesedini daha buldular ama bunlar arasında da Cihan yoktu. Şehit olduğu muhakkaktı. Cihan'ın baskından önce, bu gece şehit olacağım, bunu hissediyorum sözü, sevdiklerine mektup yazıp helalleşmesi bu ihtimali daha da pekiştiriyordu. Cihan, bile bile şehadete gitmişti anlaşılan. Artık onun için, mücahitlerin yapabileceği tek şey, dua etmekti.
İsmail Hakkı, ondan kalan son emanetleri, mektubunu, hatıralarını ve günlük yazılarını yazdığı defterini son hatıra olarak İstanbul'a gönderdi.
* * *
Cihan, engebeli yolda hızla giden zırhlı aracın sarsıntıları ve palet takırtılarının çıkardığı gürültüyle kendine geldi.
Gözlerini hafif araladığında, zırhlı bir aracın içinde olduğunu anladı. Beyni zonkluyor, her yanı sızlıyordu. Ellerindeki ağırlığı hissedip baktığında, zincirlenmiş olduğunu gördü. Tekrar gözlerini kapatarak, baygın numarası yapıp düşünmeye başladı.
Demek yaşıyordu. Tabi bu kurtulduğu anlamına gelmezdi. İki yanında ve karşısındaki peykede oturan askerler Rusça konuşuyorlardı. Hayatında yeni bir dönemeç, esaret hayatı başlı-
277
yordu. Belki çok kısa sürecek, sonu ölümle noktalanacak, belki stres ve belirsizlikle tüketilecek, sonu gelmeyecek bir esaret. Bunları düşünmek bile korkunçtu.
Rusların eline nasıl düşmüştü? Son olarak iyice sokulduğu Rus komuta tankının infilak ettiğini, sarsıntıyla ayaklarının yerden kesilip savrulduğunu hatırlıyordu. Peki de Ruslar o kadar cesedin arasında, kendisinin yaşadığını nasıl anlamışlardı. Ve neden öldürmek yerine elini kolunu bağlayıp yanlarına almayı tercih etmişlerdi? İşte bu noktada aklına fotoğraf makinesi geldi. Makina, karşısında oturan Rus askerinin elindeydi. Bu noktada, bazı soruların cevabı ortaya çıkıyordu. Patlamayla savrulduğunda silahı da kendisinden uzağa düşmüşse, kendisini gazeteci kimliğiyle alıkoymuş olabilirlerdi. Bu durumda biraz rahatladı. Kendisini alıkoyanlar baskın anında savaşın içinde olanlar değildi. Sonradan baskın yerine gelen Rus birliğiydi. Onlara, pekala baskına gazeteci olarak katıldığını söyleyebilirdi.
İngilizcesi iyiydi. Israrla ingilizce konuşup, kendisini bir uluslarası basın kuruluşu üyesi diye tanıtabilirdi. Kimliğinin de bayıldığı anda, savrulmasıyla düşmüş olabileceğini iddia ederdi. Belindeki tabancanın cevabını vermesi kolaydı. Böylesi bir ortamda savaş muhabirliği yaparken kendisini korumak için taşıdığını iddia ederdi. Bu mantıklı bir mazeretti.
Uzun ve sıkıntılı bir yolculuktan sonra, terkedilmiş görüntüsü veren taş bir binanın önünde durdular. Cihan artık baygın rolü oynamayı bırakmış, gözlerini açmıştı. Rus ve Afgan askerlerinin konuşmalarını ve sordukları sorulara ısrarla İngilizce karşılık verdi. Ayılmıştı ama ayakta duracak halde değildi. Her tarafı sızlıyor, adeta kemikleri çatırdıyordu. İki Rus askeri kollarından tutup sürüklercesine zırhlı araçtan indirererk binadan içeri aldılar. Dar bir koridoru geçip, koridorun sonundaki odaya, şişman bir Afgan subayının karşısına getirdiler.
Yanakları şarap kırmızısı, gözleri dikkat çekecek kadar kü-
278
çük, gerdanı sarkık Afgan subayı, Cihan'a Peştuca bazı sorular sordu. İngilizce olarak anlamadığını tekrarladı. Afgan subayı sinirlenmişti. Yerinden fırlayıp Cihan'a saldırdı. Peşpeşe tokatlar, ardından tekmeler, yumruklar, derken hızı geçmişti. "Pis esrar (eşkiya)! Amerikan uşağı!" diye bağırıyordu.
Cihan ayakta durmakta güçlük çektiği halde tüm gücünü toplayarak ayakta kalmayı başardı. İngilizce konuşmakta ısrarını sürdürüp, gazeteci olduğunu tekrarladı.
Sonunda Cihan'ın Peştuca anlamadığına kanaat getirip, gazeteci olduğuna inanmışlardı. İngilizce bilen bir tercüman bulup getirdiler. Cihan, türcüman vasıtasıyla gazeteci olduğunu, baskın sırasında Rus konvoyunda olduğunu, Rus komuta aracının isabet aldığı anda patlamayla kendinden geçtiğini, gerisini hatırlamadığını anlattı. Ayrıntıları, tıpkı kafasında tasarladığı gibi, bir haber ajansında savaş muhabiri olduğu şeklinde, sorulan sorulara da yine daha önce tasarladığı gibi cevap verdi. Belindeki silahın, kimliğinin niçin olmadığı sorusunun cevabını da aynı şekilde, tasarladığı plan dahilinde verdi.
Planı tutmuş, kısa sayılabilecek bir sorgulamadan sonra yine iki Rus askerinin nezaretinde ellerindeki kelepçe çözülmüş olarak koridorun sağında adeta mezarı andıran bir hücreye konmuştu.
Kasvet yüklü, ağır ve rutubet kokan bir hücre. Tavana yakın, avuç içi kadar küçük pencereden süzülen bir tutam ışık huzmesi buranın mezar değil dünyaya ait bir mekan olduğunu isbata çalışıyordu. Bu bir tutam ışıkla loş bir aydınlığa kavuşan duvarlar taş ve sıvasızdı. Taşların aralarından su sızıyormuş hissi veriyordu insana. Bu yeni mekan, diri diri gömüldüğü bu mezar, daracık ve yüksekceydi. Kapının soluna, duvarın dibine demir, daracık bir divan, üzerine pis kokular yayılan bir şilte konmuştu. Demir kapıda, gözaltında tutulmasını sağlayan bir mazgal da unutulmamıştı.
Cihan, mezardan farkı olmayan bir mekanda donup kalan'
279
saniyeleri, bir saat sonra ne olacağını merak ederek tüketme telaşına düştü. Uzun, loş koridorda kararsız ve bunalımlı adımlarla dolaşan nöbetçilerin yere vurup tavanda saklayan ayak sesleri beynini törpülüyor, işkence oluyordu. Kapının önünden gelip geçtikçe eğilip mazgaldan içeri bakan bir çift karanlık gözden, üzerine saplanan bakışlardan, bazan kin, bazılarında merhamet ya da boşluk okuyordu.
Bakışlarında merhamet sezilen nöbetçilerin, birşey yapamamanın sıkıntısını çeker durumda olduklarım anlıyordu. Bu da, Rus ve Afgan askerlerinin, gazeteci olduğuna inansalar da mücahitlerden taraf olduğuna emin oldukları anlamına geliyordu. Bu durumda sonunun pek iyi olmadığı, bir şekilde buradan kurtulmayı başaramazsa, salıverilmeyip, en ağır şekilde cezalandırılacağı, belki de öldürüleceği kesindi.
Bedenen ve ruhen en ağır şartlarda, hayatındaki ikinci zindan hayatı devam ediyordu. Daha önce altı aylık bir hapis hayatı vardı. Pek de eski sayılmazdı. Ama şimdikiyle kıyas kabul etmez derecede farklıydı. En azından yaşadığı biliniyordu. Böyle tek başına bir mezara kapatılmamıştı ve aynı kaderi paylaştığı arkadaşları vardı. Onlarla aynı dili konuşuyor, daha birçok ortak sıkıntı ve az da olsa aynı sevinci paylaşıyordu. Daha buna benzer birçok avantajı olan bir esaretti o. Esaretin avantajlılığı komikti ama beterin beteri vardı ya...İşte şu an beterin beterini yaşıyordu.
Muhtemelen şehit oldu biliniyordu. Sevenleri bu haberi almış, belki alışmaya başlamışlardı bu duruma. Bütün bu olumsuzluklar üst üste geldiğinde konkunç bir kasvet tüm benliğini sarıyor, çekilmez oluyordu.
Zorlukların, zor şartların adamıydı. Yirmisekiz yıllık ömrü hep zorluklarla geçmişti. Bugüne dek yılmamış, yıkılmamıştı. Yine yıkılmamahydı. Şartlar son derece zor ve sinir bozucuydu
ama yine de direnmeliydi.
Dua her zaman en büyük silahtı ve güç kaynağıydı. Onu her
280
yerde ve zamanda görüp gözeten Rabbi'ne yönelmeli, O'na rücu etmeliydi. Elleri duada, O mutlak hakimiyet sahibine yöneldi. Ellerini, hürriyetini alıp bedenini çevreleyen taş duvarlardan öte, Rabbi'ne açtı. Bu duvarlar gönlünü, ruhunu da çevreleye-mezlerdi ya...Elleri duada uyuşup, baktığı noktayı göremez oluncaya dek duada, niyazda ve hatta şükürde, teslimiyette sebat etti.
Uyku esarette sığınaktı. Yatak niyetine dip tarafa sıkıştırılmış şiltede uyumaya çalıştı. Bu kasvetli, diri diri gömüldüğü mezarda uyumakla da vakit geçmiyordu. Beynindeki darmadağın olmuş parçaları bir araya getirip, Kur'an okumayı denedi. İki yıl emek verip, en ağır fatura olarak ailesini verdiği ve ezberleyip hafız olduğu Kur'an, daha şimdiden şefaatçi olmaya başlamıştı. Bu büyük mucizenin imdadına yetişmesiyle biraz rahatladı. Kur'an okuyarak iyi ve hoş vakit geçirebiliyor, teslimiyette amansız bir huşu, dayanılmaz bir haz buluyordu. Bu ne güzel bir çareydi. Ezberini muhafaza edip hafızlığını unutmadığına sevindi. "Fablullah" olan Kur'ana sımsıkı sarıldı. Dili döndükçe dua ve Kur'an, reçetesi, imdadı olmuştu.
Kolundaki saate dokunmamışlardı. Korkunç moral çöküntüsü içinde olan Rus askerlerinin en çok istediği ve aradığı, uyuşturucu ve alkoldü. Saate herhalde dikkat etmemişlerdi.
Saatine bakarak zamanı tayin edip namazını kılmaya çalışıyordu. Şartları beter de olsa, diğer mücahit esirlerden daha iyiydi. Günde iki kez, nöbetçi nezaretinde tuvalete gitmesine müsade ediyorlardı. O zaman abdest alıyordu.
Günde bazan bir, bazan iki kez, iki dilim kuru ekmekle, yandan fazlası su, tek kap yemek ve bir maşrapa su veriliyordu.
Zaman kavramı artık iyice değişmiş, günleri, mevsimleri seçemez hale gelmişti. Zamanın geçtiğini saatinden, geceyle gündüzü küçücük pencereden içeri süzülen bir tutam ışığın kararıp aydınlanmasından anlıyordu. Ama dışarıda hangi mevsimin yaşandığını bilemiyordu. İçeri gireli çok olmamıştı, bulunduğu yer
281
çok soğuktu. Bundan, yaşadığı mevsimin kış olduğunu farkedi-yordu ama dışarısı da kış mıydı, onu bilmiyordu.
Ölümü bekliyor da olsa kendini bırakacak değildi. Formunu korumalıydı. Darağacına giderken bile dimdik ve güçlü olmalıydı. Bunun içinde tavanın bir iki karış altırı4an geçen so borularına tutunup asılarak barfiks çekmeye, şinav ve mekikle, rutubetten ve havasızlıktan iyice mahvolan vücut kaslarını, artık çatırtılar gelen eklemlerini hareket ettirip, form tutmaya çalıştı.
4
Onun bu rahatlığı, teslimiyet ve azmi, mazgaldan kendisini seyreden Rus askerlerini şaşırtıyordu. Bazıları sinirleniyor, ba-zılarıysa gülümsüyordu bu duruma.
* # *
282
"Son kapıda sükut içre kapandı gülüm
Maceralar beldesinde zeytin andına
Elleri katlayan bu ince ölüm"
23.
Duvardaki takvimden 30 Ağustos 1985 Cuma tarihli yaprağı kopardı. Elinde şöyle bir evirip çevirdi, arkasındaki yazıyı okudu, buruşturup şömineye attı. Dört günlük kurban bayramı da geçmişti. Bugün beşinci gündü. Günlerden Cumaydı ve Cuma vaktiydi. Cihan şimdi her neredeyse, Cuma namazında olmalıydı.
Yüreğinde yükselen med-cezirlerin, adını koyamadığı duyguların tesiriyle, kurban bayramında sıla-i rahim yapmak bahanesiyle dönüp gelmişti İstanbul'a. İki yıldır uzaklarda geçmişti ömrü.
Cihan'ın altı ay tutuklu kalıp beraat ettiği mahkemesinden sonra ondan hiç haber alamamıştı. Arasıra yazı yazdığı gazete de yayın hayatına son vermişti ve artık çıkmıyordu. Cihan, ne yapıyor bilmiyordu. Ondan ve hatıralarından ısrarla uzak kalmış, unutmaya çalışmıştı. Ama bu mümkün olmuyordu ve olmayacaktı.
Yaz sezonuydu. Onunla karşılaşmak korkusuyla adaya gitmemişti. Ama pekala Kalamış'tan Moda'ya yürüyüp çok daha önceki hatıraları, gönüllerinin baharı yaşadığı günleri yeniden yaşayabilir, o günlerle hayalinde beraber olabilirdi.
Hazırlanıp evden ayrıldı. Sahilden Kadıköy'e doğru yürüdü. Bunaltıcı sıcağın tesiri sahilde hafif rüzgarın da etkisiyle biraz
283
azalıyordu. Dereağzı'nı geçip, karakolun yanından Altıyol'a çıktı. Bahariye caddesine dönmeden köşedeki gazete haylinde bir dergi dikkatini çekti. Kapakta Cihan'ın resmi vardı. Bayiden dergiyi satın alıp, hemen ilerideki parkta bir banka oturdu.
Dergi, Cihan'ın arkadaşlarının yeni çıkarmaya başladıkları bir dergiydi. Elindeki beşinci sayışıydı ve bu sayıyı Cihan'a ayırmış, özel sayı yapmışlardı. Derginin daha ilk sayfasını çevirip okumaya başladığında beyninden vurulmuşa döndü. Acı haber gözbebeklerine saplanmış, oradan beynini yakıp külediver-mişti adeta.
Dergide Cihan için, şehit olan kardeşimiz diye bahsediliyordu. Yazının devamını okuyamadı. Gözleri karardı, kulaklarında şiddetli bir uğuldamayla olduğu yere yığıldı.
Kendine geldiğinde hastanedeydi ve babası, arkadaşları ba-şucundaydı. Verilen sakinleştirici ilacın tesiriyle sakin ve tepkisiz bir hal almıştı. Sadece, yaşadıklarının rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu düşünüyordu.
Parkta ansızın yığılıp kalınca etrafta bulunanlar tarafından hastaneye kaldırılmıştı. Hemen yakınlarına haber verilmiş, koşup gelmişlerdi. Epeyce bir süre baygın kalmış, ancak akşam üzeri kendine gelebilmişti. Doktorlar, ağır bir deprasyon geçirdiğini, kendini üzmemesi gerektiğini söylüyorlardı. Üzülmemek elinde değildi ama sakinleştiricinin tesiriyle kendine hakim görünüyordu. Doktorların kalmasını istemelerine rağmen ertesi gün hastaneden çıktı. Bir süre doktor kontrolünde kalacakta ve sakinleştirici alacaktı.
İnsan ansızın öğrendiği acı bir habere uzunca bir süre inanmak istemez. Hilal de aynı ruh halini yaşıyordu. Dergide okuduklarının gerçek olup olmadığını bir an önce araştırmak istiyordu. Kendini bunu yapabilecek güçte hissettiğinde günlerden pazar olduğu için Cihan'ın işyerini arayamadı. Adadaki ev telefonunu da karşısına kimin çıkacağını bilmediği için aramak istemedi. Pazartesini iple çekip sabap erkenden iki tablet sakîn-
284
leştirici alarak Cihan'ın Bahariye caddesindeki İbrahim'le beraber açtığı bürosunun yolunu tuttu.
Büronun bulunduğu işhanınm önüne geldiğinde, büronun camındaki tabelayı okudu, değişmemişti. Boşuboşuna ümitlendi. Bunun, Cihan yaşıyor demek olmadığını bile bile. Nefesini tazeleyip, boşuna yeşeren ümidiyle merdivenleri tırmandı. Büronun kapısı aralıktı. Kapıyı vurup, içerden gel sesini beklemeden içeri daldı. İbrahim yine her zamanki gibi masasında dosyalarla meşguldü. Hilal'i karşısında görünce:
—"Hilal hanım!...Siz!.." diye heyecanlandı.
Hilal pencerenin yanındaki koltuğa adeta yığılırcasına kendini bınkarken:
—"Neler oluyor?!." diye sordu.
—"Cihan..." dedi İbrahim. "Cihan şehid oldu. Sanırım bunu kasdediyorsunuz?"
Hilal'in, evet demesini beklemeden anlatmaya başladı. Hilal, evden çıkmadan yüksek dozda sakinleştirici aldığından soğukkanlı görünüyor, anlatılanları metin bir tavırla dinliyordu.
—"İM yıl evvel tutuklandığını, bir süre içerde kaldığını biliyorsunuz. Kendisi cezaevindeyken, hanımı Zeynep vefat etti."
—"Ne? Ne dediniz?" diye İbrahim'in sözünü kesti Hilal.
—"Evet Hilal hanım. Zeynep uzun bir zamandır ilik kanseriydi. Bu durumu tek bilen Cihan'dı ve ta başından beri haberdardı. Hatta onunla eski kocasının vasiyeti üzerine evlendi. Tabi biz bütün bunları sonradan öğrendik. Tutuklandığında Zeynep'le ilgilenmemizi istediği zaman anlattı bunları. Teşhis konulduğunda hastalık çok ilerlemişti ve Zeynep'in kurtulma ümidi yoktu. Tabi kurtarılamadı da.
"Cihan bunu, siz adada yazlıktayken de tekrar evlendiğinizde de biliyordu. Size, "bekle, Zeynep ölecek" diyemezdi ve demedi."
285
Hilal, bu aşamadan sonra, "ben evli değilim, o bir numany-dı" diyemedi. Kahrolarak susmayı tercih etti. İbrahim anlatmaya devam ediyordu.                   t
"Beraat ettiğinde, arabanızın arkasından bakarken ki halini görmeliydiniz. Onun için hiçbir şeyin anlamı kalmamıştı artık. Bir nevi kaçışla kısa sürede hazırlıklarını tamamlayıp Afganistan'a gitti.
"Altı aya yakın oradan mektuplar, fotoğraf ve haberler gönderdi sürekli. Mektuplannda hep şehit olmaktan bahsediyordu. Son yazdığı mektupta size de selam yazıp, hakkınızı helal etmenizi istemiş ve o gece katılacağı baskında şehit olacağını hissettiğini yazmıştı. Yazdığı gibi de o baskında şehit olmuş. İşin garip yanı cesedi bulunamamış. Bu yüzden Sırrı bey onun şehit olduğuna inanmıyor. "O yaşıyor, gelecek" diyor. "
Hilal aldığı sakinleştiriciye rağmen dayanamamış, hele de son mektubunda Cihan'ın kendisine selam yazıp helallik istediğini duyunca hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. İbrahim de ağlıyordu.
İbrahim Cihan'ın kilitli duran odasını açıp, onun ölümünden sonra adeta ona ait şeylerin sergilendiği bir müze haline gelen odayı Hilal'e gezdirdi. Afganistan'da şehit olmadan önce çektiği fotoğraflardan derlenen albümü, cihatta çekilen kendi fotoğraflarını, mektuplarını tek tek gösterip okudu.
Hilal, son çare olarak Sırrı bey gibi düşüp, cesedinin bulu-namayışından ölmediği neticesini çıkararak bu teselliye sığındı. İbrahim, Sırrı beyin de hastanede yattığını, uzun süredir hasta olduğunu söylemişti. Demek yaşlı kalbi daha fazla dayanamamıştı bütün bunlara.
Ertesi gün Sırrı beyi ziyarete gitti. Hem ona geçmiş olsun demek, başsağlığı dileyip taziyede bulunmak, hem de Cihan'ın cesedi bulunamadığı için yaşıyor olabileceği sözünü onun ağzından duyup, bu ümide sarılmak istiyordu. Bu acıya direnebilme-si, dayanabilmesi için böyle bir ümide kapılmak zorunda hisse-
286
diyordu kendini.
Sırrı beyin yattığı odanın kapısına geldiğinde heyecanlandı. Sanki karşısında Cihan'ı görecekmiş, ya da yaşıyor olduğunu öğrenecekmiş gibi hissediyordu kendini. Bu duygularla, kapıdaki numarayı tekrar okuyup emin olduktan sonra kapıyı vurdu. Kapıyı açan hemşireye Sırrı beyle görüşmek istediğini söyledi.
Sırn bey, açılan kapıdan Hilal'i görmüş, sevinçle karşılamıştı onu. Tabi, yaraları depreşmiş, ağlamaya başlamıştı. Hilal de Sırrı beye geçmiş olsun diyerek boynuna sarılıp ağlamaya başladı.
—"Nasılsın?"
—"Allah'a hamd olsun. Olabileceğimin en iyi halini yaşıyorum. Bedenen iyiyim ama ruhen perişanım. Şu an karşımda sizi kavuşmuş, beraber, mutlu görmeyi ne kadar da isterdim."
—"Ne olur yaramı depreştirme Sırrı amca" diye yalvardı Hi-lal.
Beyni yorulmuş, benliği bölük pörçük olup dağılmış, hafızası maziye gidip gidip gelmiş, sonunda geçmişi bugüne taşıyan ipler gevşemiş, sinirleri harap olmuştu. Yalvaran bakışlarla Sırrı beye baktı. Bir tek cümleyle de olsa teselli bulmak, yüreğini serinletmek istiyordu. "O ölmedi" desin istiyordu Sırrı bey. "Günün birinde dönüp gelecek" desin, inandırsın istiyordu. İbrahim'in söylediği, "Sırn bey onun öldüğüne inanmıyor" sözünü tekrar etsin, gönlüne su serpsin istiyordu. Bu duygularla baktı Sırn beyin gözlerinin içine.
Sırrı bey, alnında biriken terleri mendiliyle sildi. Onun hali de Hilal'den farklı değildi. Gözlerini Hilal1 e çevirip bekledi. Hi-lal'in ısrarla duymak istediği cümle dudaklarından döküldü.
—"O ölmedi Hilal. İnan ki ölmedi o. Bunu hissediyorum. Hatta rüyalanma giriyor. Ben ölmedim, geleceğim diyor."
—"Buna ben de inanmak istiyorum. Hatta buna mecburum. Ama niçin yaşadığına dair bir haber, bir işaret yok, bunu anla-
287
yamıyorum. İbrahim bey, onun bir baskında şehit olduğunu söylüyor. Cesedi bulunamamış ama parçalanmış da olabilir. Böyle olmamasını ne kadar isterdim."
—"Ümidini kaybetme kızım. Esir de edilmiş olabilir."
—"Bu ölümden farklı mı? Öylesi bir savaşın ortasında sağ mı bırakırlar onu?"
—"Cihan eğer esir düşmüşse bir çaresini bulur, kurtulmayı başarır. Benim bildiğim Cihan kolay pes etmez. Ama benim korktuğum, kurtulsa da şehit oluncaya kadar savaşmaya devam eder. Bu kararla gitti oraya. Dönmeye gitmedi."
—"İsteyince şehit olunmuyor ki."
Hilal, Sim beyin verdiği ümide sımsıkı sarılmış onun ölmediğine, ölmeyeceğine, birgün dönüp geleceğine inanmıştı. Aslında bu ihtimalin, Cihan'm yaşıyor olabileceğinin pek de inandırıcı olmadığını ikisi de bilyordu. Ama dayanabilmek için böyle bir psikolojiye sahip olmaktan başka da çareleri yoktu. Sırrı bey bakışlarını tekrar Hilal'in gözlerinde sabitleştirdi.
—"Hilal, kızım!..Ne kadar yaşarım, Cihan ölmediyse bile onu tekrar görebilir miyim, bilmiyorum. Bana oğlun Cihat'ı getirmeni istesem yaparmısın? Onu görmek istiyorum. Onda adeta Cihan'a ait birşeyler buluyor gibiyim."
Hilal, heyecanlandı. Sırrı bey, Cihat'in Cihan'm oğlu olduğunu farketmiş miydi? Cihan'la aralarındaki gönül bağını da kendilerinden erken o farketmişti. Sırrı beyi kırmak istemedi.
—"Peki Sırrı amca. Şoföre telefon edeyim, hemen getirsin.
Telefonu alıp, şirketten şoförü aradı. Şoför'e eve gidip Ci-. hat'ı hemen hastaneye getirmesini söyledi. Ardından da evi arayıp dadıya Cihat'ı hazırlamasını, birazdan şoförün gelip onu alacağını söyledi.
Bir saat kadar sonra Cihat getirilmişti. Sırrı bey, Cihat'ı alıp sevdi. Öpüp kokladı. Cihat'ın gözlerinin içine bakarken, Hi-
288
lal artık Sırrı beyin herşeyi farkettiğini okuyordu onun bakışlarında. Ama bu sim saklayacağını da ifade ediyordu aynı bakışlar.
Sim bey birşey farketmemiş gibi davrandı. Hilal'i utandırmak, zor durumda bırakmak istemedi. Cihan sağ olsa bile, dönüp geldiğini gördüğünde bile kavuştuklarını görmeden bu sırrı söylememeyi düşündü. Hilal de birşey söylemeye cesaret edemedi. Yüzü kızarmış, duygularını ele vermişti zaten. Yarım saat kadar sonra Cihat'ı da alarak Sırrı beye tekrar geçmiş olsun deyip hastaneden ayrıldı.
*   *   *
289
"Kur perdeni Bir ayna tut hayatına, vur ne varsa"
24.
Esaretin bu soğuk mezarında tam on aydır zamanla pençe-leşiyordu. Geçen zaman, çok şeyi alıp götürmüştü. Artık yorgun düşmüş, işi oluruna bırakmış, boşvermişti. Yapabilecek birşeyi yoktu. Ya bir mucize gerçekleşip kurtulacak ya da günün birinde idam edilecekti. Bu kadar zamandır burada tutulması, idam edilmemesi bile garipti. Adeta bu mezarda , kendisini hapse-denlerce de unutulmuştu.
Dışarda mevsimler gelip geçiyordu. Cihan geçen zaman ve dönen devranı küçücük pencereden, içinde bulunduğu mezarın karanlığına meydan okurcasına süzülen bir tutam aydınlıktan anlıyordu. Dünyayla, hayatla tek bağı bu fersiz ışıktı. Kış mevsiminde düşmüştü buraya. Ardından bahar geldi. Derken yaz ve şuanda Sonbahar yaşanıyordu dışarda. Afganistan ise dört mevsim ateşteydi. Gecesine gündüzüne, yaz ve kışına, dağına taşına füzeler, bombalar, napalmler, kısacası ateş yağıyordu.
Geçen bu, üç mevsim Cihan'ı adeta çökertmişti. Aylardır gü-nışığından mahrum yüzünün rengi değişmiş, zayıflamış, saçı bakalı uzamış, göz bebeklerine diri diri gömülüp ölü bilinmenin hüznü çöküp ümitsizliğe dönüşmüştü. Artık kurtulabilme ümidi yerine ne zaman idam edileceğini merak etmeye başlamıştı.
Küçücük pencereden süzülen zayıf gümşığıyla uyandı. Uzandığı sert şiltenin üzerinde artık her ekleminden çatırtıların geldiği kemiklerini, tutulan kaslarını biraz hareket ettirip
290
gevşemek için gerindi. Bu sırada duvara çarpan kolundaki saatin kordonu çarpmanın etkisiyle açıldı ve saat şilte ile duvarın arasına, divanın altına düştü.
Saatini almak için, oldukça ağır olan divanı kaldırıp duvardan biraz beri çekmek istedi. Divanın köşebent demiri elini acıtınca, yerden kaldırdığı divanı yere bıraktı. Divanın demir ayağı yere vurduğunda zeminde hafif çatlamalar olmuş, zeminden altta bir boşluğun olduğu hissi veren bir ses gelmişti.
Cihan, her ihtimali değerlendirmek durumundaydı. Alttan bir dehliz ya da kanalizasyon geçtiği ihtimali aklına geldi. Divanı bir iki kez daha kaldırıp yere bıraktı. Ses, altta bir boşluğun olduğu kanaatini güçlendiriyordu. Yüreğinde kurtuluş için zayıfta olsa bir ümit ışığı belirdi.
Divanın altını kazıp bu fırsatı mutlaka değerlendirmeliydi, bunu nasıl yapacaktı? Kafasında değişik planlar kurup değerlendirdi. Divanı Daldırıp bırakarak kırmayı denese, her ne kadar dışardaki sürekli gelen silah ve patlama seslerine karışsa da divanın sesini gardiyan ve nöbetçiler duyabilirdi. Divanda koparıp kullanabileceği bir demir parçası aradı. Bu da mümkün görünmüyordu. Son çare olarak tuvalet kapılarının demir sürgüsü geldi aklına. Saatini düştüğü yerden alıp tuvalete gitme vaktini beklemeye başladı.
Saat on civarında nöbetçi gelip Cihan'ı tuvalete götürdü. Tuvalete girdiğinde kapıya sırtını verip sürgüyü tutan tırnağı koparmak için elini destekli bir şekilde sürgüye vurdu. Çıkan sese nöbetçi aldırmamıştı. Sürgü pas tuttuğu için açıp kapatırken zaten ses çıkarıyordu. Zaten moral çöküntüsü içindeki askerlerin dikkatleri de o kadar hassas değildi. Sürgüyü ikinci kez tırnağa çarptırdığında tırnağı koparıp sürgüyü yerinden çıkarmayı başardı. Sürgüyü pantolonunun beline sıkıştırıp tuvaletten çıktı.
Nöbetçi hücresine getirip kapıyı üzerinden kilitlediğinde kafasındaki planı uygulamak için geceyi beklemeye başladı. Gün-
291
düz sık sık mazgaldan gözetleniyordu. Gece ise nöbetçiler genellikle ya uyuduğundan ya da bir köşeye çekilip öylesine nöbet tuttuğundan planım uygulamak için iyi bir fırsattı.
Gece olduğunda, karanlıkta el yordamıyla divanı çekip, sürgüyle, gündüz divanın düşmesi sonucu çatlayan betonları kazmaya başladı. Bir saat içinde otuz santimetre kare civan genişlikte bir çukur açmıştı. On santimlik betondan sonra, biraz kum ve toprak karışımı çamur, ardından tekrar beton geliyordu. Bu beton kanalın betonu olmalıydı. Eğilip aşağısını dinlediğinde su sesi geldiğini farketti. Artık alttan su ya da lağım kanalı geçtiğinden emindi. Tek korkusu bu kanalın genişliği konusundaydı. Ama insan sığmayacak kadar dar olsa divanın düşmesiyle boşluk sesi hissedilemezdi. Bu düşünceyle ümitleniyordu.
Çukuru biraz daha genişletip, çıkardığı toprağı divanın altına doğru süpürerek sakladı. Elindeki demir sürgüyü ters çevirip çekiç gibi kullanarak betonu yavaş yavaş kırmaya başladı. Su ve rutubetten iyice çözülen betonu kırması zor olmamıştı. Gece yansına doğru betonu kırmayı başararak kanala ulaştı. Ayağını uzatıp kanalın genişliğini ölçtü. Yanılmamıştı. Kanal bir metreden yüksekti.
Kanala indiğinde oldukça heyecanlıydı. Kanal kaçmaya elverişliydi. Ayaklarını epeyce geçen, yirmi santime yakın su vardı kanalda. Bu su, lağım suyuna benzemiyordu. Olsa olsa bir dere ya da su kaynağı yatağının geçtiği bir kanaldı. Cihan, buna da sevindi. Zira bulunduğu yer nehre en az beşyüz metre uzaklıktaydı. Bu kadar mesafeyi daracık bir kanalda lağım suyunun içinde gidebilmesi mümkün olmayabilirdi.
Geri dönüşü olmayan bir yola girmişti. Ölecekse de, pisi pisine ölümü beklemek yerine, böylesi mücadeleyle, hayatın tüm şartlarını zorlayarak ölmek daha iyiydi. Tek korkusu, kaçtığının erken farkedilmesi, bir de kanal çıkışının demir parmaklık türü bir engelle kapatılmış ofcbilece*ği ihtimaliydi. Ne olursa olsun, korkunun ecele faydası yoktu, her ihtimale rağmen, her
292
imkanı kullanacaktı. Tehlikeyi göze almadan kurtulmak ölümü beklemekti.
Kanala girip, divanı ayaklarından çekerek çukurun üzerine getirdi. Kaçtığı anlaşılsa bile, nereden kaçtığı anlaşılıncaya kadar zaman kazanmak istiyordu. Eğer çukur farkedilmezse, böyle bir yoldan kaçtığı anlaşılmayacak, nöbetçilerin yardımıyla veya benzeri bir yolla kaçtığı sanılacaktı. Bulunduğu hücrenin altından böyle bir kanalın geçtiğini belki görevliler bile bilmiyordu. Bu durumda, çukuru divanın altına iyi gizleyebilirse, kaçtığı farkedilse bile onu bulmaları imkansız olacaktı.
Dizlerinin üzerinde sürüklenerek kanalda ilerlemeye başladı. İçerisi korkunç karanlık ve havasızdı. Bunun için mümkün olduğunca çabuk hareket etti. İlerden gelen soğuk ve hafif hava basıncı, kanalın önünün bir yere çıktığım, kapalı olmadığını teyit ediyordu. Her an bir çukura düşmemek için, eliyle ilerisini yoklayarak ilerliyordu. Yüz metre kadar gittiğinde bir mazgal farketti. Doğrulup baktı. Mazgal sabitti, açılması imkansızdı. Kanalda ilerlemeye devam etti.
Sonunda çıkışa ulaşmıştı. Korktuğu başına gelmemiş, çıkışta herhangi bir engel yoktu. Bir ağaç köküne tutunarak, nehre düşmeden dışarı çıktı. Karanlık da olsa, yoldan geçen bir devriyeye farkedilmemek için, bir müddet sürünerek ilerledi. Bir taşı kendisine siper edip biraz dinlendi.
Üstü başı ıslanmış, pislik ve çamur içinde kalmıştı. Üşüyordu ve yorgunluktan nefes nefeseydi. Kanal boyunca sürünmüş-tü. Biraz da heyecandan titriyordu. Korkuyu zaten çoktan unutmuştu. Şimdi korku değil, sevinç ve herşeye yeniden başlamanın heyecanıyla ürperiyordu.
Durmaya vakit yoktu. Herşey sandığı gibi olmayabilir, kaçtığı ve nasıl kaçtığı çabuk farkedilir, herşey altüst olabilirdi. Yakalanırsa başına gelecekleri hayal bile etmek istemiyordu. Eline geçen bu mucizevi fırsatı harcayamazdı. Kalktı. Etrafı kollayarak yolun karşı tarafına geçti. Burası gizlenerek hareket
293
etmeye daha elverişliydi. Yine de dikkatli hareket ediyordu. Yarım saat kadar hiç durmadan gitti. Artık Kabil çıkışına gelmişti.
Üzerindeki ıslak ve çamur içinde kalmış kıyafetleriyle yoluna devam edemezdi. Üşüyordu ve perişandı. Bunun için çare düşünmeye başladı. Yıllardır mücahitler önemli ölçüde, baskınlarda ele geçirdikleri ganimetlerle savaşıyorlardı. Kendisi de aynı yolu deneyebilirdi. Bu fikir kafasında oluştuktan sonra, devriye gezen bir Rus askerini bulup, planını gerçekleştirmek için uygun zemin ve fırsat aramaya başladı. Yoldan tek tuk devriyeler gelip geçiyordu.
Biraz ilerlediğinde, duvara yaslanmış uyuklayan iki Rus askeri gördü. Duvarın arka tarafına geçip yavaş yavaş yaklaştı. Bir metre kadar yükseklikteki bahçe duvarını kendine siper ederek tam askerlerin arkasına kadar geldi. Yavaşça doğrulup, askerlerin ensesinden tutarak hızla kafalanm birbirine vurdu. Bir daha, bir daha... Sonunda askerler bayılmıştı. Askerleri koltuklarından tutup duvarın arkasına çekti. Ayılmaları ihtimaline karşı önce ikisini de sıkı sıkıya bağladı. Vakit geçirmeden askerleri soyup, elbiselerini ve taçhizatlarını aldı. Hava artık aydınlanmaya başlamıştı. Biran evvel şehirden uzaklaşmak için, ağaçlık alana sapıp, hızla ilerledi.
Güneş doğmak üzereyken artık Kabil'den epeyce uzaklaşmıştı. Hâlâ üzerini değiştirmemiş, üstü başı pislik ve çamur içindeydi. Nehre gidip yıkanacaktı. Soğuğa alışmıştı artık. Yıkanmak için nehrin uygun ve sapa bir yerini bulmak zorundaydı. Buralar önemli ölçüde Rus kontrolü altındaydı. Bu yüzden üzerinin pisliğine biraz daha katlanması, tepeyi aşması gerekiyordu.
Bir Rus konvoyu veya devriyesine görünüp yakayı ele vermemek için, yoldan uzak, ağaçlık ve sarp bölgede yürüdü. Bu da oldukça zordu. Bazen bastığı taşlar yuvarlanıyor, çok ses çıkarıyordu. Şimdi elinde kaleşnikof silahı ve bir miktar mermisi var-
294
ı
di. Ama yine de bir çatışmaya girmeyi göze almak intihardı.
Güneş iyice yükselip, bu baykuş tünemiş gül yurduna buruk gülümserken tepeye ulaşmıştı. Artık kendine bir plan ve istikamet çizmek zorundaydı. Emniyetteydi, tehlikeyi önemli ölçüde atlatmıştı ama bulunduğu bölge hâlâ Rus kontrolündeydi. Bir an evvel mücahit denetimindeki azad bir bölgeye ulaşmak istiyordu.
Tepede bir saat kadar dinlendikten sonra tepenin arka yamacından nehre inmek için yürüdü. Önce nehre inip yıkanmak, üzerini değiştirmek istiyordu. İşte bundan sonra kaçış planının en zor aşamalarından biri başlıyordu. Nehri geçmek zorundaydı ve köprü Rusların kontrolündeydi. Köprüde bir Rus karakolu vardı, geçişleri sıkı bir şekilde denetliyordu. Nehri yüzerek geçmesi imkansızdı. Akıntı çok fazlaydı.
Nehre inip, uygun bir yer bularak yıkandı. Soğuktan titriyordu. Çabucak giyinip, nehri geçmenin yollarım aramaya başladı. Nehri ancak köprünün ayaklarının dibinden geçebilirdi. Bunu da gece karanlığında yapmak zorundaydı.
Vakit ikindiye yaklaşıyordu. Öğleyi kılıp sabah namazını kaza etti. İkindiyi beklemeye başladı. Fena halde acıkmıştı. Neredeyse yirmidört saattir ağzına tek lokma koymamıştı. Esarette iki dilim kuru ekmekle yetiniyordu. Ama, dışarı çıkıp açık havayı alınca, iştahı açılmış, fena halde acıkmıştı. Aylar sonra temiz hava zaten sarhoş gibi etmişti. Birşeyler bulup yemek zorundaydı.
Yenilebilir otlardan toplayıp yiyerek karnını doyurmayı denedi. Bu da midesini perişan etti. Vakit girince ikindiyi kıldı. Nehri geçmek için geceyi beklemeye başladı. Mücahitlerle karşılaştığında Rus askeri sanmasınlar diye, üzerindeki arma ve işaretleri söktü. Uyumayı düşündü, tehlikeliydi. Yakalanabilir, ya da zehirli bir böcek, yılan sokabilirdi. Uyumak yerine, akşama kadar dua edip şükretmeyi, ibadet etmeyi daha uygun buldu.
295
Gece olduğunda planının tutmadığını gördü. Ruslar sürekli aydınlatma mermisi atıyor, köprü civarını gündüz gibi aydınlık tutuyorlardı. Demek köprünün ayaklarını mücahitler de kullanıyorlardı ve bu farkedilmiş, tedbir alınmıştı. Bu durumda, nehri geçmek için başka bir yol bulmak zorundaydı. Nehir boyunca aşağı doğru giderek sığ bir yer aramaya başladı.
Köprüden oldukça uzakta, nehrin dar bir yerine iki uzun çam ağacını birbirine paralel bağlayarak yapılmış bir köprü buldu. Bunu mücahitler yapmış olmalıydı. Gündüz niçin aramadığına üzüldü. Epey vakit kaybetmişti. Bir cambaz ustalığını gerektiren köprüden dikkatlice geçti. Şimdi oldukça sarp olan nehrin yamacını tırmanmak zorundaydı.
İliklerine kadar titriyordu. Açlık direncini kırmış, iradesini yere sermişti. Uykusuzdu ve yorgundu. Zifiri karanlıkta bu yamacı tırmanmak, kedi çevikliği istiyordu. Başka zaman olsa bu zor olmazdı. Ama açlık, yorgunluk ve uykusuzluktan zaten aylardır mezar gibi .bir hücrede mahvolan bedeni bitkin düşmüştü. Saatler süren, adeta sürünerek, dişiyle tırnağıyla verdiği mücadeleden sonra, yamacı aşıp düzlüğe çıkabildi. Artık, adım atacak hali yoktu. Ağızma bir lokma bir şey koymayah otuz saatten fazla olmuştu. Midesi kazmıyor, gözleri karanyordu. Kuytu bir köşe bulup, uyumayı düşündü, mümkün değildi, Soğuk ve açlık uyuyabilmesini imkansızlaştırıyordu. Üşüyordu. Bunun için hareket etmek zorundaydı. Kendini zorlayıp, tüm gücünü kullanarak yürüdü.
Ortalık ağanrken bir göçebe kasabasına geldi. Buralar azad bölgelerdi. Artık tamamen emniyette sayılırdı. Yüksekçe bir yerden bakarak bir cami aradı. Kendini anlatabileceği en emin yer orasıydı. Göçebe kalelerine yakın tek tuk kulübemsi evlerin yanında küçük bir mescid gördü. İstikametini o tarafa çevirip şeker kamışı tarlalarının arasından yürüdü. Yanm saat sonra mescidin önündeydi. Köşedeki çeşmeden abdest alıp, çeşmenin yanındaki taşın üzerine adeta yığılırcasına çöktü. Başını elleri-
296
nin arasına alıp düşünmeye başladı.
Yaşadağı dahi bilinmiyordu. Bu ne korkunç bir şeydi. Şeha-det haberi belki de sevdiklerine ulaşmış, ölümüne kendilerini ahştırmışlardı. Kimbilir... Bitkin vaziyette oturduğu yerde beyin hücrelerini altüst edip adate çıldırtan bu düşüncelerinden: "Selamün Aleyküm" sesiyle sıyrıldı. Boğuk ve mecalsiz bir sesle: "Ve aleykümselam" diye karşılık verdi.
Bakışlarını yerden kaldırıp baktı. Sekseninde nur yüzlü bir ihtiyardı. Bembeyaz sakallı, heybetli ve gün görmüş birine benziyordu. Mescidin imamı olmalıydı. Cihan'a bir kaç adım yaklaştı.
—"Kimsin evlat? Bu vakitte burada ne ararsın, nereden gelip nereye gidiyorsun?"
Farsça konuşuyordu. Cihan buna sevindi. Peştuca bilmiyordu. Kendini ve derdini Farsça daha iyi anlatırdı. Kendini zorlayarak ayağa kalktı. Bir iki yutkundu ve zor anlaşılır bir sesle konuştu:
—"Amber cebhesi mücahitlerindenim amca. Aslen Türküm. Geçen Ocak ayında, Hayber baskınında Ruslara esir düştüm.O zamandan beri hapisteydim. Dün gece kaçmayı başardım. Yir-midört saatten fazla bir zamandır yoldayım. Artık bittim. Namazımı kılıp, dinlenebileceğim, bir iki lokma birşeyler yiyebileceğim bir yer bulmak istiyorum"
—"Doğru yere geldin evlat. Burası azattır ve emin bir yerdir. Ne durumda olduğun halinden anlaşılıyor. Namazı kılalım da bize gidelim. Ben göçebe reisiyim. Gençler cihatta, imamlığı da ben yapıyorum."
İhtiyar göçebe reisi, ezanı okudu. Biraz sonra bir kaç ihtiy-yar namaza gelmişti. Beraberce namazı kılıp, göçebe kalesine yöneldiler. Kale kapısından girip büyük bir avluya geldiler. Avlunun etrafında evler sıralanmıştı. Baş taraftaki büyükçe evin kapısını çaldılar. İhtiyar bir nine kapıyı açta. Bu nine göçebe re-
297
isinin hanımıydı. Büyük bir salona girdiler. Salon sıcacıktı. Salonun kıble duvarında şömineyi andıran ocakta kocaman kütükler yanıyordu. Yerlere hah serilmiş, duvar diplerine boydan boya yün minderler ve yastıklar yerleştirilmişti. Göçebeler aslında peştuca konuşurlardı. Hanımına peştuca seslendi.
—"Hanım çabuk yiyecek birşeyler getir. Misafirimiz iki gündür yolda, aç susuz ve yorgun. Ta payitahtan gelip bizimle kafirlere karşı savaşan bir mücahit o."
Payitaht ifadesini İstanbul için kullanıyorlardı. Onlar hâlâ İstanbul'u hilafet merkezi olarak kabul ediyorlardı. Ne güzel insanlardı bu göçebeler. Tüm Afgan halkı güzeldi. Sımsıcak candan, gönül insanı, sevgi yüklü samimi bir milletti. Hele de hâlâ gönülden bağlı olduktan, payitaht dedikleri, İstanbul'dan, Anadolu'dan gelmişse bir selam, bu selamı bağırlarına basmaya, ca-nevinin ortasına nakşetmeye sevdalıydılar.
Cihan on aydır gömüldüğü, diri diri yaşadığı kabir hayatından ve ardından adeta sürünek katettigi onca yoldan sonra geldiği bu sımsıcak insanların evinde, aylardır ilk defa midesine sıcak bir yemek girmiş, bedeni yumuşak bir yatak görmüştü. Yemeğini yedikten sonra, yere serilen yün yatağa uzanıp ayların yorgunluğunu atabilmek için derin bir uykuya dalmıştı.
Bu göçebe kalesinde iki gün kalıp tamamen dinlenip, kendine geldikten sonra, kendine bu iyiliği ve samimiyeti esirgemeyen güzel insanlarla vedalaşıp ayrıldı. Ateşin ortasında boşubo-şuna vakit kaybetmek olmazdı. Buraya cihat için gelmişti. Zaten kaybettiği on ay fazlasıyla yeterdi. Tekrar yollardaydı. Dinlenmiş, karnı tok, çantasında azığı, silahı, teçhizatı vardı. Nereye gideceğinin bilincindeydi. Kısaca, yeniden hayata dönmüştü.
Güneş dilenci kılığına bürünüp, batı yakasından İrana doğru çekilirken, Momand yakmlanndaki bir mücahit grubuna katıldı. Bu küçük direniş grubunun çoğu Momand gençleriydi.
Bu mücahit grubu düzenli saldırı ve baskınlardan çok, Lu-din, Lağman, Kama ve Momand civarlannda, küçük gece bas-
298
kınlan düzenliyor, karakollara, yoldan geçen küçük Rus konvoylarına saldırıp ganimet elde ediyor, mücahitlerin ve hicret edenlerin yol güvenliğiyle birlikte, daha büyük mücahit gruplarına mühimmat ve erzak sağlamaya çalışıyordu. Mevlevi Yunus Halis'e bağlıydılar.
Ocak ayı yine tüm donduruculuğuyla gelip çatmıştı. Dikleri titreten soğuk, bir yıl önceki baskın ve yaşamadan diri diri mezar hayatı yaşayarak geçirdiği on aylık esareti hatırlatan hava Cihan'ı ürpertiyordu. Gönlündeki hasret ateşi ise dışardaki soğuğa inat kor kor alevlenmiş, yakıp kavuruyordu içini. Yorgundu. Gönül yorgunluğuydu onu yoran. Gönlündeki ateşten ne zaman kurtulabilmişti ki? Sevdayı hasretcesine, kurşuncasına ve ateş ateş yaşıyordu. Onu kırmızı bir gül gibi koklayacağı gün gelecek miydi. Kimbilir?
*   *   *
Esaretten kurtulalı üçbuçuk aydan fazla olmuştu. Ocak ayı da ihtiyarlamış, takvimlerden ve zamandan yolcu olmuştu. Nasıl olmuştu da hiç olmazsa yaşadığını bildiren iki satırla bir selamı sevdiklerine gönderememişti? Cihat heyecanı, oradan oraya, elinde silah koşturup durmak, unutturmuş muydu herşeyi? Unutması mümkün değildi. Ama yazmamışta işte. Şimdiyse bunun farkına varmış, dayanılmaz bir hasretin girdabına sürüklenmişti.
Bu ateşin kavuran sıcaklığı, hasretin amansız sancısı, sevdanın gazeicesine sürükleyen rüzgarıyla bir mücahit grubuna katılıp Peşaver'e sürüklendi. Peşaver, mücahit gruplarının karargah kurduğu bir Pakistan şehriydi. Hicret eden muhacir ailelerle, mücahitlerle, Afgan kıyamıyla ilgilenen gazeteci, diplomat ve ajanlarla mahşeri bir kalabalığın yükü altındaydı
Peşaver'e kar yüklenmiş bir fırtınayla girdiler. Cihan, muhacir kamplannda toprak yığını birkaç metrekare kulübecikler-de, çadırlarda korkunç çileleri yaşayan bu onurlu vatansever, imanlı Afgan halkına bakıp üzüldü.
299
Birkaç mücahitle beraber Hizb-i İslâmi'nin karargahına geldiler. Beyaz badanalı, iki katlı güzel bir binaydı. Yolun iki tarafına selvi ağaçları dikilmişti.
f
Kapının önünde duran bir mücahit, Cihan'ın yüzüne şaşkın şaşkın baktı. Cihanı tanımıştı. Cihan da onu tanıdı. Bilal, Türkiye'den kendisi gibi cihada koşan İzmirli yiğit...
—"Cihan.!! Aman Allahımü Sensin... Yaşıyorsun.!"
Bilal çığlığı andıran bir heyecan dalgasıyla ortalığı ayağa kaldırmışta.
—"Aslanım benim.! Yaşıyorum tabi. Öyle kolayca öleceğimizi mi sanmıştan?"
İki Türk mücahit birbirlerine sarılmıştı. Heyecan dalgası gitgide büyüyordu. Onların sesine içeriden fırlayan diğer müca-hidler de şaşkınlık içindeydiler. Aylarca omuz omuza savaştığı Amber grubu buradaydı. İsmail Hakkı, Seyyid, Abdulhak... Burada olmayan, şehadate erişenler de vardı. Selim, Celal, Gaffar.. Ve daha birçok mücahit. Onlar ölümsüzlüğe, ulaşmışlardı.
Cihanın koluna girip içeri götürdüler. Hepsinin gözlerinde heyecan ve sevgi çiçekleri açmıştı. Önüne Türkiye'den gelen bir yığın dergi ve kitap koydular. Cihan, yaşadıklarını onlara anlattıktan sonra, İsmail Hakkı'nın açıp önüne uzattığı dergiye baktı. Gözleri hayret ve şaşkınlıkla açıldı.
Dergide şehadetinin yıldönümü ilanları yer alıyordu. Demek şehit oldu biliniyordu. İbrahim iki ilan vermişti bu dergiye. Biri kendi hakkında şehadetinin yıldönümü ilanıydı ve şu satırlar yazıyordu; "Cihan.. Kuzeye giden yol seninle açıldı. Sen gönüllerimize sönmeyen bir ateş yakıp ebediliğe, şehadete koştun. Hin-dikuşlara sığmayıp, bedenini de alarak sonsuza ulaştın. Ebedi alemde bizi unutma. Biz seni unutmadık ve hiç unutmayacağız. Rabb'ın rahmeti üzerine olsun."
ikinci ilan Sırn bey hakkındaydı ve onun ağır bir kalp ameliyata geçirdiğini belirtiyor, geçmiş olsun diyordu. Dergiyi kapa-
300
tıp masanın üzerine bıraktı. Yorgun gözlerle, hâlâ şaşkınlığını yenememiş mücahit arkadaşlarına baktı.
—"Gidiyorum!" dedi. "İstanbula dönüyorum..."
Arkadaşları, olup bitenleri öğrendikten sonra bu karan vereceğini biliyorlardı. Bu yüzden şaşırmadılar. Hazırlıklarına yardım edip, şehit oldu bilinen Cihan'ın yaşadığını elçiliğe bildirdiler. Elçilik de duruma şaşırmıştı. Pasaport işlemleri birkaç gün içinde tamamlandı. Artık yeniden İstanbul yolcusuydu.
301
"Kısacık hayat mühletinde acıya paralel sevgilerinle dağlara inince şafak"
25.
Gün olur, varoluşun cilvesi insan beynine öyle çöker, öylesi-ne zorlar ki, labirentler kendi karmaşıklığında boğulur, benlik, akıl çatlarcasına kendini bir mücadelenin içinde buluverir. Rüya mı görüyoruz, deriz. Klasikleşmiştir, gözlerimizi, alnımızı ovuşturur, saclarımızı çekiştiririz, rüyadamı gerçekte mi olduğumuzu anlamak için. Rüya değildir yaşadıklarımız. Ama akıl ve havsala beynimizden fırlamış, kırık koldan fırlayan sivri bir kemik parçası gibi gözlerimize, yüreğimize saplanıp, benliğimize binlerce soru işaretini boca etmektedir.
Zamanı törpüleyen tiktaklar İbrahim için böylesi bir atmosferi getiriyordu. Mat bir griliğe batırılmış gökyüzünde asılı duran beyaz iri kartaneleri, yeryüzünü kefenlemeye çalışırken, Yeşilköy havaalanına uçak indi. Uçağın açılan kapısından merdivenlere adımını öldü bilinen bir diri attı. Uçaktan inip, doğruca bir telefon kulübesine gitti. En yakın bir tanıdğına gidecek parası yoktu. Sadece cebinde Hizb-i İslâmi'de eline tutuşturulan birkaç jetonla Büyükelçilikten verilen bir uçak bileti vardı. Jetonları İsmail Hakkı vermişti.
Jetonu atıp, tuşlara bastı. Karşısındaki ses İbrahim'in sesiydi. Bir öksürükle boğazındaki parazitten kurtulup "efendim" diyebilmişti. İbrahim'in beynine atom bombası gibi inen bir cümleyi ahizeye fısıldadı:
302
—"Selamün aleyküm İbrahim. Ben Cihan." —"Ne!? Ne dedin? Cihan mı!? Lütfen dalga geçmeyin" —"Ne çabuk unutulduk kardeşim. Cihan'ım diyorum işte." Küt diye bir ses geldi. Ahize elinden düşmüştü İbrahim'in. Cihan bir jeton daha atıp tekrar tuşlara bastı. Telefon önce meşgul çaldı. Kapatıp tekrar aradı. Telefon bu kez uzun uzun üç kez çaldı. Telefonda İbrahim'in sesi tekrar: —"Alo..!" dedi.
—"İbrahim, şaşırma hortlamış filan değilim. Öbür dünyadan da aramıyorum. Hakkımda verdiğin şehadet yıldönümü ilanını okudum. Ben sağım. Şehitler ölmez bilmiyor musun? Şu anda Yeşilköy'deyim ve cebimde tek kuruş param yok. Gel beni al. Dış hatlar çıkışında bekliyorum. "
—"Allahımü! Yaşıyorsun demek. Bekle, hemen geliyorum!" Cihan telefonu kahatıp beklemeye başladı. Cebinde, büyükelçiliğin yazdığı bir yazı ve pasaporttan başka kimlik ve hüviyet cüzdanı bile yoktu. Çıkışta büyükelçiliğin durumu bildiren yazısını görevlilere gösterip izahat vererek dışarı çıkabilmişti.
Aradan fazla bir zaman geçmedi. Cihan, üzerinde ince Afgan kıyafetleriyle üşümemek için gezinip duruyordu. Ticari plakalı bir taksi alana rüzgar gibi girdi ve acı bir fren sesiyle durdu. Kapıdan ok gibi fırlayan İbrahim salona doğru koştu. İbrahim Cihan'ı görmeden Cihan onu tanımıştı.
—"Heeey!.. Buradayım. Smokinli birini arama. Afganistan'dan geliyoruz. Bu kıyafetle tanı beni."
Koşup birbirlerine sarıldılar.
—"Koçum benim.. Hâlâ inanamıyorum. Bir yıldır öldüğüne inandık. Ölüm haberin büyükelçilik kanalıyla resmen bildirilmişti. Başka çaremiz de yoktu. Yalnız Sim bey inanmadı bu habere. Cesedi bulunamamış, o ölmedi dedi, hep. Bir yıldır bu duygularla yaşadıktan sonra seni dipdiri karşımda görmek...
303
İnan hâlâ şoktayım. Şükürler olsun. Şükürler olsun!"
—"Nice diri denilen ölüler, elbiseler dolusu ruhsuz et ve kemik yığınları dolaşıyor, kol geziyor şu meydanlarda, caddelerde. Bir de ölü denilen diri gezsin, çok mu gördün?.."
Taksi, Kadıköy komutuyla tekrar geldiği istikamete hareket etti. Cihan başından geçenleri, yaşadıklarını, öldü sanılmasına sebep olan baskın ve on aylık esaret hayatını, hapisten nasıl kaçtığını anlatırken taksi şoförü de şaşırmıştı, ikisi de inanmakta zorluk çekiyorlardı adeta.
Birkaç saat sonra Moda'daki evin merdivenlerinde göründüğünde saçı sakalı kılık kıyafeti yine eskisi gibi düzgün, pırıl pırıl, kısaca herşeyiyle hayata yeniden başlamıştı. Kimliği olmasa da ehliyeti ve Afganistana giderken bıraktığı birçok özel eşyası yanındaydı.
Kapıda hazır bekleyen arabasına binip direksiyona geçti. İbrahim de yanındaydı. Şimdi istikametleri Sırrı beyin yattığı hastaneydi. Sırrı bey'e hoş bir sürpriz yapmak istiyorlardı. Senin dediğin çıktı diyeceklerdi.
Hastane kapısından girdiklerinde Cihan öz babası gibi sevdiği Sırrı beyi görmekten, tekrar kavuşmaktan mutlu ve heyecanlıydı. Hemşireler Sırrı beyin odasını göstermişler, "müsait, buyrun" demişlerdi.
Sırrı bey sakinleştirici verilmesine rağmen Cihan'ı görünce heyecanlanmış, yüksek sesle ağlamaya başlamıştı. Ateda baba oğul olan bu iki insanın kavuşma anı, sarılışları orada bulunan herkesi ağlatmıştı. Sadece Cihan yine her zamanki soğukkanlılığında, ağlıyorsa da kimseye belli etmiyordu. Zaten en fazla bir iki damla gözyaşıydı onun ağlaması.
Sırrı bey kavuşmanın sevincini, haklı çıkmanın gururunu) yaşıyordu, tkisi de hayata yeniden başlamışlardı adeta. Hasret, öyle birkaç dakikayla giderilecek türde bir hasret değildi. Bunun doktorlar da farkındaydılar. Ama Sırn Bey'in daha fazla
i
yorulmaması gerekiyordu. Bir saatlik hasret gidermeden sonra doktorların haklı ikazıyla ayrılmak zorunda kaldı Cihan. En kısa zamanda tekrar gelmek üzere hastaneden ayrıldı.
Bu kez istikametleri Çengelköy Talimhane mezarlığıydı. Cihan adına yaptırılan sembolik mezarı ziyaret edeceklerdi. Direksiyonunda olduğu araba Talimhane yokuşunu tırmanırken, Cihan kendi mezanna çiçek koyacak, ziyaret edecek belki ilk insan olduğunu düşünüyordu.
Sırn bey'in aile mezarlığı olan ve şu an Sırrı beyin hanımı Rabia hanımın mezarı bulunan yere geldiler. Cihan adına yapılan mezarın taşında ismi ve "O diridir" yazısı vardı. Cihan kendi mezanna bir demet karanfil bıraktı. Boyaya batırdığı fırçayla "O diridir" yazısının üzerine kalın bir çizgi çekip, "O gerçekten diri, ölmedi" yazdı. Altına da "Sana öldü diyecekler, sakın inanma yalan!.." mısraını yazdı. "Kendi ruhuma bir fatiha okuyayım" diye espri yaparak, Rabia hanım ve tüm mevtalar için Yasin ve fatiha okudu.
*    *    *
Aradan bir ay geçmişti. Sırn bey hastaneden çıkmış ve hızla iyileşiyordu. Cihan'ın öldü sanılırken çıkıp gelmesi, işlerin başına geçmesi Sırrı beye, muazzam bir güç ve moral kaynağı olmuştu.
Sırn beyin uzun zamandır hastalığı sebebiyle işlerle ilgile-nememesi, Cihan'ın altı ay tutukluluk, ardından yirmi ay Agfa-nistan'a gidip işleri bırakması, şirketin önemli bazı adamlarının işten ayrılması gibi sebeplerle şirketlerin durumu iyi değildi. Aşılması gereken önemli bir finansman darboğazındaydı.
Cihan bu durumda döner dönmez kendini işlerin içinde buldu. Bu sıkıntıları aşmayı bir mecburiyet, Sırrı beye ve içinde yetiştiği, desteğiyle okuduğu bu şirketlere karşı bir vefa borcu kabul ediyordu.
Sırn bey tüm yetkiyi devredip, işleri tamamen ona bırak-
304
305
mıştı. Zaten çalışmaya sağlığı da elvermiyordu, çalışmak da istemiyordu artık.
Cihan ilk iş olarak Sırrı beyin de rızası ve onayını alarak iki yeni şirket kurdu. Bunların biri yine inşaat şirketiydi. Akın İnşaat. Diğeri ise, uzun zamandır planladığı, tutuklanmadan önce fizibilitesini yaptınp projelendirdiği, temel atma aşamasına gelmiş olan, su şişeleme tesisleri için kurduğu İksir Su Aş. idi. Mevcut şirketlerin bazılarını tasfiye etti ya da hisselerini formaliteden satın alarak yeni şirketlere kattı. Böylelikle, yapılanma itibariyle önemli bir adım atmış oldu.
Ayrılan eski elemanları yeniden şirkete geri getirdi. İşinin ehli yeni elemanlarla ekibini zenginleştirdi. Bazılarına cüz'i hisseler ya da kârdan pirim gibi değişik sistemlerle, şirketle bü-tünleştirdi. Atıl durumdaki bazı gayrimenkulleri satarak finansman sıkıntısını önemli ölçüde giderdi. Yeni şirketleri, taksimdeki eski işmerkezi yerine Mecidiyeköy'de, yine Sırrı beye ait yeni işmerkezine yerleştirdi. Diğer bazı yeni tedbirlerle işleri kısa sürede yoluna koydu. Kurduğu şirketler ve ileride kurmayı planladığı şirketler için Alternatif Şirketler Grubu'nu oluşturdu.
Hedefi durumu kurtarmak değil, işleri geliştirip büyütmek, yeni sahalara açılmak, yatırım yaparak atılım gerçekleştirmekti. Bunun için kurduğu bir ekibi fizibilite ve finansman araştırması için görevlendirdi. Hızlı başlamıştı ve büyük düşünüyordu.
Finans sağlamak için kredi almak gibi bir düşüncesi yoktu. Zengin bir yabancı sermaye ile ortaklık düşünüyordu. Bu muhtemelen, iş ortaklığı yerine kar zarar ortaklığı olacaktı. Bunun için ideal biri vardı aslında. Afganistan'da aylarca omuz omuza savaşıp herşeylerini paylaştıkları, Cihan gibi kendisi de cihada JJ koşan sonra da kolu kopması üzerine ülkesine geri dönmek zo-ruhda kalan Birleşik Arap Emirliklerinden Abdülvahhab.
Abdülvahhab çok zengin bir petrol şeyhinin oğluydu. Babası
üzerinde de oldukça etkiye sahipti. Afganistan'dayken arapça , bilmesi sebebiyle Cihan'la çok yakın ve samimi olmuşlardı. Sık sık şehid olmayıp geri dönebilirlerse ortak ticaret yapmak konusunda konuşup tartışıyorlardı. O zamanki şakadan teklif işte şimdi ciddi olarak bir alternatifti.
Cihan, Abdülvahhab'ı arayıp teklifini iletti ve olumlu cevap aldı. Cihan, Birleşik Arap Emirlikleri'ne gitmeyi teklif etti Ab-dülvahhab'a, ama o İstanbul'a gelmek istiyordu. Hem ticaret hem ziyaretti amacı. Bu karara vardıktan sonra randevulaşıp programlarını yaptılar. En kısa zamanda buluşup konuşacaklardı.
Ortaklık için Abdülvahhab'ı seçmesinin, zengin olmasından öte çok daha önemli sebepleri vardı. Bir kere, oldukça samimiydiler ve birbirlerini, dostluğun en kalıcı olduğu atmosferde tanımış, birbirlerine tenlerini siper etmişlerdi. Kolu koptuğu baskında Abdülvahhab'ı, ölümü göze alıp Cihan taşımıştı cephe gerisine.
Cihan hem inşaat işinde hem de su işinde Ortadoğu'ya, Arap ülkelerine açılmayı planlıyordu ve çok müsait bir potansiyel olduğu kesindi bu ülkelerde bu iki saha için. Bu durumda bir Arap ortağının olması iyi bir referans da olurdu, işlerini kolaylaştırırdı. İnşaat ihalelerini almada, su işini pazarlamada ve daha birçok sahada Arap bir ortak idealdi. Bunun için de Ab-dülvahhab'dan ideali olamazdı Cihan için.
306
307
"Hüznün en anlamlısı taşınır içimize Yaşamak bu acıyı duymakla başlar"
26.
Karanlık, istanbul'un omuzlarına yavaş yavaş çöktü. Flor-yada, deniz manzaralı dublex dairenin önce salondaki ışıkları, ardından üst katın denize bakan odalarının birinin ışığı yandı. Koyu renk perdeler evin içiyle dışı arasına kalın bir çizgi çekti. Denize bakan, ama kalın perdelerin araya çektiği çizgiden dolayı göremeyen, üst kattaki geniş odada, kütüphanenin önündeki masanın başında, başını ellerinin arasına almış, dalgın dalgın düşünen, güzel, alımlı, odanın içinde bile pürtesettür dolaşan genç kız oldukça sıkıntılıydı. Önünde siyah cilt kapaklı açık duran bir kitap ve gelişigüzel atılmış bir mektup zarfıyla, kağıdının beyaz rengi sarıya bulanmış eski bir mektup var. Mektubun üzerindeki tarih 1970. Tam onaltı yıl öncesine ait. Genç kız, dolu dolu yaşlı gözlerle kimbilir kaçyüzüncü kez bu mektubu okumuştu.
—"Canan... Kızım!.."
Salondan Hamdi bey sesleniyor. Yanında büyüdüğü, yıllardır baba bildiği, artık iyiden iyiye çökmüş, bir zamanların bilinen hukukçulanndan Hamdi bey. îki yıl önce kısmi felç geçirmiş, tekerlekli sandalyeye mahkum yaşayan, babacan, sevimli, Canan için gerçek bir baba. Ama gerçekte babası değil. Yine iki yıl önce çok sevdiği eşi Fatma hanımı kaybetmiş. Felç geçirmesi de bu sebebe bağlanmış. Şimdi onu hayata bağlayan tek şey, Canan'dı.
—"Canan... Kızım!.."
308
Canan mektubu bırakıp merdivenlerden inerken, su istiyor 1 olmalı, diye düşündü. Müşfik bir sesle cevap verdi: —"Efendim babacığım!"
Canan, baba bildiği Hamdi bey'in gerçekte babası olmadığını iki yıldır biliyordu. Bu sırrı masanın üzerine bıraktığı mektuptan öğrenmişti. Mektup çok eski idi. Mektubu Canan'm evlatlık verilmesine vesile olan bir öğretmenin yazdığı, mektubun sonundaki imzadan anlaşılıyordu. Canan bu mektubu iki yıl önce, ödev hazırlamak için kütüphaneden aldığı bir kitabın arasından bulmuş, mektubu merak edip okumasıyla da tüm dünyası, tüm benliği altüst olmuştu. Gönül sarayı harabeye dönmüş, benliği bir okyanus gibi çalkalanmış, med vaktinin yükselen sulan, o günden beri gözlerinden iri taneler halinde cezir vaktine yuvarlanıyordu. Kalbine bıçak gibi saplanan kelimelerin üzerinde tek tek durarak, düşünerek defalarca okumuştu bu mektubu.
"Azap çekiyorum" diyordu mektupta öğretmen. "Vicdan azabı... Kızı size vereli uykularım kaçıyor. Bir yıl sonra, Canan'm köyden kaçan abisi çıkageldi. Köye döndüğünde olanları öğrenmiş, Canan'ı benim evlatlık verdiğimi söylemişler ona. Adresimi bulmuş bana geldi. Ona sizin yerinizi söylemedim. Zaten onüç yaşında bir çocuk. Canan'ı bulsa ne yapacak. Kendine mi baksın Canan'a mı?" diyordu. "Cihan" diyordu mektubun bir yerinde abisinin adına. "Çok zeki bir çocuk. İki yıl evvel okumak için kaçmıştı köyden. Evlerinin yanıp babasıyla annesinin öldüğünde nerede olduğunu kimse bilmiyordu" diyordu.
Mektuptan öğrendikleri, ailesinin akibeti perişan etmişti onu. Demek Hamdi bey'in öz kızı değildi. Evlatlık edinilmişti. Bir abisi vardı hayatta. Mektubun yazıldığı tarihte onüç yaşında olduğuna göre şimdi'yirmidokuz yaşında olmalıydı. Peki şimdi nerelerdeydi? Okumak için evden kaçtığı yazılıydı mektupta. Peki, bütün bu olup bitenlerden sonra okuyabilmiş miydi? Niçin kendisini arayıp bulmamıştı? Acaba unutmuş muydu? Yaşıyor
309
muydu? Gencecik olmalıydı henüz.
İki yıldır bu düşüncelerle yatıp kalkıyor, bu duygularla yaşıyordu. Beynine bir sivri kıymık gibi batıp benliğini altüst eden, cevabını bulamadığı sorular, kafasının içinde kocaman bir ur olmuştu adeta. Hamdi beye sorup öğrenmeliydi artık herşeyi. Acaba anlatır mıydı? Doğruyu söyler miydi?
Herşey, bütün sıkıntılar üst üste gelmiş, aileyi öylesine sarmıştı ki, Canan benliğini kemiren bu soruları soracak ortamı, fırsatı ve de kendinde bu cesareti bulamamıştı. Mektubu bulduktan kısa bir süre sonra, henüz ne yapması gerektiğine karar vermeden ansızın, anne bildiği Fatma hanım vefat etmiş, ardından Hamdi bey felç geçirip, tekerlekli sandalyeye mahkum olmuştu.
Bütün bunlar, hakkındaki gerçeği Hamdi beye sorup öğrenmesine engel olmuştu. Hamdi beyin bakışlarında, mektupta öğretmenin yazdığı türde sıkıntıları, vicdan azabını kaç kez yakalamıştı kendisine bakarken. Bu bakışlardaki ifadeden, kendi hakkındaki gerçeği bilmesini Hamdi beyin de istediği neticesini çıkarıyordu. Bu kanaati, sormak istediklerini sormaya fırsat olarak değerlendiriyordu ama henüz buna cesaret edememişti. Ama bu akşam bu cesareti kendinde buluyordu ve artık soracaktı. Elinde bir bardak suyla Hamdi beyin ilaçlarını getirirken artık bu kararlılıktaydı. Hamdi beyi kanepeye uzatıp, arkasını yastıkla besleyerek doğrulttu, ilacını verip su içirdi. Hamdi bey memnun ve müteşekkir bir edayla gözlerinin içine baktı.
—'Sağol kızım. Allah gönlündeki muradını versin." Canan bu samimi duaya, aynı samimiyetle "Amin" dedi.
Açık duran pencereden ılık bir nefes gibi salona dolan rüzgar perdeyi, aşkını ilan eden aşık kalbi gibi titretiyordu. Ca-nan'ın bakışları, kanepede uzanan Hamdi beyin anlındaki derin çizgilerden, titreyen perdelere kaydı. Perdenin koyu yeşil zemininde eridi, ta uzaklara onbeş yıl öncesine saplanıp kaldı.
310
Hayal dünyasında 1971 yılını yaşıyordu şimdi. Hafızasında gri bir mutluluk, çocukça bir güzellik kalmıştı o günlerden. Altı yaşında, yumurcak, şirin bir kız olarak ilkokula başlaması, beşinci sınıfa giderken ansızın oturdukları muhiti değiştirmeleri, ardından İstanbul'a taşınmaları...Sık sık muhit değiştirip, önce Baltalimanı, Beylerbeyi, ardından dörtyıl önce bu daireyi alıp buraya taşınmaları, aynı yıl üniversiteyi kazanıp, yeni bir hayata başlaması, hakkındaki gerçeği öğrenmeden birkaç ay evvel, okuduğu kitapların ve yeni arkadaşlarının da tesiriyle tesettüre uygun giyinmeye başlaması, tüm yaşadıkları, perdenin yeşil zemininde canlanıp, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden aktı. Gidip pencereden dışarıyı seyretti. Ürperen yakamozların sudaki seromonisine, renk cümbüşü halinde suyun derinliklerine doğru uzayıp gitmelerine, titreşen pırıltılarına baktı. —"Canan, kızım.!"
İrkildi. Boş gözlerle Hamdi beye bakîî. Hamdi beyin gözlerinde sönük bir ateşin son kıvılcımları gibi fersiz, ama soran bakışlar oynaşıyordu. Belli ki, Canan'm beyninde, cevap bulamadığı soruların, çözemediği düğümlerin farkındaydı.
—"Birşey mi var baba? "
Sesi boğuk çıkmıştı. Uykudan uyanmış gibiydi. Daldığı hayallerden koparılmıştı. Hamdi beyin soran bakışlarından kaçırdı bakışlarını. Hamdi bey, uzun zamandır farkında olduğu, Ca-nan'daki dalgınlığın sebebini öğrenmek istiyordu.
—"Son günlerde dalıp gidiyorsun. Bir derdin mi var?" Canan bakışlarım yakamozlardan alıp Hamdi beyin gözlerinin içine demirledi. Bakışlarındaki endişeli pırıltılar yerini yavaş yavaş kararlı bir canlılığa bıraktı.
—"Babacığım!.."
Yutkundu. Kalbi, üzerine ok çekilmiş ceylan gib titredi. Amansız bir kararsızlık yeniden bakışlarından başlayarak tüm benliğini sardı. Titriyordu. Yeniden garip bir tereddüte yenik
311
düştü. Bir süre bocaladıktan sonra, herşeyi sorup öğrenmesi için bunun bir fırsat olduğunu düşünerek, bakışlarını yeniden Hamdi beye çevirdi.
—"Baba sana birşey sormak istiyorum."
Kelimeler boşluğa düşen kaya kütlesi gibi yuvarlanmıştı dudaklarından. Artık geri dönülmesi imkansız bir noktadaydı.
—"Dinliyorum."
—"Ama bana doğru söylemeni istiyorum."
—"Kızım sana ne zaman doğru söylemedim ki?"
—"Bu konu başka. Bu konuda ben sormadıysam da doğruyu gizlediniz benden."
—"Hangi konuda?"
Hamdi bey aslında konuyu anlamış, şaşırmıştı. Canan bunu nereden öğrenmişti. Canan bir iki yutkunduktan sonra kararlı bir ses tonuyla sordu sorusunu:
—"Ben kimim??"
—"O ne biçim soru öyle kızım? Sen bizim biricik kızımızsın."
—"Hayır babacığım...Gerçeği biliyorum. Bunu senden de duymak ve kim olduğumu öğrenmek istiyorum. Ben sizin kızınız değilim. Bir öğretmen vasıtasıyla evlat edendiniz beni."
Hamdi bey donup kalmıştı. Gözlerinde fersiz titreşen kıvılcımlar sönmüş, yerini endişeli bir derinlik kaplamıştı. Az önce aldığı sinir hapından, ya da çoktandır bu soruya kendini hazırladığından, sakindi. Ama kalbinin amansız bir fırtınaya yakalanmış gibi sarsıldığı gözden kaçmıyordu.
—"Bütün bunları nereden öğrendin kızım?"
Canan iki yıldır benliğinde biriktirdiği sıkıntıyı atmış, artık kördüğüme dönen soruyu sorup rahatlamıştı. Artık Hamdi beyin anlatacaklarının heyecanıydı kalbindeki.
—"Bunu iki senedir biliyorum babacığım. Bakın size baba
312
diyorum. Ne olursa olsun babamsınız, baba bildim sizi. Bilmek istediğim, kim olduğum, hakkımdaki gerçek. Beni lütfen yanlış anlama."
Hamdi bey acı acı gülümsedi. Alnında soğuk terler birikmişti. Hayatta Canan'dan başka kimsesi yoktu. O da bir kuş gibi avuçlarından uçup gitmek üzere miydi?
Bugüne kadar herşeyi gizlemeyi başarmışlardı. Şimdiyse Canan karşısına dikilip kim olduğunu soruyordu. Hakkı da vardı. Madem ki kızları olmadığını öğrenmişti, kim olduğunu da bilmeliydi.
İkisi de üşüdüklerini hissettiler. Hava birdenbire soğumuştu. Ya da onlara öyle gelmişti. Açık duran pencereden içeriye yatsı ezanı en içten, en samimi namelerle süzülüyordu. Ezan bitince Canan gidip pencereyi kapattı. Geçip, Hamdi beyin başucundaki koltuğa oturdu. Bakışları dinliyorum, der gibiydi.
Hamdi bey derin bir nefes tazeledikten sonra Canan'ın göz-bebeklerine sabitleştirdiği bakışlarını duvarda asılı duran eski bir tabloya çevirerek yavaş yavaş konuşmaya başladı.
—"Dinle kızım...Artık büyüdün. Hakkındaki gerçeği bilmek hakkın. Herşeyi sana anlatmanın zamanı geldi."
Sustu. Geçmişi zihninde yeniden yaşıyor gibiydi. Olayları kafasında toparladıktan sonra yeniden anlatmaya başladı.
—"İ969 yılıydı. Biz artık çocuk sahibi olmaktan ümit kesmiş, evlat edinmek istiyorduk. Bu düşüncemizi bir iki yakın dostumuza da iletmiş, yardımcı olmalarını istemiştik. Bunlardan biri de Kemal'di. Kemal , lise yıllarından ankadaşım, sizin köyün de öğretmeniydi. Birgün beni arayıp senden bahsetti.
"Sakat bir babanla, evin tüm işlerini yapmak zorunda olan annen, senden dokuz yaş büyük bir de abin varmış. Sen iki yaşındayken, abin okumak için evden kaçmış. Herhalde ailen okumasına karşı çıkıyormuş. Sık sık mektup yazıyormuş, kendi durumu hakkında malumat veriyormuş ama adres yazmıyormuş
313
mektuplara. Zarfin üzerindeki postane damgası da hep değişik postanelere ait oluyormuş. İzini kaybettirmiş anlayacağın. Aransa bulması zor olmazdı, ilgilenen olmamış.
"Birgün annen seni teyzene bırakıp tarlaya gitmiş. İşte, ne olmuşsa o gün olmuş. Evde yangın çıkmış. Baban içerdeymiş. Yangını haber alan annen, babanı kurtarak için yanan eve dalmış. Bu arada ev çökünce ikisi de yanarak ölmüşler. Senin evde olmaman kurtulmanı, bugünlere gelmeni sağlamış.
"Sen kimsesiz ortada kalınca, Kemal öğretmenin aklına biz gelmişiz. Bize durumu haber verdi, gidip baktık. Nasip de böy-leymiş, evlat edindik seni. Sen de takdir edersin ki, bütün bunları bilmemen daha doğruydu ve biz bugüne dek bu gerçeği bu sebeple senden gizledik."
Canan son cümleleri duymamıştı bile. Ellerini yüzüne kapamış hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bunlar aşağı yukarı mektupta okuduğu şeylerdi ama korkunçtu. Acaba abisi ne olmuştu? Şimdi nerelerdeydi? Köye gitse birşeyler öğrenebilir miydi? Beyni zonkluyordu adeta. Hamdi bey onu teselli etmek için başını okşuyordu. Hamdi beyi çok seviyordi ama şu an sevmesi mi, nefret mi etmesi gerektiğine karar veremiyordu. Ama ne de olsa kendisine kol kanat gerip anne baba olmuş, hiç tadamayacağı aile sevgi ve şefkatini, öz evlatları gibi tattırmış bu aileye, ölmüş Fatma hanıma haksızlık olurdu sevmemek. Nefrete asla hakkı yoktu.
Lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Biraz ferahlamıştı. Hamdi beye de su getirdi. Hamdi bey, Canan'ın bütün bu gerçekleri nereden öğrendiğini merak ediyordu, sordu.
—"Kütüphanedeki kitapların arasından bulduğum bir mektuptan öğrendim. Ödev hazırlıyordum o kitaptan. İki senedir de bu gerçekle yaşıyorum. Sormaya çekindim bugüne dek."
—"Kemal öğretmen yazmıştı o mektubu. Sonradan bu durum onu rahatsız etmişti. Abin gelip onu bulmuş, seni sormuş. Ona, kendisinin de bizi pek tanımadığını, adresimizi bilmediği-
314
ni söylemiş. Abin inanmamış ama çaresiz bu iddiayı kabul etmiş. Abin de bir çocuktu o zamanlar. Bu sebepten vermemiş adresimizi. Sana rnı bakacaktı kendine mi? Sonra birkaç kez izimizi bulduğunu farkettik. O zaman da artık geri dönüşü yoktu bu durumun. Taşınarak izimizi kaybettirdik. Ama şimdi herşeyi öğrendiğine göre, imtihanların bitsin, aratıp, buldururuz abini."
Canan zor durumdaydı. Hemen arayıp abisini bulmak istiyordu. Ama imtihanları vardı. Bu yıl son senesiydi. Başında derslerden daha da büyük dertler vardı. Bir aydan fazla zamandır başlarına musallat edilen, adı türbana çıkartılmış başörtüsü yasağı yüzünden derslere alınmıyorlardı. İmtihanlara giremiyorlar, disiplin cezası, okuldan uzaklaştırma cezası gibi baskılar, hatta okuldan atılmakla yüzyüzeydiler. Bütün bu hengamede bir de bu durum fena sarsmıştı onu.
* * *
Başörtüsü meselesi hâlâ tüm sıcaklığıyla gündemdeydi. Ramazan ayı olmasına rağmen yasakta bir yumuşama yoktu. Normal yollardan bu meseleye çözüm bulamayan ve bir taraftan idarenin baskısı, okuldan kayıtlarını silme tehdidi, diğer taraftan ailesinin, "okulunu bitirinceye kadar başını açıver" gibi baskılar kız öğrencileri iyice bunaltmıştı. Bu durumda son çare olarak bu kız öğrencilerin bir bölümü üniversite kapısında oturma eylemi ve açlık grevine başlamışlar, bir başka grup da çeşitli demokratik kurum ve kuruluşları, basın ve hukuk kuruluşlarını ziyaret ederek destek arayışındaydılar. Canan da bu ikinci grubun içindeydi.
Bir yandan okuldaki bu sıkıntılar, diğer taraftan ailevi meseleler onu da içinden çıkılmaz bir girdaba sürüklemişti. Son sınıftaydı ve bu yasak olmasa bu yıl mezun olacaktı. Ama şimdi bu aşamada; "ya okulun, ya inancın" gibi korkunç bir ikilem ve baskıyla karşı karşıyaydı.
Canı fena halde sıkılmış, bunalımlı bir ruh haliyle evden çıktı. Otobüsle giderse, buluşacakları saatte üniversite kapısın-
315
da olamayacağım düşünüp arkadaşlarını bekletmemek için bir taksiye binerek gitmeyi tercih etti
Beyazıt'a geldiğinde taksiden indi. Doğruca arkada şiarının yanına gitti. Bugün de bazı kuruluşları ziyaret etmeye devam edeceklerdi. Önce açlık grevi yapan arkadaşlarıyla bir süre konuştular. Davalanna ve imza kampanyalarına destek büyüktü. Bu son derece sevindiriciydi. Başı açık arkadaşları ve halktan hatta turistlerden gelen destek oldukça sevindiriyordu onları. Turistler meseleyi merak edip soruyorlar, İngilizce bilen kız öğrencilerin durumu izah etmesiyle de böyle bir yasağın olmasına şaşırıyor, imza kampanyasına onlar da katılıyorlardı. Elin Avrupalısına karşı bu duruma düşmek, kendi meselesi için yabancıların desteğiyle karşılaşmak üzmüyor da değildi onlan, sanki bu ülkenin yabancısıydılar.
Bir müddet sonra dört kişilik bir grup bazı destek arayışı ziyaretleri için oradan ayrıldılar. Programları gereği üniversite civarından önce hukukçuları ziyarete başladılar.
Üçüncü ziyaret ettikleri, Kimya fakültesinin karşısında bir hukukçuydu. İş merkezinin üçüncü katında iyi dekore edimiş genişçe bir büroydu burası. İçerde saçları iyiden iyiye beyazlamış biri ve pencere kenarındaki koltukda daha genç bir misafiri oturuyordu. Dışarda tabelası asılı olan avukat Selim bey, yaşlıca olanıydı.
Selim bey kapıdaki tesettürlü kızları içeriye buyur etti. Meselelerinin yabancısı değildi. Yine de usul gereği meselenin ne olduğunu sordu. Grup adına uzun boylu, esmer olanı konuşmaya başladı. Bu Canan'dı.
—"Avukat bey. Biz inandığı gibi yaşamak ve giyinmek, bu kimlik ve kıyafetimizle okumak isteyen üniversite talebeleriyiz.
"Sizin de bildiğiniz gibi son günlerde başörtüsü düşmanlığı had safhada. İşe çağdaşlık kılıfı giydirip, üniversite kapılarını; yüzümüze kapadılar. Hiç birimizi derslere, imtihanlara almı-ı yorlar. Birçok arkadaşımız disiplin cezasıyla okuldan uzaklaşta-
316
nlmak hatta kaydı silinmek tehlike ve tehdidiyle karşı karşıya. Üstelik çoğumuzun bu yıl son senesi. Bunca emek ve gayretimiz, böylesi komik bir bahaneyle yok edilmek isteniyor..
"Biz de bu durumda kanuni yollarla hakkımızı aramaya karar verdik. Bir grup arkadaşımız açlık grevinde. Mesele bu boyuta geldi. Biz de sizleri ziyaret ederek bu meselede bizlere destek olmanızı rica etmek için sizi rahatsız ettik. Bizi anlıyorsu-nuzdur umarız. Desteğinize ihtiyacımız var."
Selim bey, genç kızın sözünü hiç kesmeden dikkatle dinledi. Üzülmüştü. Bu sırada pencere kenarındaki koltukta oturan ve baştan beri sıkıntılı bir şekilde önündeki katalogla ilgileniyor gözükmesine rağmen, genç kızı dinleyen misafir sıkıntılı bir of çekerek başını katalogdan kaldırdı. Anlaşılan canı fena halde sıkılmıştı. Selim bey, duraklayıp bu genç adama bakü ve ardından üzüntülü bir ses tonuyla konuştu:
—"Hanım kızlarım. Sizi çok iyi anlıyorum. Maalesef her fırsatta demokrasiden ve hukuk devleti olduğumuzdan dem vuranlar şimdi düpedüz hukuk cinayeti işliyorlar. Yıllarca müslü-manlar kızlarını okutmuyorlar, diye bizimle alay ettiler, hakaret ettiler. İşte okutuyoruz dedik. Bu sefer kıyafetini bizim keyfimize göre değiştireceksin. Bizim istediğimiz kılığa gireceksin. Değilse okuyamazsın diye tutturdular. Buna bir de, bu kızlar kötü niyetli örtünüyorlarmış, maksadlan başkaymış, örtü sem-bolmüş, illegal kuruluşlardan para alıyorlarmış gibi saçma sapan ve aptalca mazeretler uydurmya çalışıyorlar. Böyle birşey olsa bile bu polisiye bir vakadır. Devletin yetkili kuruluşları bu durumu araştırıp, gereken neyse yapsınlar. Böyle bir durum bile olsa, toptan bir yasağın mantığı ve geçerliliği savunulamaz. Bunun adını ne koyacağımı bilemiyorum.
—"Demokratlar, demokrasi putunu yediler. Adını böyle koyabilirsin Selim bey." Konuşan, baştan beri hep susan, önündeki katalogla meşgul gözüken misafirdi. Selim bey, bu misafirini işaret ederek, sürdürdü konuşmasını.
317
—"Ben sizin bu meselenizde elimden gelini yaparım. Bu bizim de meselemiz. Bu arada Cihan bey kardeşimiz de bu meseleyle ilgilenir. Hem size benden daha çok faydalı olur. Kendisi bu davanın çilesini çok çekti. Genç olmasına rağmen çok da iyi bir hukukçudur. Savunduğunuz değerler adına hapis yattı. Gençtir ama size yardımcı olur. Değil mi Cihan bey?.."
Kızlar dikkatlerini Cihan'a çevirmişlerdi. Hakikaten epey çile çekmiş birine benziyordu. Saçlarına ak düşmüş, alnındaki çizgiler belirginleşmişti. Gözlerindeki anlamlı bakışlar alabildiğine yorgun ve durgundu. Çilenin olgunluğu ve yetişmişliği her halinden okunuyordu.
—"Selim bey iltifat ettiler .Anlattığı gibi pek öyle yetenekli bir hukukçu olduğumu sanmıyorum. Ama bu davanın çilesini epey çektim. Şuanda bu mesele beni çok üzüyor. Sizin için yapabileceğim herşeyi yapmaya hazırım. Eski bir gazeteci ve hukukçu olarak en azından bu konuda iyi bir referans teşkil edeceğimi sanıyorum. Bu sadece sizin değil, hepimizin meselesi."
Bakışları Canan'ın üzerine gelince kilitlenip kaldı. Gözlerinde garip pırıltılar oynaştı. Yüzündeki ifade değişti. Canan, Ci-han'ın ısrarla kendisine bakmasından mahcup olmuş, bakışlarını yere indirmişti. Cihan'ın Canan'da birşeyler bulduğu belliydi. Yüzünü ter basmıştı. Cebinden beyaz bir mendil çıkanp terini sildi.
—"Bacım isminizi öğrenebilir miyim?"
Canan iyice mahcup olmuş, utanmıştı.
—"Canan, efendim!..."
—"Canan, bana biraz kendinizden bahseder misiniz?"
—"Bunu neden istediğinizi anlayabilmiş değilim."
—"Beni yanlış anlamayın. Sizi birine benzettim."
Canan heyecanlanmıştı. Acaba bu adam abisi miydi?
—"İsmim Canan Aslıgil efendim. Babam da bir hukukçuy-
318
du. Hamdi Aslıgil."
Cihan'ın maksadını anladığı için kim olduğunun farkında olduğunu ima etmek istedi. Bunu ne şekilde yapacağını kestire-bilmek için bir an durakladı.
—"Daha doğrusu daha düne kadar babam zannettiğim insan..."
Cihan artık herşeyden emindi. Canan'ın da durumunun farkında olduğunu görüp sevindi. Yoksa durumu izah edemeyebi-lirdi. Canan'ın da gözlerindeki heyecanı hissedip bir soru daha sordu:
—"Cihan isminde bir abiniz var mı?"
—"Yoksa!?. Yoksa siz!!!"
—"Evet Canan, Cihan benim. Abin."
Canan üzerindeki şoku atar amaz Cihan'm boynuna sarıldı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
—"Abu.. AbiciğimL Allahım! Rüya görmüyorum değil mi?!! Sensin değil mi?"
—"Benim Canan, benim canım. Korkma rüya görmüyorsun."
Cihan soğukkanlıydı. Sanki yılllardır kızkardeşini arayan, beklemediği bir anda onunla karşılaşan o değildi. Onun bu hali bilinirdi. Ne acısını ne sevincini başkasına pek belli etmezdi o. Onun şuanki hali belki Canan için, diğer kızlar için yadırganacak bir durumdu ama onu iyi tanıyan Selim bey, şaşırmamıştı. Canan'a kavuşmanın heyecanıyla o da kuşlar gibiydi şimdi. Canan'ın, bağrına yaslanmış ağlayan başını şefkatle okşuyordu.
—"Yıllardır her yerde seni aradım. Çalmadığım kapı, başvurmadığım çare kalmadı. Şimdiyse ummadığım bir anda tak-I     dir-i İlahi seni karşıma çıkardı. Şükürler olsun!"
Bu heyecan hepsine asıl meselelerini unutturmuştu. Bunu ilk hatırlayan yine Cihan oldu.
319
—"Canan, sizin bugünkü programınız aksamasın. Hadi beraberce gidelim, götüreyim sizi gideceğiniz yerlere. Hem arabamla gideriz, hem de sizin için yapabileceklerimi yapmaya şimdiden başlarım."
Selim bey ve Canan, herkes Cihan'ın Canan'ı bu kadar yıl ayrılıktan sonra, iki yaşından beri görmediği halde nasıl tanıdığını merak ediyordu. Cihan, Canan'n sol kaşının üstündeki benden tanıdığını söyledi. Cebinden çıkardığı siyah-beyaz bir fotoğraf da Canan'a aitti. Orada da bu ben dikkat çekiyordu. Bu benin annelerinde de olduğunu söyledi. Cihan'ın anne ve babasının da fotoğrafı vardı ama yanında değildi söylediğine göre.
* *
Vakit ikindiyi epey geçmişti. Cihan, birkaç yere beraber uğradıktan sonra diğer üç kızı Beyazıt meydanında bırakmıştı. Laleli'nin Aksaray çıkışından Saraçhane yönüne girerek, Meci-diyeköy'de bulunan işyerine yöneldi. Sabahtan beri işyerine uğramamıştı. Gerçi biriki kez telefon etmiş, önemli bir durum olup olmadığını sormuştu. Ayrıca bugün önemli bir programı da yoktu. Herşeye rağmen akşam olmadan işyerine uğrayıp vaziyeti gözden geçirmek istiyordu.
Güneş batı ufkuna çekildikçe küçülüyor, zeminle arasındaki mesafe gitgide kısalıyordu. Güneş yere yaklaştıkça da yorgunla-şıyor ama arabanın ön camından yakıcı bir kor parçası gibi Cihan'ın alnına vuruyor, gözlerinin içine doluyordu. Cihan arabanın ön camındaki siperliği indirerek gözüne vuran güneşi engellemeye çalıştı.
Alnında kocaman ter damlacıkları birikmişti. Beyni tüm benliğini çatlatırcasına zonkluyordu. Olaylar ne kadar da umulmadık şekilde gelişiyordu. Yıllardır donmuş, bir buz kütlesi gibi şakaklarında zonklayan zaman adeta şaha kalkmıştı. Lokman suresinin son ayetindeki 'Tarın ne kazanacağını...Nerede öleceğini kimse bilemez" ifadesini hatırladı. Dikiz aynasından, yıllardır hasretiyle kavrulduğu, saman yığınında iğne ararcasına
320
aradığı, hiç beklemediği bir anda ise Takdir-i İlahi'nin karşısına çıkarıp kavuşturduğu kızkardeşine baktı, îri siyah gözleri, uzun kıvrım kıvrım gür kirpikleri, al al yanakları, biçimli yüz hatları ve çenesi, endamı ve çiçek gibi örtüsüyle ne kadar da güzeldi.
Aynadan kendi yüzüne baktı. İnanılması güç, garip bir sükuneti yaşıyordu. Yıllardır çektiği, yüreğinde yığın yığın biriktirdiği acılar onu bu hale getirmişti. Korkunç bir soğukkanlılık, adeta tepkisizlik vardı kişiliğinde. Aslında tepkisiz değildi. Acısını sinesine çekmeyi öğrenmişti yıllardır. Gözleri ikindi vaktinin gökyüzü derinliği, duha vakitlerinin denizde ufuk enginliğinden daha manalı bir ifadeye sahipti. Bütün dert ve sıkıntılarının dünyaya açıldığı yegane pencereydi onlar.
Trafik can sıkıcı bir yavaşlık ve sıkışıklıktla seyrediyordu. İstanbul'un trafiği bellidir zaten. İnsana işkence için yeter de artar bile. Asrın en çağdaş ve çok boyutlu işkencesi. Güneş altında bitkin ve yorgun ilerleyen deve katarları daha seriydiler bu trafik seyrinden.
Cihan araba kullanırken, alışılmışın dışında pek az konuşurdu. Onun, açıldı mı susmak bilmeyen çenesini bilenler hayret ederdi bu duruma. Gerçi laubalilik ve gevezelik yapmazdı, boş konuşmazdı ama pek susmazdı da sair zamanlarda. Suskunluğunu direksiyon başına saklardı sanki. Yine öyle yapıyordu. Susuyor, yıllardır hasretini çektiği kızkardeşiyle de pek fazla konuşmuyordu. Gözlerini önündeki sıkışık trafiğe kenetlemiş, benliğini saran fırtına öncesi sessizliğini andıran garip sükunetle, bir an önce mesafeleri tüketip yolun işyeri önünde noktalanması için canatıyordu. Dolaşık yumak gibi önünde kıvranan trafiğe bakıp, sabırsız bir ifadeyle of çekiyordu. Bu saatte, bu sıcakta da trafik çekilmiyordu. Kızkardeşi konuşsun istiyordu. Birşeyler anlatsın, içinde biriken hasreti gidersin istiyordu.
—"Konuşsana Canan. Yıllar sonra abine anlatacak birşeyin yok mu?"
Canan, daha dayanılmaz, kavurucu bir heyecan dalgasıyla
321
boğuşuyordu. Sevgi yağmuru gibi sıcacık bir muhabbetle Ci-han'ın boynuna sarıldı.
—"İki yıl öncesine kadar bütün bunlardan tamamen habersizdim" diye söze başladı Canan. "Bir ödev hazırlamak için kü-, tüphanedeki kitapları karıştırırken birinin arasında bir mektup buldum. Kadınları bilirsin, biraz meraklıdırlar. Merakımı yene-meyip mektubu okudum. Okumakla da dünyam karardı, bütün benliğim altüst oldu. Onaltı yıl önce yazılmış bir mektuptu. Kemal isminde bir öğretmenden geliyordu."
—"Kemal öğretmen!.." diye başını salladı Cihan.
•—"Mektupta benden bahsediyor, senin aradığını yazıyordu. Bütün bunlara vesile olduğu için rahatsızlık duyuyor, vicdan azabı çekiyormuş güya. İşte böylelikle öğrendim hakikati. İki yıldır bu hakikati kimseyle paylaşmadan, ağırlığı altında kıvrandım. Nihayet Hamdi beye sorup, mektupta yazılanları bir de ondan dinledim. Dersler, imtihanlar üstüne üstlük bir de bu başörtüsü meselesi seni aramama fırsat bırakmadı."
—"Gerek kalmadı."
—"Peki sen ne yaptın. Ömrün neyle, nasıl geçti? Şimdi ne işle meşgulsün? Evlendin mi? Selim bey, hukukçu olduğunu, hapis yattığını filan söyledi. Nedir bütün bunlar?.."
Cihan'ın eski ama hiç kapanmamış yarası yeniden deşilmiş-ti. Acı acı gülümsedi.
—"Ömrüm nasıl geçti? Evli miyim?..." diye mırıldandı. "Hep sürgün yaşadım ben" diye söze başladı. "Ömrüm kaybetmekle geçti. Sevdiğim herşeyden uzağa atılmakla, sürgünle geçti. Daha çocukken boyumdan büyük hayallerin peşine düştüm. Okumak fikrine delicesine kapılmış, adeta sevdalanmıştım."
—"Sonra evden kaçtın."
—"Öyle oldu."
Canan ailesini tanımak istiyordu. Nasıllardı? Kimdiler? l
•IH
322
Perdedeki yeni manzarayı netleştirmek istiyordu.
—"Bana ailemizden bahsetsene. Babamdan, annemden, köyümüzden bahset."
Cihan'ın, ailesinden söz açıldığı her seferinde olduğu gibi gözleri uzaklara kaydı yine. Yorgun, argın guruba visal olmuş, camları alev alev tutuşturan güneşe, ufukta oluşturduğu kesif kızıllığa baktı.
—"Zayıf insanlardı ikisi de. Yıllarca çocuk hasreti çekmişler, ümidi kesmeye başladıkları bir sırada ben doğmuşum. Senin doğduğunda ise çocuk sahibi olma yaşını geçmiş gibiydiler. Bu yüzden alay konusu oldular sen doğunca.
"Babam annemden daha yaşlıydı ve daha zayıftı. Senin doğ-mundan birkaç ay önce ise üzerinden kağnı geçmiş, belden aşağısı felç olmuştu. Evin bütün işleri anneme kalmıştı. Şartlar okumamı imkansızlaştırıyordu adeta. Üstelik babam daha o yaşta beni teyzemin kızıyla evlendirmeyi, bir an evvel hayata atılmamı istiyordu. Kendisinin onbeş yaşında evlendiğini, benim de nişanlılık filan derken aynı yaşta evlenebileceğimi söylüyordu. Sonra..."
Sustu...Hüzün dolu bakışlarla Canan'a baktı. —"Sonra?!"
Dayanılmaz bir hüzün tüm benliğini kasıp kavurduğu adeta ateşten bir girdabın içine çektiği belliydi. Yıllardır her günbatımında tüm canlılığı ve can yakınlığıyla yeniden yaşadığı acıları bir film şeridi gibi gözlerinin önünde akıyordu. Gurubda tülle-nen kızıllıklarda herşeyi yeniden yaşıyordu adeta. Kendini topladı. Önündeki bir kamyoneti solladı. Direksiyona sıkıca dayanarak gerindi. Adet gereği bir iki hafif öksürdükten sonra ikinci perdeyi açıyor gibi konuştu.
—"Sonra evden kaçtım. Bir kursta iki yıl okudum. Kimseye adres vermedim. İşte herşey o zaman olmuş, evimiz yanmış, babamla annem de evle beraber yanmış. Sen o esnada teyzemler-
323
de olduğundan kurtulmuşsun. Seni de evlatlık vermişler, iki yıl sonra köye döndüğümde öğrendim. Perişan olmuştum. Kaçtığım için herşeyden kendimi sorumlu tutuyordum, istanbul'a geri dönüp okumaktan başka da çare düşünemiyordum. Uzun zaman seni aradım, bulamadım. Ortaokulu dışardan bitirip liseyi yatık okudum.
"Bu arada girmediğim kılık, yapmadığım iş kalmadı. Limon 1 sattım, ayakkabı boyadım, fotoğrafçılık... Kısaca herşeyi yaptım.
"Liseden sonra aynı yıl Ankara'da üniversiteye başladım. Arkara'yı tercih etmemin nedeni senin Ankara'da olduğunu öğ- i renmemdi. Bulabilirim ümidiyle iki yıl köşe bucak, sokak sokak aradım, araştırdım. Tam seni buldum derken ne olduysa birdenbire tekrar izini kaybettim. "
—"Anlıyorum..." dedi Canan. "O sırada oradan taşındık. Daha sonra da sık sık taşınıp durduk. Her seferinde bize çok yaklaşmış olmalısın."
—-"Evet... Birkaç kez izinizi buldum. Sonra tekrar kaybettim. Fakülteye istanbul'da devam ettim. Tabi coşkulu bir yaşta, yirmi yaşındaydım o zaman. Bu yaştaki her insan gibi ama çok çok farklı olarak canevimden vuruldum. Çok defa vurmayı denemişler, bunu başaramamışlardı. Çok namlulara göğsümü dayadım, vuramadılar ama birgün öyle bir vuruldum ki..."
—"Hii?"
—"Yok, yok. Korkma. Bu başka bir vurgun. Gönlümden vuruldum. Aşık oldum anlayacağın. Ama bu aşk hasret getirdi, sürgün getirdi. Yüreğime saplanan ve hâlâ aynı sıcaklığı ve can yakıcılığıyla taşıdığım bir kurşun oldu bu sevda bana."
Büyükdere caddesinden Zincirlikuyu istikametine döndüler. Biraz sorda da bir iş merkezinin önünde durdular. Cihan'ın işyerine, gelmişlerdi.
—"Hadi, işyerine bir uğrayalım. Bakalım ne var ne yok."
324
* * *
Gece, bir bardak suyun içinden çekilen klor gibi, zamanın içinden süzülüp çekildi. Yerini yavaş yavaş net bir mavilik, daha sonra da pırıl pırıl bir güneş doldurdu. Florya'daki evin üst katının açılan perdelerinden odanın içine dolan güneş, iki çift göze bir tutam ümitle gülümsedi.
Birgün evvel Laleli'de bomba gibi, beklenmedik bir sürprizle başlayıp Mecidiyeköy'deki işyerini dolaşarak Florya'da Hanıdi beyin evinde noktalanan yolculuk, yıllar sonra birbirini bulan iki kardeşi uykusuz taşımıştı sabaha. Hanıdi beyle tanıştırmıştı Canan, Cihan'ı. "Şu an son günlerimde sırtımdaki korkunç bir kamburdan, beynimin içinde yıllardır taşıdığım kocaman urdan da kurtulmuş oldum. Canan bize bir evlattı. Emanetti. Bir tek evladımdı. Şimdi abisiyle iki evladım oldu. Canan'ı emin ellere bıraktım, artık ölümü gönül huzuruyla karşılayabilirim" diye sevinmişti bu duruma Hamdi bey.
Yılların biriktirdiği, aşılmaz koca bir dağ gibi gönüllere set çeken hasret, öyle zamana zemine sığacak, bir nefeste eriyecek gibi değildi. Hep konuşuyorlar, hasreti dindirsin diye hep didiniyorlardı. Uyku hiç uğramayı düşünmedi perdelerinden dışa buram buram kavuşma sevinci süzülen odaya.
Cihan, bir ömür boyu omuzlarında taşıdığı, gönlünde koca bir buzdağı gibi dondurduğu sevgilerini, hasretlerini, sevgisinin bedeli olan acılarını anlatıp biraz olsun rahatlamayı denedi. Canan da ta başından başlayıp, yirmi yılı saatlere sığdırmaya çalıştı, iki kardeş sabahı böyle karşıladılar. Cihan perdeyi açıp günün doğuşunu seyrederken, kendi kendine konuşur gibi mırıldandı.
—"Ufka hep ümitle baktım. Her güneş doğuşunda yeni, yepyeni varoluşları bekledim. Ufukta zamanın peşine düştüm. Ta guruba kadar sürüklendim. Batışını bir başka buruk seyrettim, gurub yerinde gün alev alev tutuşup batarken. Ümitlerimi güneşin bir sonraki doğuşuna sakladım. Ama ümidimi hiç kaybet-
325
medim. Kaybederek başladım hayata. Sevgilerim acı verdi, hasretle düğümlendi hep. Yaş otuz demeye hazırlandığım şu günlerde baharın can çekiştiği günlerde, kaybettiklerimin ilkini buldum. Ümidim daha da kuvvetlendi. Sıra inşaallah diğer kaybettiklerimde. "
Canan sessizce dinledi abisinin ufka karşı söylediği bu duygu yüklü sözleri ve son cümlesine "inşaallah!.." diye katıldı.
İki kardeşin kavuşma sevinci sahuru da unutturdu onlara. Güneş bahçedeki palmiyelerin dallarına konakladığında "okula" deyip evden ayrıldılar.
* * *
326
"Yaşamaya zaman bulabildiğim birikimimde Yeni bir çağın önünde durarak Yeniden başlıyorum yürümeye"
27.
Sabah uyandığında güneşin, asırlık ıhlamur ağaçlarının arasından görünmesine daha epey vakit vardı. Erken kalkardı. Güneşin doğuşunu yatakta karşılayıp, ümitle gülümsemekten mahrum kalmak istemezdi. Kalktı. Açık renk spor bir pantolon, tişört ve deri montunu giydi. Komidinin çekmecesinden tabancasını alıp beline yerleştirdi. Gerinip kollarını hareket ettirerek odadan çıktı.
Her taraf mis gibi çam kokuyordu. Bu evi yeni yaptırmıştı. Baba ocağıydı burası. Çocukluğunu yaşadığı, yığınla hatıralarını biriktirdiği, dahası ebeveyninin varlıklarını hissettiği, bu sebeple gönlünde ayn bir yeri olan ata yurdu. Yanan evlerinin olduğu yer değildi tabi. Orası hâlâ acı ve yanık kokuyor, hüzün tülleniyordu her karışından. Tahammül edemiyordu o küllerin üzerinde yeniden mekan kurup nefes alıp vermeye. Yanık kokularını yüreğinde hissetmeye, solumaya.
Karanfil deresinin Hira çayıyla buluştuğu yerde büyük bir bahçeleri vardı. Oraya yaptırmıştı bu evi. Triplex, ahşap çatılı şirin bir kır konağıydı. Babasının pek severek diktiği, şimdilerde koca koca olmuş ceviz ağaçlarının arasında kayboluyordu.
İlk ünitesi bitme aşmasına gelmiş su şişeleme tesisini görmeye, Canan'ı da köylerini gezdirmek için gelmişti Sevda pınarına. Su işi iyi planlanmıştı ve yolunda gidiyordu. Bir iki aya
327
kadar ilk ünite üretime geçecek durumdaydı. Abdulvahhap'la ortak girmişti bu işe. Finansman ağırlığı ona aitti. Arap bir ortak su işinde önemli bir avantajdı. Su tüketiminin yoğun olduğu bir kaç Arap şehrine temsilcilikler açmışlardı bile. Sağlam adımlarla ilerliyordu. Başka sahalarda iş hacmini genişletmekten önce inşaat ve su işinin iyice rayına oturmasını istiyordu. Geçmiş bir hayli birikim ve tecrübesi olsa da riske girmeye gerek yoktu. Ekonomik sistem çok kaypak bir zemin üzerindeydi. Risk elbette olacaktı. Fazlasıyla alıyordu zaten. Ama bunu asgariye indirmek önemliydi.
Av tüfeğini de alarak merdivenleri indi. Arka tarafa gidip ahırın kapısını açtı. Atı yağız, Cihan'ın geldiğini hissedince kiş-nedi. Cihan ahıra girip yağızın başını kulaklarının arkasını, yelesini okşadı. Sırtına iki tokat attı. "Hazır mıyız oğlum" dedi. At, başını iki yana sallayıp ön ayağıyla yeri eşeleyerek kişnedi. Bu, hazır olduğu anlamına geliyordu.
Yağız'ı ahırdan çıkarıp eğerini vurdu. Çifte ve fişekliği astı. Canan da kalkmış merdivenin başından onlara bakıyordu. O da açık yeşil bir eşofman giymiş, üzerine yazlık bir abiye almıştı. Ava çıkıp ormanda gezi yapmaya, at binmeye hazırdı. Cihan, arabasının torpido gözünden bol miktarda mermi alıp pantolonunun cebine koydu. Kapıyı kilitlerken Canan'a: "Gelsene!" diye seslendi. O da geliyordu zaten.
Canan, ata tek başına binemiyordu. Ama Cihan bugün onu ata bindirmeye kararlıydı. Atların bakımı ve evin işleriyle ilgilenen uzaktan akrabaları Yakup'u çağırdı. Yagız'ın annesi olan kısrağı getirmesini istedi. Aslında yağız, ismi gibi yağız değildi. Ayak bileklerinde beyazları olan, al bir Arap atıydı. Annesi ise tam yağız, koyu kül grisi, ince belli, uzun bacaklı güzel bir kısraktı.
Biraz sonra Yakup, yağızın annesi Karaca'yı yedeğine almış, bahçe kapısında göründü. Cihan, Canan'ın omuzuna sol eliyle hafifçe dokunup "gidelim.." dedi.
328
Güneş ıhlamur ağaçlarını aşıp vadiye konakladığında onlar da ormanın içlerine doğru epey ilerlemişlerdi. Canan önceleri korkmuşsa da yavaş yavaş alışıyordu ata binmeye. Cihan ise, Yagız'ın sırtında yılların binicisi gibi duruyordu. Ağaçların sey-rekleştiği yüksekçe kayalık bir yere geldiklerinde inip otlamaları için atları ormana salıverdiler. Herşey, her taraf çok güzeldi. Gürül gürül sular akıyor, çam ağaçlarından, meşeliklerden ve yabani fındık ağaçlarından cıvıl cıvıl kuş sesleri yükseliyordu. Canan ilk defa karşılaştığı bu manzara karşısında büyülenmişti adeta.
Cihan av yapmak istiyordu. Çiftesini alarak yüksekçe bir taşın üzerine çıktı. Yamaçtaki kayalıklarda keklik olurdu. Bunu daha küçüklüğünden bilirdi. Yerden aldığı taşı kayalıklara doğru attı. Yanılmamıştı. Bir grup keklik yüksek perdeden bir kanat gürültüsüyle kayalıklardan ^kalktılar. Cihan çifteyi doğrultup peş peşe ateşledi. Gruptan beş altı tanesini indirmişti. Tüfeği Canan'a uzatıp, koşarak kekliklerin düştüğü yere vardı. Keklikleri ayaklanndan tutup bir araya topladı, eline aldı geldi.
Canan'ın hayret dolu bakışları arasında, itinayla kekliklerin üçünün tüylerini yolup temizledi. Az ötede suya tutarak yıkadı. İç organlarını çıkararak tekrar yıkadı. Canan ellerini dizlerine vurarak gülmeye başlamıştı. Cihan ona aldırmadan, kekliklerin kalan tüylerini ateşe tutarak yakıp temizledi. İki düzgün fındık çubuğu kesti, ateşin üzerine tutup kabuklarını yaktı. Bıçakla fındık çubuklarının uçlarını sivriltip, temizlediği keklikleri hazırladığı çubuklara geçirdi. Yaktığı, artık iyice korlanmış ateşin üzerine, kenarlara yerleştirdiği çatal çubuklann yardımıyla yerleştirip yavaş yavaş çevirerek kızartmaya başladı.
Biraz sonra ortalığı nefis bir et kokusu kaplamıştı. Canan böylesi güzel et kokusunu teneffüs ettiğim hatırlamıyordu. Cihan, kopardığı kekik yapraklarını ateşin üzerinde pişen kekliklerin üzerine serpiştiriyordu.
İyice kızaran keklikleri ateşten aldı. Birini bacaklarından
329
tutup bıçağıyla ortadan ikiye ayırdı. Çantadan çıkardığı ekmeği bıçakla açıp arasına kekliğin yansını koydu ve Canan'a uzattı.
—"Sen şehirlisin, böyle ye."
Gülüyordu. Kendisi kekliğin diğer yansını bacak kısmından tutmuş ısırarak yiyordu. Canan şehirli lafına alındı ama onun ağzını iyice açıp ısırmasına katılarak gülmeye başladı.
—"Susadım!.."
—"Git, şu ilerdeki kaynaktan iç. Onu da ayağına getirecek değilim ya" diye takıldı Cihan.
—'Ama o su içilir mi?"
—"Sen öyle temiz bir su ömrünce içmemişsindir. O su, Florya'da içtiğin şişe sulardan daha temizdir."
Canan gidip su içtikten sonra söyleniyordu:
—"Ben her zaman bu kadar yesem yüz kilo olurdum."
—"Sanmam. O, yediğin et kolesterolsüz ve sağlıklıdır. Hem sonra bu iştahı başka yerde bulamazsın. Burada da, o yediğinin iki katı kaloriyi yakarsın merak etme. "
Ormanda biraz dolaştıktan sonra, ilerisini atlarla gezmeye karar verdiler. Cihan bir ıslıkla atlan yanına çağırdı. Atlar ıslığı duyunca otlamayı bırakıp koştular. "Atlarla iletişimin iyi" diye takıldı Canan: "İyidir"1 demekle yetindi Cihan. "Atlar akıllı hayvanlardır. Hatta birçok kafasız insandan daha akıllı" diye tamamladı. Atlan eğerledi, çantayı, avladığı keklikleri ve çifteyi de eğere astı. Tekrar atlara binerek ormanın derinliklerine doğru yöneldiler.
Cihan, etrafı Canan'a tanıtıyor, çocukluğunda buralarda yaşadığı hatıralannı aynntılanyla anlatıyordu.
—"Şu aşağı yamaca, Serseri'nin vurulduğu güney derler. Karşıda gördüğün meşelik korunun olduğu sarp yamaca da Nuri kayası derler. Bir zamanlar bu ikisi, yani Serseri ve Nuri buralarda yaşayan iki eşkiyaymış. Serseri bizim köylüymüş. Hat-
330
ta uzaktan akraba sayılırmışız. Savaşta her nasılsa suç işlemiş, ardından firar. Tabi savaş hali, idama mahkum edilmiş gıyaben. Kaçak olarak bu dağlarda yaşamaya başlamış. Çobanlardan filan yiyeceklerini temin ediyorlarmış, arada bir de köye iniyorlarmış.
"Nuri'yi yakalamışlar. Başına ödül konunca, şu dağın arkasındaki köyün çobanları ihbar etmişler. Serseri'yi de burada vurmuşlar. Şu, aşağıda gördüğün ardıç ağacının altındaki kayanın altı mağaradır. Zavallı orada çamaşırlarından bitleri ayıklarken vurmuşlar. Can acısıyla mağaradan fırlayıp, kendini deredeki şu gölün içine atmış. Canı çıkıncaya kadar orada saçını başını yolup durmuş."
Sinecik'i geçip Taşlıalan'a geldiklerinde çoban Mürsel'le karşılaştılar. Orada biraz oyalandılar. Daha sonra gezerek Co-bankayası'ndan çay kenarına indiler. Buralar harikaydı. Eşsiz manzaraları, şehirde gördüğü büyük posterlere benziyordu. Adım başı gürül gürül su kaynaklan, pınarlar, küçük şelaleler, dereler, orman... Her taraf eşsizdi.
* * *
Köyde geçen günler Canan' a çok iyi gelmiş, kendini toplamıştı. Stresli, dersten atılarak, disiplin cezası alarak, açlık grevi, eylem yaparak yaşadıkları son birkaç aylık okul macerasının yorgunluğu, gerçek kimliğini öğrenmenin, abisi Cihan'ı bulamamanın azabı, derken beklemediği bir anda Cihan'la karşılaşmanın heyecanı... Hepsinin stres ve yorgunluğundan tamamen 'kurtulmuştu.
Cihan, bu gezinin ticari yönü olan su şişeleme tesisinin ilk ünitesinin son çalışmalannı kontrol etmiş, açılışa hazır duruma getirilmesi için çalışanlara 19 Eylül tarihini vermişti. Bu tarihin Cihan'm gönlünde önemli bir yeri vardı. Eşsiz bir mutluluk, dayanılmaz bir acı... Bu ikisini bir arada yaşadığı unutulmaz bir hatıra. Tam sekiz sene öncesinde kalmış bir mazi. Bugünde vermeyi düşünüyordu startı. Bitmeyen başlangıçlann, sevgisi-
331
nin amansız bir acıya, nihayetsiz bir hasrete, daha kimbilir nelerin nelere dönüştüğü başlangıçların yıldönümü olan bu tarihi bilerek seçmişti.
Canan sabah uyandığında güneşin doğmak üzere ve Ci-han'ın da çoktan kalkmış olduğunu gördü. Giyinip verandaya çıktı. Cihan kollarını göğsünde kavuşturmuş, güneşin doğduğu Ihlamurluk tepesine doğru çevirdiği bakışlarıyla, kimbilir hangi hatırasına dalıp gitmişti.
—"Çok üzgünsün."
—'Üzgünüm..." demekle yetindi Cihan. Sesi canyakıcı bir ateş sıcaklığı ve hüznüyle yuvarlanmıştı boşluğa. Canan üzüldü, sitem etti.
—"Ama neden!..? Bak beni de buldun."
Cihan bakışlarını, sabitleştirdiği noktadan ayırmadan cevap verdi.
—"Evet seni buldum. Bu benim için sınırsız bir sevinç. Ama bir ayna misali, binlerce metre yükseklikten düşüp bin parçaya bölünmüş benliğimde, yerine oturan sadece bir tek parçasın sen. Bu kırık aynanın, yerine oturmayan, beynime sipsivri saplanmış duran o kadar çok parçası var ki."
Sonra kardeşinin üzülmemesi için olsa gerek, birden neşeli bir edayla "boşver, aldırma" diye gülümsedi. Ardından: "Mukadderat...Önüne geçilmez" diye tamamladı. Ani bir karar vermiş gibi Canan'a döndü.
•—"Hadi hazırlan, gidiyoruz."
—"Ama abi..."
—"Hadi hadi, hazırlan. Gitmemiz gerek. Yakında yine geliriz. Biliyorsun ben başıboş bir adam değilim, ilgilenmem gere-ken yığınla işim var. Yakında da bir ihale var. Ona mutlaka kendim girmeliyim. Önemli bir ihale. Böyle büyük işlerde korkunç dalavereler döner. Tedbirimi almalıyım. Hazırlık yapmalı-
332
yım."
Canan, çaresiz içeri girdi. Hazırlanmak için odasına geçti. Güneye bakan geniş odayı Cihan onun için hazırlatmıştı. Biraz sonra hazırlanmış, valizini almış, verandadaydı.
Cihan montunu ve gömleğini çıkarmış, arabasını yıkıyordu. Hâlâ eskisi gibi davranıyordu. Eski günlerindeki gibi, çiçekleri sular, arabasını yıkar, birçok işini kendisi görürdü. Kendini kasıp, kibirlenmeyi, elini eteğini bu tür işlerden çekmeyi asalaklık kabul ediyordu. Canan uzun süre onu seyretti.
—"Vücuduna bakan seni yirmisinde, saçlanna bakan kırkında sanır" diye takıldı.
Cihan yine her zamanki gibi espriliydi.
—"İyi ya, ikisinin ortasında, otuzundayım. Kurda, boynun neden kalın, diye sormuşlar, kendi işimi kendim yapanm, diye cevap vermiş. Vücudum bu mantığın, yılların mücadelesinin tezahürü, saçlarım sevdalarımın, acılarımın, mücadelemin dışa-vuran yoğunluğudur."
Araba yıkama işini bitirmişti. Hazırlanmak için içeri girdi. Az sonra da hazırlanmış, üzerini değiştirmiş, bambaşka bir Cihan olarak kapıda görünmüştü. Takım elbiselerini giyip kravatını takmış, artık iyiden iyiye ak düşmüş saçlarını taramış, güzel kokulardan sürmüştü.
Bagajı açıp valizleri yerleştirdi. Yakup'u çağırıp, anahtarları ve bir miktar parayı ona vererek, atlarla, evle, herşeyle ilgilenmesini tembih etti. Canan arabaya binmişti. O da bindi, kontağı açıp motoru çalıştırdı. Metalik siyah araba bahçe kapısından çıkıp, hızla, söğüt ağaçlarının çevrelediği yolda gözden kayboldu.
* * *
Saat yedide işyerindeydi. Günlük programını gözden geçirdi. Gazetelere göz attı. Bugün önemli bir programı ve randevusu yoktu ama yine de erken gelmişti. Bunu prensip edinmişti.
333
Personelden evvel işyerinde oluyordu.
İhalenin üzerinden bir hafta geçmişti. Aslında işleri oldukça yoğundu ama yoğunluk, yüksek tempo artık hayat tarzı haline geldiğinden, önemli iş, yoğun program için daha fazlası gerekiyordu. Hazır bir ekibi olduğundan ihale hazırlıkları mesele değildi. Olağanüstü bir çaba gerektirmiyordu.
İhaleyi almıştı. Kumar oynamayı bilmezdi ama iyi santranç oynardı. Ticari hayatı, ihale gibi işleri de satranç oyununa benzetiyordu. Hamleler, manevralar aynıydı. Aynı taşlara sahip olan iki kişinin oynadığı oyunu, şartlar aynı olmasına rağmen iki kişiden biri kazanıyor, diğeri kaybediyordu. İhalede de sonuçta şah demiş, güçlü rakiplerini mat etmişti. Bu ihaleyle iş hayatında adından epey söz ettirecekti. Şu ana kadar sekiz aylık dönemi sessiz ama derinden, tempolu ve yoğun yaşamıştı. Şimdiyse tuvalin ön yüzüne, sahneye çıkmıştı. Bir zamanlar yine böyle bir ihaleyle bir kere daha adından söz ettirmişti. O zamanlar çok genç, kimilerine göre henüz çocuktu. Bu büyük ihaleyle inşaat şirketinin yerini iyice pekiştirmişti. Şimdi sıra su işindeki çıkışındaydı.
Aslında bugün önemli bir programı vardı. Hem de çok önemli. Ama bu, iş hayatıyla ilgili değildi. İş almak değil, netice almaktı. İkinci romanı Gece ve Gece ismiyle sinemaya uyarlanmış, çekimleri sona ermişti. Bugün bu filmin galası yapılacaktı. Öğleden sonraki programı buydu. Bu film hayatının filmiydi. Hilal'in, onunla olan, hasrete dönüşen, hiç bitmeyen, hâlâ ateş gibi yakıcılığıyla yüreğinde olan aşkının anlatıldığı, adeta yeniden yaşandığı, başrollerinde kendine ve Hilal'e benzeyen karakterlerin rol aldığı, sevgisinin filmi.
Öğleye kadar işleriyle ilgilenip, öğle namazını kıldıktan sonra galaya gitmek için çıktı. Biraz sonra galanın yapılacağı salondaydı. Davetliler henüz gelmemiş, yönetmen Erdem bey ve başrol oyuncuları oradaydı. O da onların arasında yerini aldı. Davetlileri kapıda beraber karşıladılar.
334
Galanın başlamasına az bir zaman kala gelen bir davetli Ci-han'ın dikkatini çekti. Onu tanımıştı. Üç yıl önce adada Hilalle nikahını kıydığı beydi o. Erhan bey kimin davetlisiydi acaba? Hilal de gelecek miydi? Bu duygu gayri ihtiyari heyecanlandırdı onu. Bu halini ayıpladı. Evet onu hâlâ delicesine seviyordu ama o şimdi başkasına aitti. Onun için hissettikleri doğru değildi. Ama elinde de değildi. Ter basmıştı. Böylesi iç çatışmalarıyla, bir gözü kapıda, hep bekledi. Ama o gelmemişti.
Gala boyunca dertleri depreşti, sevgileri, acıları tazelendi, yeniden yaşadı herşeyi. Zordu bütün bunlar. Bir ara gözleri yeniden Erhan beye takıldı. Onu Nail bey tanıyordu. Hilal öyle tanıtmıştı nikahta. Cihan'ın Nail sandığı Erhan bey tavırlarıyla Cihan'ı tanımadığını gösteriyordu. Gala boyunca da hatırlamamış gibi bir hali vardı. Ama filmden çok etkilendiği belliydi. Hissettikleri gözlerinden okunuyordu.
Cihan bir süre kararsızlıktan sonra Erhan beyin yanına gitti. Yanındaki boş koltuğa oturup, elini Erhan beyin dizine koydu:
—"Merhaba Nail bey..."
Erhan bey Cihan'ın yüzüne bir tuhaf baktı. Nail bey ismini düşündü. İşte o an herşeyi hatırlamış, Cihan'ı tanımıştı. Yüzündeki ifade değişti, gülümsedi:
—"Cihan bey..."
—"Evet Nail bey, Cihan..."
Erhan bey bir süre Nail beyi oynamayı sürdürdü. Ama filmde görüp, adeta yaşadığı sınırsız sevgi, Cihan'ın gözlerinde oynaşan, hüzün ve heyecan dolu ifade onu gerçeği söylemeye zorluyordu. Anlatmalıydı herşeyi. Bu arada Cihan sorduğu soruyla kalbinde direnen son karasızlığı da yıktı.
—"Mutlu musunuz?"
Erhan anlamazdan geldi.
335
—"Kiminle mutlu muyuz?
—"Hilal'le, Nail bey. Hilal'i soruyorum. O nasıl?"
Artık zamanı gelmişti. Gülümsedi:
—"Onu çok mu sevmiştin?"
—"Nail bey. Bir başkasının nikahlısı olan bir kadına, onu seviyorum, dememi mi bekliyorsun? Bu kabul edilebilecek bir mantık değil. Hani bir söz vardır; 'Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca" diye. Benim olmayan birini sevip sevmemem neyi değiştirir."
Erhan bey, Cihan'm hissettiği sevgiyi, onun ağzından duymak istiyordu.
—"Ben bu soruyu sorabiliyorsam, sen de hissettiklerini söy-leyebilmelisin. Ben kabul edebildiğime göre. Hilal'i çok mu sevmiştin?"
Cihan şaşırmış ve muhcup olmuştu. Bir insan karısı hakkında bir başkasına nasıl böyle bir soru sorabiliyordu. Sustu. Ama gözlerindeki ifade herşeyi söylüyordu. Erhan bey bu bakışlardan alacağı cevabı almıştı.
"Sana birşey söyleyeyim mi Cihan bey?"
—"Tabi. Buyrun."
—"Yalnız, bu çok önemli."
—"Peki... Sizi dinliyorum."
—"Dinle öyleyse. Seni gayet iyi anlıyorum. Bir insan kansı hakkında bir başka erkeğe nasıl böyle bir soru sorabilir, diye düşünüyorsun. Haklısın, soramaz. Ama Hilal benim nikahlım değil. O, göstermelik bir nikahtı."
Cihan şaşmış kalmıştı. Karşısındaki adam Hilal'le nikahını kıydığı adamdı.
—"Anlayamadım?!."
—"Anlatayım Cihan bey. Senin o kıydığın nikah, herşey bir
ovundu. Evlilik oyunu. Sizin şu filmdeki gibi yani. Benim asıl adım Erhan. Orada Nail rolünü oynadım. Bunu Hilal istemişti."
—"Peki ama niçin??"
—"Sizin yuvanızın dağılacağından korkuyordu. Senin kendisini ancak böyle unutabileceğim, en azından ümit keseceğini umuyordu. Benden bunu ömür boyu sır olarak saklamamı istemişti. Ama filmi seyredip seni görünce hissettiklerini, sevgini daha yakından görüp anladım ve dayanamadım. Bu sırrı daha fazla saklayamadım."
Cihan sol elini şakaklarına bastırmış, alnındaki çizgiler alabildiğine derinleşmişti. Ama bu ansızın gelen şokun ardından, yüreğini yavaş yavaş etkisi altına alan bir rahatlama gözlerinde netleşmeye başlamıştı.
—"Bu verdiğin haber benim için, kuraklığıma yağan bir yağmur, bir hayat suyu, karanlığıma doğan bir ışık, bir güneş oldu adeta. Sanki yeniden doğdum. Hilal'i bildiğiniz şekilde kaybettikten sonra eşimi de kaybettim. O gün bu gündür öylesine yaşıyorum. Adı yaşamaksa, nefes alıp veriyorum işte."
—"Eşiniz için üzüldüm, neydi ölüm sebebi?"
—"İlik kanseriydi. Bunu çok önceden biliyordum. Hastalık ilerlemiş, durumu ümitsizdi. Durumunun kendisi de farkında değildi. Saniye saniye onun ölümünü seyretmek değil, adeta ölümü yaşamak, her saniye öldürdü beni. "
—"Hilal'e söylemeliydin bu durumu."
—"Asla!.. Ona, eşim ölecek, biraz sabret, bekle diyemezdim, değil mi?"
—"Anlıyorum..." dedi Erhan bey. O da üzülmüştü.
Cihan, sevgiyi böyle uluorta yaşamaktan sıkılırdı. Sevgisini kimseyle konuşmak istemezdi. Erhan beyle de bu konuyu daha fazla konuşmak istemedi, konuyu değiştirdi. Erhan bey onun hissettiklerini anlamış, konuyu değiştirmesine göz yummuştu.
336
337
Sevgi yine galip gelmişti. Yıllar sonra yeniden yüzü gülüyordu. Yıllardır birinin bileklerinden kopup, diğerinin boynuna geçen ayrılık prangası nihayet ikisini de azat etmişti. Şimdi kala kala iklimler, mesafeler ötesi hasret kalmıştı aralarında. Bir nefeslik yol gibi görünüyordu adeta aradaki mesafeler.
Yüreğindeki bu sevgi çağlayanı gönlüne yeniden bahan getirmiş, korkunç bir girdaptan süzülen bir şelaleye dönüşen gönlü ılık bir bahar havası gibi yudumlarnıştı, yeniden yeşeren, filizlenen ümitleri iliklerine kadar.
İşyerine döndüğünde sabırsızdı. Abdest alıp ikindiyi kıldı. Saçlarını eliyle düzelterek koltuğa oturdu. Gözlerinde derinlemesine, karmaşık bir hüzün bulutu, dudaklarında yıllar ötesinden kopup gelen bir tebessüm vardı. Dirseklerini masaya destek yapıp, iki elini birbirine kenetledi. Çenesini iki elinin başparmakları üzerine koyup, bakışlarını karşı masadaki bilgisayarın ekranındaki yazılara sabitleştirip, öylece dalıp gitti.
Açık duran pencereden odanın içine dolan serin rüzgarın pencereyi şak diye çarpıp kapatmasıyla, dalıp gittiği hayal aleminden sıyrıldı. O güzel, hazansız iklimlerde ne kadar kaldığını anlamak için saatine baktı. Sıkıntılıydı. Bu, artık dayanılmaz olan hasretinden, sabırsızlığmdandı. Aldığı, sevindirici, adeta birkaç yaş gençleştiren güzel habere rağmen, sabırsızlığından sıkıntı basıyordu benliğini. Nefesini tuttu, tuttu ve derin bir of sesiyle sıkıntılarını bir nefeste boşaltmak istedi. Kütüphanenin rafından bir klasör çekti. Dalgın, rastgele bir edayla karıştırmaya başladı. Aslında ne aradığını biliyordu. Dosyayı çevirirken dalgın, ne aradığını bilmez hali, bugün yaşadıkları ve öğrendik-lerindendi. Bugün yapması gerekenleri biran evvel toparlayıp, çıkmak istiyordu.
Klasörü kapatıp yerine koydu. Bilgisayardaki disketin programını ekrana alıp kontrol etti. Kalkıp pencereye gitti. Stadyuma bakan pencerenin önünde biraz durdu. Tekrar masasına dönüp, günlük notlarını inceleyerek gerekli bilgileri bilgisayara
338
aktardı. Notlan kaldırırken telefon çaldı. Numarasını pek az kişinin bildiği özel telefonuydu çalan. Önemli olmalı diye düşündü.
Arayan Canan'dı ve sesinde endişeden öte panik vardı. "Abi, babam fenalaştı gel..." diyordu. Sesinden ağladığı anlaşılıyordu. Babam dediği Hamdı beydi. Yıllardır baba bilip, öyle hitabettiği bu ifadeyle bütünleşmiş Hamdi beye hâlâ baba diyordu.
—"Endişelenme. Bir doktor çağır ben hemen geliyorum."
Telefonu kapatıp alelacele çıktı. Besim beye durumu haber verip, şirketten ayrıldı. Yol müsaitti. Gaz pedaline sonuna kadar yüklendi. Metalik siyah araba yolu iyice kavramış adeta akıyordu.
Havaalanı sapağını geçip, Telsizlerden sonra sağa girdi. Kısa yoldan Hamdi beyin evine ulaştı. Kapıda bir ambulans duruyordu. Arabayı giriş kapısının sağına parkedip, bahçe kapısını geçti ve merdivenleri hızla çıkarak içeri girdi.
Hamdi beyi salondaki kanepeye uzatmışlar, doktor ilk müdahaleyi yapıyordu. Beyaz önlüklü iki hemşire de sedyeyi hazırlamış, bekliyorlardı. Eğilip doktorun gözlerinin içine, "durumu nasıl" der gibi baktı. Doktorun gözlerinde derinlemesine bir boşluk ve ümitsizlik okunuyordu. Canan ise ellerini yüzüne kapatmış, sesizce ağlıyordu.
Hemşireler doktorun talimatıyla Hamdi beyi sedyeye alıp, ambulansa taşıdılar. Ambulans, insanı ürperten acı bir siren sesiyle Yeşilköy istikametine savruldu. Cihan da Canan'ı alıp arabasıyla ambulansı tekip etti. Ambulans International Hospi-tal'in önünde durdu. Sedye aceleyle acil servise taşındı.
Cihan'la Canan uzun bir süre acil servis koridorlarında sabırsız, sıkıntılı bir şekilde beklediler. Canan yoğun bakım ünitesinin kapısının sağına, duvara yaslanıp, yere çökerek sessizce ağlıyordu. Cihan ise koridorun bir başından bir başına gezinip durdu.
339
Kapının açılmasıyla ikisi de dikkat kesildiler. Kapıda görünen doktorun yüzündeki ifade hiç de ümit verici değildi. Gözlerinde çaresizlik vardı. Ellerini oğuşturarak:
—"Yapabileceğimiz herşeyi yaptık ama umut yok gibi. Ani yükselen tansiyon beyin fonksiyonlarını tamamen devre dışı bırakmış."
Canan tamamen kendini bırakıvermiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Cihan onu teselli etmek için omzundan tutup başını bağrına yasladı. Canan başını abisinin göğsüne yaslayıp, sessizce hıçkırmaya devam ediyordu. İçeri girdiler. Hamdi bey tıbben ölmüştü. Hayati fonksiyonlarını tamamen yitirmediğinden doktorlar tamamen ölü saymıyorlardı henüz.
Cihan elini Hamdi beyin alnına koydu. Ona dua etti. Hamdi bey ruhunu teslim etmek üzereydi. Cihan, duyulabilir bir sesle, Kelime-i Şehadet getirdi. Tabi Hamdi bey tekrar edecek durumda değildi. Yüzünde alabildiğine bir sükunet, rahatlık vardı. Belli ki gönlü sükuna ermiş, vicdanı rahattı.
Sağ eli hafif kımıldadı. Son hayat belirtisini gösterip, başı ; yana düştü. Bakışlarındaki son fersiz canlılık da kayboldu. Yıl- ; ların yorgunluğunu taşıyan kalbi artık atmıyordu. Nefes alıp l vermeyen dudakları artık kapanmış, gözleri bir noktada sabit, cansız donup kalmıştı. Yüzüne sükunet ve rahatlık tamamen hakim olmuştu. Cihan eğilip Hamdi beyin gözkapaklarını indirerek gözlerini kapattı.
Canan'a dönüp ellerini tuttu. Onu teselli etmeye çalıştı. Canan artık ağlamıyordu. Donup kalmıştı, tik defa bir ölüme şahit oluyordu. Bu halin şaşkınlığı, benliğine çökmüş garip bir hal al- ! mıştı. Cihan onu bağrına bastı. Başını sıvazlayıp kendine gelmesine yardımcı olmaya çalıştı.
Görevlilere, cenaze işlemleri için yardımcı olmalarını rica edip koridorun sonundaki doktorun odasının kapısını çaldı. Gel sesini işitince içeri girdi. Doktorun telefonundan şirketi arayıp durumu Besim beye bildirdi. Ardından Sim beyi arayıp, onu da durumdan haberdar etti.
340
"Anlayışla başlıyorum yüreğimin kutlu eylemine
Bozulmuş saatlerin kurulma vaktidir
Bir sürgün böylece bitsin diye"
28.
İstanbul'un ufuklarına çöken ağır, sıkıntı yüklü bulutlar, tuttuğu yükü daha fazla taşıyamayıp öğleye doğru yağmurunu bütün şiddetiyle İstanbul'un üzerine boşaltıp geçti. Şimdi sokaklar, kırmızı kiremit çatılar, heryer ıslaktı. Hava açmış, masmavi, derinlemesine duru bir gülümseyişle süzülüyordu. Sokaklara biriken, sularda güneş ışıklarının kırılmasıyla derin, dep-derin yakamozlar titreşiyordu. Adaların görüntüsü netleşmiş, insan uzanıverse hafif rüzgarda salınan dalları yakalayacakmış hissine kapılıyordu.
Canan hazırlanıp küçük deri çantasını omuzuna astı, gözlüklerini takıp evden çıktı. Bahçe kapısından çıkarken, yoldan geçen bir kamyonet yoldaki su birikintisine hızla girdi. Tekerleklerin sıçrattığı sular önüne kadar geldi. Sıçrayan sular üzerine gelmesin diye bir kaç adım geri attı. İlk taksiye el kaldırıp bindi." Mecidiyeköy dedi.
Altı katlı işmerkezinin cephesindeki tabelayı okuyup, kapıdan içeri girdi. Kapıdaki şirket görevlisi Canan'ı tanıdığı için birşey sormadı. Cihan'ın erkek sekreterine abisiyle görüşmek istediğini söyledi. Sekreter, Cihan'a haber verip telefonu kapat.
"Bekliyor efendim, buyrun."
Cihan, Canan'ı kapıda karşıladı. Odasında yalnız değildi. Uzun boylu, esmer, saçları iyiden iyiye beyazlamış, elmacık kemikleri çıkık, siyah gözlerinin üzerinde kaşları çatık, uzun yüz-
341
lü, iyi giyimli, ellibeş altmış yaşlarında bir misafir vardı. Önünde, kül tablasındaki havana purosunun dumanları helezonlarla tavana yükseliyordu.
Cihan, misafirini: "İnan bey..." diye tanıtta.
Misafiri Hilal'in babasıydı. Cihan'a, onun daveti üzerine bir iş görüşmesi için gelmişti. Canan'ın gelmesiyle müsaade isteyip kalktı. Anlaşılan görüşmeleri de bitmişti. Cihan, misafirini çıkış kapısına kadar geçirdi. Çoğu misafiri için aynı şeyi yapar, onunla aşağıya, dış kapıya, hatta arabasına kadar gider, uğurlardı. Döndüğünde, "az önceki misafirim Hilal'in babasıydı" diye tanıttı Canan'a İnan beyi.
İhaleden sonra onbeş gün geçmişti. Hiç beklemediği bir anda, Hilal'le ilgili öğrendiği güzel haberin ardından Hamdi beyin beklenmedik vefatı, ihalenin hazırlıkları, herşey oldukça yoğun bir şekilde üstüste gelmiş, başını kaşıyacak zaman bulamamıştı. Sabırsızlanıyordu. Biran evvel Amerika'ya uçup, yıllardır yüreğinde alevlenen, acısı bile güzel, ama yaşaması zor sevgisinin hasretim bitirmek istiyordu. Nihayet işleri yoluna koymuş, hazırlıklarını tamamlamış, üç gün içinde Amerika yokuşuydu. Artık içi içine sığmıyor, zaman geçmek bilmiyordu.
Amerika'ya yanında Canan'ı da götürecekti. Hamdi beyin vefatının ardından, kendini toparlamasına yardımcı olur, diye düşünmüştü. Canan'ın bundan haberi yoktu. Sürpriz yapmak istiyordu.
Cihan, İnan beyi uğurlayıp döndüğünde Canan kütüphaneden aldığı bir kitabı karıştırmakla meşguldü. Hava oldukça sıcaktı. Pencereler açıktı ama içerisi yine de yeterince serin değildi. Cihan klimayı çalıştırdı. Telefonla sekretere yemek söyleyip Canan'ın yanındaki koltuğa oturdu. Canan kitabı kapatıp sehpanın üzerine bıraktı.
—"Evet Canan. Hoşgeldin. Nasılsın bakalım? Alıştın mı Mo-da'ya? Hamdi beyin vefatına alıştırabildin mi kendini? İnsan fanidir, aynı akibet hepimizi bekliyor biliyorsun. Üzme kendini.
342
Dua et ve sabret."
Canan'ın gözleri yine dolmuştu.
—"Alışamadım abiciğim. Onu baba bilmiştim. Gerçek babamı tanımadım. Nasıl öldüklerini bile hatırlamıyorum. Baba şefkati ve sevgisini o vermişti bana."
Bu sırada yemekleri gelmişti. Beraberce yemeklerini yediler. Ardından çayları geldi. Cihan yemekten sonra geçip masasına oturmuştu.
—"Canan sana bir haberim, daha doğrusu bir sürprizim var."
Canan elindeki çay bardağını sehpanın üzerine bırakıp, nedir, gibilerden Cihan'in yüzüne baktı. Cihan, bekletmeden sürprizim açıkladı:
—"Seninle Amerika'ya gidiyoruz." Canan heyecanlanmıştı.
"Gerçekten mi?" diye sordu. Kalkıp Cihan'ın yanına geldi. Ellerini masanın üzerine koyup Cihan'ın gözlerinin içine baktı. "Şaka yapmıyorsun ya?.."
—"Böyle bir şaka yapmama gerek var mı? Amerika'da işlerim var. Daha doğrusu, Hilal'in gerçekte evli olmadığını öğrendim. Benim yuvamın dağılacağı korkusuyla evlilik rolü oynamış. Beni çağırıp formaliteden nikah kıydırdığı insan bir yakı-nıymış Şimdi o Amerika'da. Bu yüzden gidiyoruz Amerika'ya. Tebdili mekanda hayır vardır, derler. Sen de kendine gelir, açılırsın."
Canan sevinmişti. Bardaktaki, çayı bir yudumda içti.
—"Peki, ne zaman gidiyoruz?"
—"Üç gün sonra."
Masanın kilitli olan çekmecesini açıp, bir pasaport çıkardı.
—"İşte bu da pasaportun. İşlemlerin tamam. Yani yurtdışı-
343
na çıkabilirsin."
Canan "ben gidip hazırlıklarımı yapayım" diyerek kalktı. —"Acele etme. İşlerim tamam. Beraber çıkalım."
Masanın çekmecesini kilitleyip, anahtarı cebine koydu. Masanın üzerindeki dosya ve evrakları kaldırıp kütüphaneye ve evrak dolabına yerleştirdi. Kasadan bir miktar para aldı. Bilgisayarını kapatıp, ceketini giydi.
—"Artık çıkabiliriz."                        #
Canan da çantasını aldı ve çıktılar. Cihan, şirkettekilere "ben çıkıyorum" deyip bazı talimatlar verdi. Besim beyin odasına uğrayıp birkaç dakika sonra çıktı. Şirkette müdür olan Besim beyle bugünlük ayaküstü son toplantısını yapmış olmalıydı.
* * *
İskeleye yaklaşmakta olan vapurun önüne çarpan dalgalar rıhtımda saklayıp parçalanarak beton zeminde eridi. Vapur kısa kısa üç düdükle iskelenin solundaki tekneyi, çekilmesi için uyardı. Hafif bir rüzgar çıkıp, rıhtımda boydan boya boşaltılmış harfiyatın üzerinden kesif bir toz bulutunu Anadolu Kulübüne doğru savurdu. Vapur iskeleye yanaşmıştı. İskeledeki tekne, motor iskelesine doğru kaçıp kendini emniyete aldı.
İç kısmının harfiyat dolgusu bitmemiş, iskeleden kulübe doğru, denizin ortasına çekilmiş, iç kısmında denizin kirli bir havuzu andırdığı beton blokun üzerinde yavaş adımlarla dalgın, yürüdü. Alnındaki çizgiler derinleşmiş, gözlerindeki hüzün denizin durgun sularında titreşiyordu. Şakaklarından itibaren saçlarında iyice belirginleşen beyaz saçlar olgun bir kişilik kazandırıyordu. Yılların hasretle katmerleşmiş yorgunluğu omuzlarını çökertmek yerine, alnındaki çizgilere, gözlerimdeki durgun enginliğe çöküyor, apayrı bir aleme alıp götürüyordu benliğini.
İskeleden yüz metre kadar ileride, beton zeminden denize inen merdiveni inip, betonun suyla kucaklaştığı son basamakta
344
durdu. Gözlerini sudaki aksine kenetleyip üçüncü basamağa çöktü. Cebinden çıkardığı Oltu taşı teşbihini yavaş yavaş parmaklarının arasında dolaştırdı.
Güneş Heybeliada'nın omuzlarına çöküp batıya doğru alçal-dı ve kırmızı, kocaman bir portakal gibi ufukta asılı kaldı. Batıda gurub yerindeki bulutlar kırmızının renk renk tonunu emip kan emmiş bir sünger halini alırken, doğu ufkuna turuncu lacivert mat renkler hakim olmaya başlamıştı. Dragos'tan Kadıköy'e uzanan karşı sahil çizgisi üzerine sis çökmüş, flu görüntü romantik bir ressamın tuval üzerine ustaca çizdiği bir tablo güzelliğine bürünmüştü.
"İlahi fırçanın çizdiği eşsiz güzellik" diye düşündü. Gözleri hayalleri kadar uzak, ümitleri gibi belirsiz, silik sahillerin çizgisini boydan boya taradı. Kalktı, merdivenleri çıkıp iskeleye doğru yürüdü.
Tarih 3 Eylül'dü. Yaz mevsimi yavaş yavaş yorgunluğunu göstermeye başlamıştı. Güneş artık eskisi gibi yakmıyordu ve denize girenler ise tek tuk denecek kadar azdı. Ara ara çıkan hafif rüzgar, okşayıcı ve ılıktı.
Cihan üç yıldır adaya uğramamıştı. Buruk hatıralar saklıyordu buraları. Bugün ise yeni, taptaze ümitler yeşeren gönlünde o eski hatıraları yeniden yaşamak arzusu uyanmıştı.
Ömrünün üç yılını paylaştığı Adadaki evi artık harabeye dönmüş bir halde yorgun ve çaresiz bulmuştu. İkinci katın ahşapları çürümüş, çatı yer yer çökmeye yüz tutmuştu. Boyalar dökülmüş, pencereler daha melul bakar olmuştu. Bahçede birikip üstüste çürüyen yapraklar uzayıp büyüyen, bozulan çimler, yabanileşen güller, azmanlaşan fenix ve palmiyeler bahçeyi tamamen yabanileştirmişti. "Yıkılmış bir gönül, harabeye dönmüş bir mekan...İkisinin de yeniden bahara taşınmasının zamanı çoktan geldi" diye geçirdi içinden.
Bakışlarını çevirip, bir sihirli sürpriz, herşeyi yeniden diriltecek bir müjde ararcasma Hilal'in yazlığına baktı. Orasının da
345
yıllardır kapısının açılmadığı belliydi ama bir bahçıvanı, ilgileneni olduğundan bakımsız ve virane değildi. Boyası badanası temiz, bahçesi bakımlıydı. Pencerelerin kapalı duran ahşap pancurları, diri görünen bedenin, içinde ruhu olmayan bir ceset olduğunu ele veren cansız bakışlar gibiydi.
Son birkaç gün bitmek bilmemiş, her dakikası sene olmuştu adeta. Şirketin yoğun işleri, Hamdi beyin vefatı, daha bir sürü meşgale, eline, ayaklarına, bedenine, tüm benliğine vurulan uçmak istedikçe çekip yere bağlayan, mahkum eden zincirler gibiydiler.
Niheyet işlerini düzene koymuş, hazırlıklarım tamamlamış, yolculuğa hazır durumdaydı. Yüreği kıpır kıpır, gönlü heyecanla dobdoluydu.
Aslında Hilal'in adresini bile bilmiyordu. Erhan bey, Hilalin kendini yalnızlığa mahkum ettiğini, kimseyle görüşmediğini söylemişti. Pek inandırıcı değildi, ama ısrar etmemişti. Halasının adresi vardı elinde. Oradan öğrenebileceğine inanıyordu. Amerika'da ilk önce Hilal'in halasını bulacak, ondan adresi alacaktı. Bu kadarını yeterli bulmuştu.
Geriye dönüp, evin eskiyen ahşaplarını seyrederken, yeniden geçmişi düşündü. Zor günlerin geride kaldığına inanıyordu. Evi çatıdan aşağı süzerken kararım verdi, îlk fırsatta burasını, gönlüne ve zevkine göre yeniden inşa ettirecekti.
Saatine baktı vakit hayli ilerlemişti. Yaşadığı hayal aleminden başını kaldırdığında ortalığın karardığını farketti. Sokak lambalarının mecalsiz ışıklan karanlığa direnmeye çalışıyordu. Rıhtımdaki ışıklardan denize akseden yakamozlar suda, asude ürperişlerle derinlemesine uzayıp gidiyordu.
Bahçeyi son bir kez dolaştı. Kapıları kapatıp kilitleyerek çıktı. Vapur saati yakındı. Yürürse yetişemeyeceğini düşünüp bir fayton çevirip bindi. Kırbacın şaklamasıyla atlar dörtnala iskeleye doğru savruldu.
346
* * *
Sabah namazından sonra camiden çıktığında pırıl pırıl, masmavi bir hava gözlerine gülümsüyordu. Uçak saat onda kalkacaktı. Sabah trafiğinde Yeşilköy'e ulaşmak hayli zaman alırdı. Erken çıkmak zorundaydılar. Eve gelip son hazırlıklarım tamamladı. Bahçıvan valizleri aşağı indirirken, kendisi de çantasını alıp çıktı. Uyanması için Canan'a seslendi. O da çoktan kalkmış, namazım kılmış, teşbih çekiyordu. Cihan seslenince kapıya çıktı.
—"Hadi hazırlan, birazdan gidiyoruz."
Canan hazırdı. Cihan koridorda dolaşıp, aynanın karşısında gözlerini seyrederken, çantasını alıp çıktı. Son derece şık ve güzeldi.
'      —"Ben hazırım." —"Peri kızı gibisin." —"Teşekkür ederim."
Sim beyle vedalaşıp çıktılar. Cihan, şirket şoförünü dokuz buçukta Yeşilköy'de olması için tembihlemişti.
Trafiğe rağmen seri hareket ediyordu. Yeşilköy'e geldiklerinde saat tam dokuzbuçuktu. Şoför de gelmiş, dış hatlar girişinde bekliyordu. Arabayı şoföre teslim edip dış hatlar servisine girdiler. Yirmi dakika sonra, son işlemler tamamlanmış, pasaport ve valiz kontrolleri yapılmış, uçakta yerlerini almışlardı. Canan ilk defa uçağa biniyordu ve oldukça heyecanlıydı. Koltuğa sıkıca yapışmış, tedirgin bir hali vardı.
Birkaç dakika sonra hostesin uyarısının ardından uçak pistte hızla hareket etti. Biraz gittikten sonra da yavaş yavaş havalandı, ahenkli bir kavisle İstanbul semalarında süzülüp istikametini batıya çevirdi. Cihan sakin görünüyordu ama onun kalbi de bir başka heyecanla çarpıyordu. Canan ise, ürkek, tedirgin, pencereden dışarı bakıyordu.
347
Uzun süren yolculukları boyunca Canan sık sık heyecanlandı. Uçak bulutlara girip hava boşluğuna düştüğünde, korkuyla Cihan'a sarıldı.
Uçak, Los Angeles üzerinde alçalmaya başladığında şehir üzerine yağmur sonrasını andıran hafif bir sis çökmüştü. Belli ki az önce yağmur yağmıştı. Şehrin üzerindeki sise rağmen yüksekte hava açık, gökyüzü masmaviydi. Yüksek gökdelenler, geniş, kalabalık caddeler, klasik bir Amerika görüntüsü çiziyordu.
Uçak alçaldı, alçaldı ve ıslak piste indi. Uçağın kapısı açıldığında Cihan oturduğu koltukta, gizleyemediği heyecanına hakim olamıyordu. Hilal'e kavuşmak üzere olmanın, yıllarca biriken hasret, çekilmez olan ayrılıktan sonra, ikisinin de kavuşmaya hazır durumda olmasının verdiği sürürdü onu heyecanlandıran.
Uçak merdiveninin son basamağından ıslak zemine ayak bastıklarında Amerika topraklarını adımlarken Canan'ın hafif ürperdiğini hissediyordu Cihan. Pasaport konrollerini yaptırıp, elektronik cihazlarla arandıktan sonra, çantalarım alıp çıktılar.
Çıkış kapısında, onbeş yirmi metre ileride duran kırmızı renkli spor araba dikkatini çekti Cihan'ın. Dikkatini çeken, araba değil de, önünde duran genç kadın olmuştu. Kadının kadın olması, genç olması değil, giyimi ve tavırlarıyla, tesettürüyle, onun müslüman ve daha da ötesi, aşina olduğu bir sima oluşu dikkatini çekmişti. Cihan onu tanımakta güçlük çekmedi.
Arabanın önünde bekleyen genç kadın, Hilal'in en yakın arkadaşlarından Asuman'di. Asuman hanımla Adada tanışıp, kocası Amerikalı Davit'le beraber bir kaç gün beraber olmuşlar, uzun uzun sohbet etmişlerdi. Bu beraberliğin ve sohbetlerin de vesilesiyle Davit, İslâm'ı araştırmaya başlamış, sonuçta islâm'ı seçmiş, Asuman da tesettüre riayet etmeye başlamıştı. Şimdi burada, Cihan'ın tanışmadan aynı uçakta yolculuk ettiği bir yakınını bekliyor olmalıydı.
348
Cihan yanılmamıştı. Asuman az ötede sağ taraftan kendisine doğru gelen genç kadın ve erkeğe "abi, yenge!" diye heyecanla koşup sarılmıştı. Asuman abisine sarılırken, gözü az ötede kendilerine bakan Cihan'a takıldı. O da Cihan'ı tanımakta gecikmemişti. Daha önce ölüm haberini o da almış olmalıydı ki, heyecanlandı. Abisine: "Az bekleyin" deyip Cihan'dan tarafa koştu.
—"Cihan bey! Aman Allahım! Siz! " diye heyecanlandı. "Size, öldü demişlerdi!" diye hayretini açığa vurdu.
—"Asuman hanım! " diye, onu tanıdığını ifade etti Cihan. "Öyle biliniyordu ama, ölmedik. İşte görüyorsun ki ölü değilim. Hayal de görmüyorsunuz."
Asuman misafirlerine Cihan'ı tanıttı. Cihan'a da, "abimle yengem" diye misafirlerini tanıttı.
—"Memnun oldum. Bu da Canan."
Cihan, nedense Canan'ın, kızkardeşi olduğunu söyleme gereği duymamıştı. Asuman'a Hilal'i sordu.
—"Asuman hanım, sizi gökte ararken yerde buldum. Sanırım Hilal'le görüşüyorsunuzdur. Benim de buralara kadar niçin geldiğimi sormanıza gerek yok. Bana Hilal'in adresini verebilir misiniz?"
Asuman, onun yanında genç bir kadınla buralara gelip Hilal'i aramasına şaşırmıştı ama şaşkınlığını belli etmedi.
—"Hilal'le görüşüyoruz. Size onun adresini vereyim. Hatta sizi ona götürmekten mutluluk duyardım. Ama üzülerek söyleyeyim, o şu an Amerika'da değil."
—"Ne? Nerede peki?"
Cihan şaşırmış ve heyecanlanmıştı. Tepesinden aşağı bir kazan kaynar su boca edilmişti adeta. Alnında soğuk terler birikmişti. Ne hayallerle gelmişti buralara. Yine mi hasret bekliyordu, yine mi ayrılıktı paylarına düşen? Kendini toparladı.
349
—"Peki ne zaman ayrıldı Amerika'dan? Nereye gitti? Geri dönecek mi?"
Asuman'ın takındığı tavır pek ümit verici değildi.
—"Hilal birkaç gün evvel uzunca bir seyehate çıktı. Belki bir ay, ya da daha fazla süreceğini sanıyorum seyahatinin."
—"Nereye gitti? Adres bırakmadı mı?
—"Üzgünüm. Gezici bir turla çıktı seyahata. Uzakdoğuya gitti. Sabit bir adresi yok. Önce İtalya'ya uğrayacaklardı. Floransa, Venedik. Oradan da Uzakdoğuya uçacaklar. Singapur, Malezya, Endonezya, Japonya'ya filan uğrayacaklar. Yani uzun sürecek seyahatleri. Ve devamlı hareket halinde olacaklar. Ardından gitsenizde bulamazsınız. "
—"Şu anda bu saydıklarınızdan hangisinde olabilirler? Önceden rezervasyon yaptırmadılar mı?"
—"Malesef. Belirli bir programları yok. Duruma göre hareket erdecekler."
—"Tur acentasının adresini verseniz."
Asuman çantasından bir kağıt alıp, Hilal'in adresiyle, seyehate çıktığı tur adresini yazdı. "Şu an bu verdiğim adreste yok inanın" diye de tekrarladı. Eğer Cihan isterse, arabasıyla bu adrese götürebileceğini de vurguladı. Cihan, Asuman'a herşey için teşekkür edip, misafirlerini bekletmemesini, kendisi gidebileceğini söyledi. Başı öne eğilmiş, gözlerine hüzün çökmüştü. Onun nasıl üzüldüğünü, düştüğü hayal kırıklığını Asuman da hissedebiliyordu. Üzüntüsünü belli etmemeye çalışarak Asuman'a döndü.
—"Çok teşekkür ederim Asuman hanım. Size hayırlı günler. Kusura bakmayın, vaktinizi aldım."
Cihan dönüp kısa adımlarla Canan'a doğru yürürken Asuman garip çelişkilerle boğuşuyordu. Cihan, Hilalin seyehatte olduğunu öğrendiği an, adeta yıkılmıştı. Bu onun buralara çok
büyük ümit ve hayallerle geldiğini gösteriyordu. Bütün bunlar oldukça garipti. Cihan, Amerika'ya Hilal'i aramaya, yanında genç ve güzel bir kadınla gelmişti. Hanımı olmalıydı. Tekrar evlenmişti demek. Peki evlendiği halde, üstelik hanımını da yanına alıp Hilal'in peşinden buralara kadar gelmesi nasıl izah edilebilirdi? Bu çok saçmaydı.
Cihan göründüğünden de perişan durumdaydı. Hilal'in -Amerika dışında olabileceğini hesaba katmamıştı. Programı kısa süreli yapmıştı. Onbeş gün içinde geri dönmek zorundaydı. Su şişeleme tesislerinin açılışını yapacaktı. Herşey ona göre hazırlanıp programlanmıştı. Ertelenmesi ticari prestiji ve daha birçok sebepten bu imkansızdı.
Canan'a birşey söylemedi. Canan yüzündeki ifadeden bir-şeylerin ters gittiğini anlamıştı. O da birşey sormadı. Üşümeye başladığını hissediyordu Cihan. Zaman, mekan, eşya, herşey anlamsızlaşmıştı bir anda. Büsbütün yabancılaşmıştı herşey benliğine. Ruhunda amansız depremler oluyor, iliklerine kadar titriyor, sarsılıyordu.
Canan'ın kolundan sıkı sıkı tuttu. Onu bile yeniden kaybe-divereceği korkusuna kapılmıştı herhalde. Yürüdüler. Yüksek binalar, az önce yağan yağmurun caddelerde bıraktığı ıslaklık su birikintilerinde titreşen ışıklar. Varlık bir gölge oyunundan, bir sabun köpüğü kabarcığından, ya da balondan mı ibaretti? Şuan öyle sanıyordu Cihan.
Asuman direksiyon başında Cihan'in vakur görüntüsünün ardında gizlenen sarsıntıyı bir süre seyretti. Cam kenarındaki sigara paketinden bir sigara alıp yaktı. Dumanı açık duran camından arabanın dışarıya savurdu.
Cihan az ileride taksi şoförüyle birşeyler konuşuyordu. Gideceği adrese kendilerini götürmesini istiyordu mutlaka. Asuman, taksi şoförünün kısa bir konuşmadan sonra Cihanla Canan'ın valizlerini bagaja koyup, kapıyı açarak onlara, binmelerini işaret edişini seyretti. Gaz pedaline yüklenip aksi istikamete uzaklaştı.
350
351
*   *   *
Gece geç vakitte otele döndüklerinde, Cihan biktin, halsiz ve çaresizdi. Akşama kadar dolaşıp durmuş, aklına gelen tüm çareleri sonuna kadar zorlamış, hiçbir şey elde edememişti.
Önce seyehat acentasına gitmiş, Uzakdoğuya düzenledikleri turun rezervasyonları hakkında bilgi edinmek istemişti. Prensip olarak böyle bir bilgiyi veremeyeceklerini söylemişler "zaten belli bir programlan yok" demişlerdi. Oradan netice alamamıştı.
Temiz bir otel dairesi kiralamışlardı. Rahat, sade ve iyi dekore edilmiş, dinlendirici bir mekandı. California'da Pasifik yolu üzerinde denize bakan üçüncü katta bir yerdi. Büyük pencerelerini okaliptüsler gölgeliyordu. Şehrin gürültüsünden uzak, manzarası mükemmel, bahçesi geniş, yüksek okaliptüsler, palmiye ve fenixlerle yemyeşil bir yerdi.
Eşyalarını yerleştirip üzerini değiştirdi. Rahat bir kıyafet giyip kanepeye uzandı. Canan yorgun olmalıydı ki, odasına çekilip hemen uyumuştu. Kendisi de yorgundu ama uyku tutmuyordu. Sabahı uykusuz, gözünü kırpmadan karşılayacağından emindi.
Kalkıp pencerenin önünde durdu. Ellerini göğsünde kavuşturup, tüllerin gerisinden dışarıyı seyre daldı. Karanlık, loş ışıklarını da okaliptüs yapraklarının kararttığı bahçede birşey göremiyordu. Görmek de istemiyordu zaten. Onun aradığı şey daha başkaydı. Hilal'in evine gidişini düşündü.
Corona Del Mar'de Pasifik otoyolundan okyanusa inen geniş sokaklardan üçüncüsünün köşesinde durdu. Sokak ismini okuyup yürüdü. Üçüncü evin önünde tekrar durdu. Büyükçe bir bahçe içinde güzel bir evdi. Bahçe kapısından içeri girdi. Beş altı basamaklı mermer merdiveni çıkıp zile bastı. Bekledi tekrar bastı. Üçüncü seferden sonra dönüp gitmek üzereydi, içerden ayak sesleri geldi. Ümitlendi. Geri dönüp kapının açılmasını bekledi.
352
Belki Asuman yanılmıştı. Belki Hilal'di içerdeki. Ayak sesleri onundu belki de. Birazdan kapı açılacak, karşısında. Hilal'i bulacaktı kimbilir.
Kapı açıldı, orta yaşlı bir kadındı kapıyı açan. Kadına İngilizce olarak Hilal'i sordu. Aldığı cevap aynıydı. Hilal, seyehate çıkmıştı.
—"Peki hiç aramadı mı? Nerede olduğunu söylemedi mi?"
Üzüntüden boş bulunup Türkçe konuşmuştu. Kadın şaşırdı. Bakışları ve tavırları değişti. Daha bir yakınlık gösterdi ve o da Türkçe karşılık verdi.
—"Malesef beyefendi. Aramadı."
Demek o da Türktü. Acaba Hilal'le mi gelmişti Türkiye'den buralara? Yoksa burada mı tanıyıp bulmuştu çalışması için onu Hilal? Elinde bir tek kırmızı gülle merdivenin başında kökünden sökülmüş çınar ağacı gibi sarsılıyordu. Hizmetçi kadın, Ci-han'ın haline mana verememişti.
—"Beyefendi neyiniz var? Siz titriyorsunuz. İçeri buyurun bir kahve yapayım size."
—"Teşekkür ederim, yok bir şeyim" diye geçiştirdi Cihan. İçeri girmedi.
Üzgündü. Gözbebekleri titrek pırıltılarla tüm çaresizliğini ifade ediyordu. Elindeki gülü, dudaklarına götürdü, avuçlarına alıp okşadı, dikenlerine aldırmadan avuçlarında sıktı. Ellerine dikenlerin batmasıyla bir kaç damla kan, gülün yapraklarına damlamıştı. Hizmetçi kadının şaşkın bakışlarına aldırmadan gülün yapraklarını tek tek koparıp avucunda topladı. Avucun-daki yapraklan kapının eşiğine bıraktı. Gülün yapraksız kalan sapını, solda merdivenin başındaki saksıya bıraktı. Hizmetçi kadının gözlerine son bir kez baktı. Dönüp merdivenleri inerken:
—"Hilal'e selam söyleyin. Ararsa ya da döndüğünde Cihan geldi, sizi aradı deyin."
353
Bahçe kapısından çıkıp koşar adımlarla sokağın köşesinde kayboldu.
Hilal'in evinin önünde yaşadığı bu çaresiz dakikalar yeniden zihninde canlandı. Sol eliyle, şakaklarını oğuşturdu. Sıkıntılı bir şekilde of çekti. Odanın ortasında uzun müddet dolaştı. Komidinin üzerindeki kitabı alarak sayfalarını karıştırdı. Okuduklarından tek kelime anlamıyordu. Kafası karmakarışıktı. Birşey anlayacak durumda değildi. Kitabı kapatıp yerine koydu. Lambaları söndürüp abajuru yaktı.
Uyumayı denedi. Yatağa uzanıp ellerini ensşsinde kenetledi. Gözlerini tavana dikip, bakışlarını abajurun loş ışığıyla gölgelerin dansettiği avizede sabitleştirdi. Uyku, limanına uğramı-yordu. Ta on yıl öncesinden başlayıp Hilal'le hatıralarını, onun sevdasıyla, hasretiyle kavrulduğu, biraz olsun unutabilmek için diyardan diyara koşup durduğu tüm zamanlar hafızasında birikip, dirilip tek tek yeniden gözlerinin önünde geçit resmine başladı.
Saatler geceyarısım gösterirken hâlâ uyanıktı. Yatağın üzerinde sağa sola dönüp duruyordu. Sonunda uyuyamayacağını anlayıp kalktı. Aynanın karşısına geçip, artık melankoliye dönüşen hüznünü, alabildiğine yorgun gözbebeklerinde seyretti. Gözlerindeki durgun ifadede, derinlemesine uzayan enginlikte, gözlerinin gördüğü, yaşadığı herşeyi tüm tazeliği ve canlılığıyla yeniden seyretmeye, yaşamaya daldı. Dudaklarından yine kendisine ait bir beyit süzülüp otel odasının duvarlarında yankılandı.
"Bakamam aynaya aynada hüzün Bakamam aynaya aynalarda sen"
Gözbebeklerinde, bakışlarındaki boşluk , adeta içine çöreklenen amansız boşluğu, kırık bir ayna gibi bölük pörçük ifade,! ediyor, aynaya aksettiriyordu. Gönüldeki boşluk, hiçbir boşluğa! benzemez. En derin uçurumlar bu boşlukla boy ölçüşmekten ac-j ze düşer. Gönüldeki yorgunluksa, hiçbir mesafenin, hiçbir yü-i
354
kün yorgunluğu gibi olmaz. Gönül yorgunluğu ömür yorgunluğudur. Bir ömrün yükü vurulur insanın omuzlarına. Cihan, aynanın karşısında bu boşluğu bu gönül yorgunluğunu yaşıyordu an be an tüm hücreleri ve tüm benliğiyle. Hasret yorgunluğu, hayal kırıklığı alnının ortasından şakaklarına, oradan da gözbe-beklerine uzanıyor, donup kalıyordu.
Masanın başına oturup çantasından bir kağıt aldı. Kalemini alnında, saçlarında dolaştırıp, şakağına dayadı. Duygularını bir şiirle mi, yoksa kalemi kendi haline bırakıp içinden geldiği gibi bir yazıyla mı ifade edeceğine karar vermeye çalışıyordu.
Sevgiyi hasretçe yaşamak ne zor şeydi. Sevdanın ardından ummanlarca sürüklenip, sonunda tüm ümitlerin sabun köpüğünün sudaki baloncuğu gibi patlayıp yok olması dayanılmaz bir acıydı. Aşıkın maşukuyla arasına giren mesafeler ne kadar amansız, gönüldeki vurgunu nasıl da insafsız, devasız oluyordu.
Böylesi bir vurgun yediğini hatırlamıyordu. Hani bir söz vardır, yara nerdeyse insanın canı oradadır, diye. Yaşadığı hal buydu. Ömrü vurgun yemekle geçmiş, hiçbirinin acısı daha az olmamıştı. Ama ateş düştüğü yeri, düştüğü an yakıyordu. Geçmişin acısı zamanla hafifliyordu herhalde. Zira, Hilal'den ayrılışında yediği vurgun daha az şiddetli değildi. Ailesinin başına gelenler, Afganistan'da Kabil Hapishanesinde yaşadıkları yine hakeza.
Ummanlann yükünü omuzlamış bir zerreydi adeta. Bin bahar geçse gönlünde kırılan, yıkılan ümidini yeşertmez, bin tufan yağmurunu boşaltsa dudaklarındaki susuzluğu gidermez, yüreğindeki yangını söndürmez sanıyordu.
Kalemi kağıt üzerinde serbest bırakıp, içinden geldiği gibi dolaşmasına göz yumdu.
"Ummanlar dolaştım ömürlerce. Her ummandan-bir vurgun, her sevdadan bir yangın kaldı yüreğimde. Ne içimdeki fırtınadan kaçıp sığınabilecek bir sığınak, ne ummanlardaki yük-
355
selen dalgalardan korunabilecek bir korunak bulabildim.
"Çok şey değildi istediğim. Sadece sevgi... Sevgi benim için az şey de değildi. Ardına düşüp kendimi parçaladığım, parçalandığım, ömürlerce çırpındığım bir ufuk çizgisi oldu bu sevgi. Koştukça, yaklaştıkça kaçan, uzaklaşan, bir türlü yetişemediğim bir ufuk.
"Sen ise kimbilir, hâlâ ölü biliyorsun beni. Ölüm haberimi aldığından beri, belki başka bir haber almadın benden. Yoksa koşar gelirdin bilirim. Belki de alıştırdın kendini benim ölmüş olmama. Kendine yeni bir dünya kurdun belki. Kimbilir hangi iklimde, nasıl bir rüyaya daldın.
"Ben ise, ne şehadete erişebildim, ne de özlediğim iklimde yaşamaya. Bir girdaba kapıldım sonunda. Sevginin girdabında mecnunlarca amansız bir çalkantıyla çırpınıp durdum.
"Bilmelisin ki, bu girdaptan yine senin sevginle, sana kavuşmakla kurtulabilirim. Bu fırtına hasretimin bitmesiyle diner. Bu dalgalar, ılık , sıcacık, sevgi dolu nefesinle sükuna erer.
"Bilemem... Bu kadim iklim hangi baharı bekler gelmek için. Alev bürüyen ufukları güller, tayfunla kabaran sulan mehtap ne zaman kucaklar bilemem...Tükenir mi bütün bu mesafeler? Kimbilir."
Gözlerinden bir iki damla gözyaşının kağıda damlayıp, mürekkebi yer yer dağıtmasına mani olamamıştı. Başını kaldırıp etrafa boş gözlerle baktı. Abajurun loş ışığında yazıyı tekrar okudu. Gözlerinde amansız bir acının derinlemesine uzayıp giden boşluğu, abajurun ışığında perdede titrer gibiydi. Saatine "    baktı, sabaha karşıydı. Abdest alıp iki rekat namaz kıldı. Uzun uzun dua etti. İyi gelmiş, biraz rahatlamıştı. Dua, en büyük sığınağıydı.
Namazdan sonra gidip, yorgun bir tavırla perdeyi araladı. Dışarısı alacakaranlıktı. Bahçede belli belirsiz seçilmeye başla-
356
yan mevsimlik çiçeklere, okyanusun aydınlanan sulanndaki ürperişine baktı. Odanın içerisinde tekdüze adımlarla bir süre dolaştı. Saatine tekrar baktığında sabah namazının vakti girmişti. Saatle vakti tayin etmek zorundaydı. Seccadeyi serip, sabah namazına durdu.
Canan uyanıp abisinin yattığı odaya geçtiğinde, yatağının bozulmamış olduğunu görüp hayrete düştü. Demek sabaha kadar üyumamıştı. Onun Hilal'i bulamayınca çok üzüldüğünü, kahrolduğunu görmüştü, ama bu kadarını beklemiyordu. Abisini böyle tanımamıştı. Soğukkanlı, her zaman temkinli olarak görüyordu onu. Demek sevda bambaşkaydı. Onun verdiği haz da, acı da bambaşka, hiçbir hazza ve acıya benzemiyordu demek.
Giyinip salona geçti. Cihan namaz kılıyordu. Masanın üzerine baktığında hayreti daha da arttı. Kül tablası sigara izmari-tiyle doluydu. Oysa sigaradan nefret ettiğini, bu yaşına kadar hiç sigara içmediğini biliyordu. Demek bu kadar dayanılmazdı çektiği acı. Masanın üzerinde duran başka şeylere ilişti bakışları. Açık duran çantasına... Üzerinde mürekkepli kalem duran, mürekkebi yer yer gözyaşıyla dağılmış, mektup niyetine yazılmış çizgisiz kağıda...
Abisinin, özel şeylerini okumak, ilgilenmek adeti değildi. Ama merakını yenemeyip mektuba yaklaştı. Abisi namazı oldukça yavaş kılar, secdeleri uzun tutardı. Mektubu okuyabilmek için epey zamanı vardı. Mektuba dokunmadan, üzerine eğilip okudu. Bu mektup Cihan'ın şu an içinde bulunduğu ruh halini, onu uykusuz olarak sabahlatan yürek yangınını en güzel şekilde ifade ediyordu. Mektubu okuyunca o da üzüldü. Mektubu okuduğunu abisi bilmemeliydi. Namazın sonuna gelmiş, ta-hiyyata oturmuştu. Birazdan selam verirdi. Canan da mektubu bırakıp, abdest almak için lavaboya gitti.
* * *
Hizmetçi kadın odayı havalandırmak için pencereyi açtı. Bu
357
sırada bakışlarına Hilal'in karyolasının sağındaki komidinin üzerinde duran fotoğraf ilişti. Fotoğrafa daha dikkatli baktı. Şaşırdı, hayrete düştü. Nasıl olmuştu da bu odaya her girdiğinde gördüğü bu fotoğrafın sahibini bugün kapıda gördüğünde tanıyamamıştı. Fotoğraf, az önce Hilal'i soran, seyahate çıktığını öğrenince, yıkılmış bir halde dönüp giden adamın ta kendisiydi.
Fotoğrafı alıp uzun uzun seyretti. Bugün kapıda gördüğü adamla bu fotoğraf arasında, nerden baksan, bir on yıl vardı. Fotoğraf yirmilerinde, fotoğrafın bugünkü sahibi otuzlarınday-dı. Fotoğraftaki saçlar simsiyah, gözler, duygulu bakışlar daha bir bambaşka umut doluydu. Fotoğrafın kapıda gördüğü sahibiyse geçen on yılın, yıllara gizlenen sevda ve hasret yüküyle d ıha bir yorgun, ak düşen beyazlayan saçları, hüzün çökmüş yorgun bakışlarıyla daha bir feleğin çemberinden geçmiş biriydi adeta.
Hizmetçi kadın Hilal'in evde olmayışına, Cihan'ın üzgün, geri dönüp gidişine üzüldü. Duygulu bir kadındı. Mazisinde aynı sevgiler, yüreğinde aynı ateş onun da vardı. Gidip kapı eşiğine, az evvel Cihan'ın serptiği gül yapraklarını tek tek topladı. Saksıya attığı gül sapını da alıp tekrar Hilal'in yatak odasına döndü. Topladığı yaprakları itina ile bir vazoya koyup komidine yerleşterdi.
Hizmetçi kadın, Hilal'in seyahate çıkışıyla aynı gün izine ayrılmıştı aslında. Bugün Hilal'in evine, bir aksilik var mı diye bakmak, pencereleri açıp evi havalandırmak için uğramıştı.
California'nm kuzeyinde, Boreüks Renge'de oturan kızkar-deşinin yanına gelmişti kocası öldüğünde. Bir müddet onunla kalmış, sonra da zar zor oturma izni alıp çalışmaya karar vermişti. Bir tanıdıkları vasıtasıyla Hilal'le karşılaşmış, onun yanında çalışmaya başlamıştı.
Bir iki saat sonra evde işleri tamamdı. Açık pencereleri tekrar kapattı, pancurları kontrol etti. Odaları tek tek dolaşıp, salonun açık duran balkon kapısını kapattı. Televizyonun fişini
pirizden çekti. Çantasını alıp çıktı. Anahtarı çantasından çıkarıp kapının kilidine yerleştirerek iki defa çevirdi. Kapıyı kilitledikten sonra evi bir de dıştan kontrol etti ve ayrıldı. * * *
Amerika'ya gelişlerinin üzerinden bir hafta geçmişti. Bu süre içinde Hilal'in seyehat rezervasyonları ve dönüş tarihleri hakkında daha fazla bilgi edinememişlerdi.
Hilal, California'nm kuzeyinde en güzel banliyolardan birinde oturuyordu. Cihan birkaç kez gidip Hilal'in evini uzaktan seyretti. Her seferinde ümitle kapıyı çaldı. Ama ne Hilal'i bulabildi ne de kapıyı açan oldu. Neticeyi bilerek gitmiş olsada, ümitleri kırılmış olarak geri döndü.
Amerika'ya gelişlerinin üçüncü günü Cihan bir araba kiralamıştı. Çareyi gezerek vakit geçirmekte bulmuşlar, Cihan kız kardeşi Canan'ı gezdiriyor, işi oluruna bırakmış gözüküyordu.
Cihan, Amerika'yı ve karşılaştıklarını yadırgamamıştı. Zaten Amerika'ya ilk gelişi değildi. Canan ise gördükleri karşısında şaşırmış, yadırgamıştı Amerika'da olup bitenleri. Ama yavaş yavaş alışıyordu. En çok ta California ve civarını sevmişti. Cihan ilk günkü, Hilal'i bulamamanın şokunu atmış görünüyordu. İçten içe üzülüp sarsılsa da pek belli etmiyordu. Kabullenmiş görünüyordu durumu. Canan'ın heyecanına ayak uydurmuş, onbeş günlük vaktini hiç olmazsa güzel bir tatile dönüştürmeye çalışıyordu. Kendisi için bu işkencenin tatil olması düşünülemezdi, ama bari Canan mutlu olsundu.
Bugün sekizinci günleriydi Amerika'da. Hava oldukça güzel, gezmek için idealdi. Önceki bir iki günü Los Angeles'ta geçirmişler, gökdelenler arasında dolaşmaktan sıkılmışlardı. Her türden insan manzaraları, hele de uyuşturucu ve alkol müptelalarının, homoseksüel ve travestilerin sergiledikleri mide bulandırıcı manzara bunaltmıştı. Bugün biraz tabiata açılmak istemişlerdi. Los Angeles'tan kuzeye açıldılar önce. Santa Barbara
358
359
taraflarından güneye, gezilerini sürdürdüler.
Saat on civarında Las Vegas'a doğru yola çıktılar. 101 nolu otoyoldan güneye doğru ilerlediler. 134 numaralı otoyolu izleyip eyaletlerarası 210 numaralı yola çıktılar. Los Angeles ve banliyöleri güneyde, Angeles ulusal ormanı kuzeyde kalmıştı. Moja-ve çölünü geçerlerken Canan çöldeki kum manzarasının güzelliğine bayıldı. Çöldeki dalgalı, farklı renk tonlarında, kumların estetik görünüşü, çölü kaplayan kaktüs ve çalılıklar ilginç, ilginç olduğu kadar da güzeldi.
Ertesi günü Las Vegas'ta geçirdiler. Charleston Peak'e ve Mead gölüne geziye çıktılar. Cumartesi günü sabahtan Las Ve-gas'tan ayrılıp 95 numaralı yoldan California'ya doğru hareket ettiler. Uçsuz bucaksız bozkırlarda ilerlediler. Haritaya bakarak Tahoe gölüne ulaştalır. Göl harikaydı. Doğusunda Sierra Nevada dağları yükseliyordu. Bu göle dünyanın en duru suyu dendiğini okumuştu Cihan. Suları ışıl ısıldı. Maviyle yeşilin yüzlerce şaşırtıcı tonunu yansıtıyordu. Göl civarında birgün konakladılar. Tekne kiralayıp göle açıldılar.
Güneş batı ufkuna değip, denizi öperken California'ya ulaştılar. Okyanustan esen hafif bir rüzgar palmiyelerin, okaliptüslerin yapraklarını hışırdatıyordu. Giderek uzayan gölgeler arasında günün son turuncu mor ışıkları da yavaş yavaş kayboluyordu.
Günler geçiyordu. Hilal'den hâlâ bir haber yoktu. Amerika'ya geleli onbeş gün olmuştu. İlk hafta daha çok büyük kentlerde geçmiş, uçakla Washington ve New York'a gidip birer gün gezmişler, Los Angeles'i dolaşmışlardı. Sonraki hafta, batı Amerika'yı Santa Barbara'dan başlayarak kuzeyden güneye, küçük banliyolar ve açık havada dolaşarak gezmişler, vakit geçirmeye çalışmışlardı. Cihan, Hilal'i bulamayacağını anlayınca kendini tamamen gezmeye vermiş, biraz da Canan'ın isteğine uyup oradan oraya olağanüstü bir performansla normalde katedilmesi zor mesafeleri dolaşmışlardı.
Programlarına göre artık geri dönmeleri gerekiyordu. Cihan'in işleri oldukça yoğundu. Ayın 19'unda su tesislerinin açılışı, ay sonunda ihalede alınan inşaatın temel atma merasimi vardı. Hazırlıkları kontrol etmeliydi. Ama, canı Hilal'in eşiğinden onu bulmadan ayrılıp gitmek de istemiyordu. Onbeş gün boyunca şirketi sık sık aramış, işler hakkında malumat almıştı. Herşey yolundaydı. Onbeş günün sonunda tekrar arayıp işler hakkında son durumu öğrendi. Açılış ve temel atma hazırlıklarını kontrol edip eksikleri tamamlama sorumluluğunu Besim beye bırakıp, seyahati bir hafta daha uzattığını bildirdi.
Akşamın alacakaranlığı atmosferi doldurduğunda otele yöneldiler. Alacakaranlığın ömrü kısaydı. Okyanus kıyısında gece çabuk olurdu. Güneşsiz gökyüzünün doğusu şimdiden siyah, tepesi mor, batısı da sürekli koyulaşan bir kan kırmızısıydı. Ardından gecenin örtüsü gelip bastırdı.
* * *
Bir hafta California'da Hilal'in seyahatten, dönüşünü beklemekle, hergün sabah akşam Hilal'in evine uğrayıp, gelip gelmediğine bakmakla geçti. Seyahat acentasının kapısını hergün aşındırmayı, Uzakdoğu'ya düzenledikleri tur kafilesinin ne zaman döneceğini sormayı sürdürdüler. Aldıkları cevap hep aynıydı. Tek cümlelik bir cevap:
•—"Ay sonunu bulur."
Cihan üzüntüsünü belli etmiyordu ama onun her halinden, dalıp dalıp gidişinden, ne kadar üzgün olduğunu anlamak mümkündü. Durumu kabullenmiş, aldırmıyor görünüyordu. California'nın yakın banliyolarını, okyanus kenarı boyunca kuzeye güneye katedip gezdiler. Akşamları da geri otele döndüler. Geçip giden günlerle beraber Cihan'm gönlünde kalan son ümit kırıntıları da uçup gitti. Artık seyahati daha fazla uzatamazlar-dı. Bu pazartesi dönmek zorundaydılar. Cihan uçak biletlerini almış, yola çıkmak için son hazırlıklarını tamamlamışlardı.
Canan'a kalsa beklemek, Hilal'i almadan dönmemek istiyor-
360
361
du. Tanımadığı Hilal'i, ömrünün son on yılını sevdasıyla, amansız bir fırtınanın önünde savrulurcasına geçiren Cihan kadar sevemezdi. O, buna rağmen dönmek zorunda kalıyorsa, kendini buna mecbur hissediyorsa, Canan'a bunun aksini düşünmek düşmezdi. Bu düşünceyle Cihan'a hiçbirşey söylemedi.
Pazartesi sabahı oldukça erken kalktılar. Sabah namazlarını kılarak son hazırlıklarını yaptılar. Saat dokuzdan önce otelden ayrıldılar. Cihan havaalanına gitmeden önce Hilal'in evine son kez uğramak istiyordu. Kiraladığı arabayı bir gün önceden teslim ettiklerinden Corona Del Mar'e kadar bir taksiyle gittiler. Cihan, Canan'ı Pasifik otoyolu kenannda bir parkta bırakıp hemen ileriki sokakta, Hilal'in evine yürüdü.
Hâlâ içinde bir ümit vardı. Belki artık kaybetmeye tahammülünün olmadığından şartlanmıştı buna. Bu ümitle Hilal'in evine giderken köşedeki çiçekçiden en güzel gülü seçip aldı. Sokağın köşesini döndüğünde gözleri sadece Hilal'in evini görüyordu. Bu yüzden ikinci evin kapısındaki saksıya takılıp sendeledi, düşmekten zor kurtardı kendini. Bahçe kapısına gelince pencereye umutla baktı. Pancurlar hâlâ kapalıydı. Kapıya kadar gidip zile uzun uzun bastı. Boşunaydı. Belki onbeş dakika kapıda bekledi. Açan olmamıştı. Hizmetçi kadın da yoktu evde. Zaten onu ilk seferki gelişinden sonra hiç evde bulamamıştı.
Uçağın kalkmasına az bir zaman, ancak yetişebilecekleri süre kalıncaya kadar kapıda bekledi. Gözü hep sokağın başındaydı. Biraz sonra Hilal'in, Cihat'in elinden tutmuş olarak sokağın başında görüneceği hissi ve ümidiyle bekledi. Bu ümitle heyecanlandı. Belki hiç gözünü kırpmadı bu süre içinde.
Artık uçağın kalkış saati yaklaşıyordu. Çaresizdi. Saatine baktı, gülü elinde evirip çevirdi. Yapraklarını koparmaya kıyamadı. Gülü kapı eşiğine koydu. Cebinden kalem kağıt çıkardı. Sırtını kapıya verip çöktü. Dizine koyduğu defterin üzerindeki kağıda bir iki cümlelik bir not yazdı.
"Hilal...Aramıza giren iklimlerin, aşılmaz mesafelerin bitti-
362
ğini sanmıştım. Buralara kadar gelip yirmi gün eşiğinde bekledim. Gelmedin. Dönmek zorundayım. Kapına bir gül bıraktım. Dönmek, kavuşmak dileği ve umuduyla hoşçakal... M. Cihan AKIN"
Kağıdı katlayıp pervaza sıkıştırdı. Kararsız ve ümitsiz bir halde kapıda bir iki dakika daha bekledi. Kapıda, bahçede, pencerelerde Hilal'e ait birşeyler aradı. Son bir kez sokağın köşesine baktı, gelen yoktu. Gönlündeki son ümit kırıntılarını da kapıda bırakıp yürüdü.
Onüçotuzda havaalanındaydılar. Uçağın kalkmasına yarım saat vardı. Kontrollerini yaptırıp uçağa bindiler. Türk Hava Yollarına ait, üzerinde Türk bayrağı ve THY arması bulunan uçakta yerlerini aldılar. Cihan, dokunsalar ağlayacakmış gibi bir yüz ifadesiyle bir süre camdan dışarı baktı. Sonunda önündeki dergiyi alıp sayfalarını karıştırdı. Anlaşılan yüzünü, gözlerini saklamak istiyordu. Okuduklarından tek kelime anlayacak durumda değildi. Düşünceyi düşünmemeye, zihnindeki yoğunluğu başka şeylere yöneltmeye çalışıyordu.
Biraz sonra uçak hareket etti. Hızla yükselip, bulutların arasında, okyanusa, Los Angeles'a, çelikten bir kuş gibi yükseklerden bakmaya başladı. Cihan hâlâ derginin sayfalan arasında geziniyordu.
# * *
Hilal'in uçağı Amerikan semalarında süzüldüğünde yerel saat ondörttü. Uçak alçaldı, alçaldı ve Los Angeles havaalanına indi.
Seyahatini yarıda kesip dönmüştü. Beraber seyahate çıktığı grup en azından on gün daha kalacaktı Uzakdoğu'da. Endonezya da iken peşpeşe gördüğü garip rüyaların tesiriyle ani bir karar verip, yer bulabildiği ilk uçakla dönmüştü.
Nedense canı hemen eve gitmek istemiyordu. Asuman'ın evi Los Angeles'taydı ve havaalanına daha yakındı. Eve gitmeden
363
ona uğramayı düşündü. Evde miydi acaba? Herzaman birbirlerini arayıp sürekli görüştükleri halde, seyahate çıkalı Asuman'ı aramamıştı. Belki bu da kaderin habersizce ördüğü ağlarından bir parçaydı. Acaba Asuman, aramadığı için danlmış mıydı? En iyisi onu telefonla arayıp, kendisini havaalanından almasını istemekti.
Çıkış kapısının hemen yanındaki ankesörlü telefondan Asu-man'ı aradı. Telefon bir iki kez çaldıktan sonra açıldı. Telefonu açan Asuman'dı.
—"Asuman! Ben Hilal. Nasılsın?"
—"Aaa... Hilal sen misin? Nereden arıyorsun? Bugüne dek neden hiç aramadın?"
—"Havaalanındayım, döndüm..."
—"Döndün mü? Hani daha geç gelecektin, bir aksilik mi oldu?"
—"Yoo... Sıkıldım, ani bir kararla kalkıp geldim."
—"Hemen bana gel. Yo yo, bekle ben gelip seni alıyorum. Sana çok önemli haberlerim var."
—"Neymiş o önemli haberler?"
—"Sabret, eve geldiğinde anlatırım, şimdi bekle, hemen geliyorum"
Telefonu kapatıp bekleme salonuna döndü, üzerinde hürriyet anıtının fotoğrafı bulunan tablonun altındaki koltuğa oturdu. Tam karşısındaki duvarda asılı duran tabloda Amerika kıtasının keşfini sembolize eden, sahile yanaşmış yelkenli gemiler vardı.
Hilal boş gözlerle bir süre salonu süzdükten sonra çantasından bir kitap çıkarıp sayfalarını karıştırdı. Kitap, Aleks Ha-ley'in Malkolm X isimli kitabının ingilizce baskısıydı. Bir zamanlar adadaki yazlıkta iken Cihan tavsiye etmiş hatta Türkçe baskısını okuması için vermişti.
364
Bu hacimli kitapta Amerikalı zenci lider, Malkolm X'in biyografisi vardı. Tatilde iken daha değişik, şöyle roman türü bir kitap okumak yerine bu kitabı okumayı tercih etmişti. Belki Ci-han'ın hatırasına karşı bir borç bilmişti bu kitabı okumayı. Ta-tildeyken kitabın sonuna gelmişti. Şuan okuduklarından tek kelime anlamıyordu. Aklı tamamen Asuman'ın çok önemli dediği haberdeydi. Neydi acaba!? Bir ölüm haberi filan olsa sesinin tonu daha değişik, endişeli ve titrek olurdu. Oysa sesinde hüzün değil heyecan vardı. Kitabın önünde açık duran sayfasında dikkatini çeken paragrafı tekrar tekrar okudu.
"İslâm dünyasının dinsel temele dayalı toplumdaki renk körlüğü ve islam dünyasının insan severlik temeline dayalı toplumdaki renk körlüğü işte asıl bu iki olgu, benim önceki düşünce şeklimde her geçen gün daha büyük değişiklikler yapıyor ve önceki zihniyetimden sürekli caydırıyor beni." Bu sözlerin sahibi İslâm'ı ve müslüman toplumunu tanıdıkça eski ırkçı fikirlerini nasıl değiştiğini vurguluyor, Amerika'ya hakim olan siyah beyaz ayrımının İslâm'da nasıl aşıldığım anlatıyordu.
Kitabı kapattı. Okuduğu birkaç satır zihnini çok yormuş, gözleri yorulmuştu. Elinin tersiyle gözlerini oğuşturdu. Aslında zihnini yoran, merak ettiği şu önemli haberdi.
Aradan yirmi dakika geçmişti ki, güneş ışıklarının röfle yaptığı pencere camından Asuman'ın kırmızı spor arabasını gördü. Cihat'ın elinden tutup dışarı çıktı. Asuman, Hilal'in tam yanında arabasını durdurup indi. Hilal onun gözbebeklerinden vereceği haberle ilgili endişe, hüzün, ya da sevinç türü emareler aradı. Asuman'ın gözlerinde, yüzündeki mimiklerde iyi haberlerin işaretleri vardı. Yüzünde dalga dalga sevinç, ve heyecan uçuşuyordu.
Hararetle sarılıp kucaklaştılar. Hilal vakit geçirmeden Ci-hat'ı arabanın arka koltuğuna bindirip, ön koltuğa, Asuman'ın yanına attı kendini. Asuman gaz pedaline yüklenip araba hareket ettiğinde Hilal, Asuman'ın gözlerinin içine, soran bakışlar-
365
la, nedir şu önemli haberin, der gibi bakıyordu. Asuman gözleri trafikte, Hilal'e bakmadan konuştu.
—"Son zamanlarda Cihan'dan haber aldın mı?" Hilal heyecanlandı. —"Ne gibi bir haber!?"
—"Mesela öldüğünün kesinleşmesi, ya da yaşadığı yönünde."
—"O, gönlüme kurşun gibi saplanan haberden sonra daha kötü bir haber alma korkusuyla İstanbul'u aramıyorum ki."
—" Daha kötüsü ne?"
—"Öldüğünün kesinleşmiş olması."
—"Peki sana bunun tam tersini söylesem."
Hilal kulaklarına inanamıyordu. Başı döndü gözleri karardı. Başını ön cama doğru eğip sol elini şakağına bastırdı.
—"Asuman şaka yapmıyorsun ya, ya da rüya filan görmüyorum değil mi? Cihan yaşıyor mu? Bunu sana kim söyledi."
Asuman onu yatıştırmak için sağ eliyle omuzundan kavrayıp koltuğa yaslanmasına yardımcı oldu. Eliyle sakin ol diye işaret etti. Çantasından bir sakinleştirici çıkarıp Hilal'e içirdi. Bir müddet Hilal'in yatışmasını bekledi.
—"Bana Cihan*ın yaşadığını kimse söylemedi, onu kendi gözlerdimle gördüm. O, yaşıyor Hilal... Cihan yaşıyor."
Hilal sakinleştiriciye rağmen başını torpido gözüne doğru eğmiş, hıckıra hıçkıra ağlıyordu. Asuman arabayı sağa çekip durdu. Hilal'i teskin etmeye çalışıyordu. Verdiği bu haberin devamında onun daha da heyecanlanıp üzüleceğini bildiği için sakinleştiricinin biraz daha tesirini göstermesini bekliyordu. Hi-lal'se aldığı bu haberin doğruluğundan emin olmak istiyordu.
—"Lütfen. Herşeye yeni yeni alışmaya çalışırken, başa çıkabilmek için uğraşırken, bir yanlış anlama, bir benzetmeyle, ya
366
da yanılmayla yeniden yaralanmaya tahammülüm yok. Yüreğimi yerinden oynattın. Yanılmış, birini ona benzetmiş olamazsın ; değil mi? "
'       —"Yanıldığım ya da birine benzettiğim filan yok. Adamcağız 'beni, ben onu tanımadan daha önce görüp tanıdı.
"Havaalanında abimleri bekliyordum. Abimlerin indiği uçaktan indiler. Çıkışta beni tanıyıp yanıma geldi. Bana, seni sordu. Seyahatte olduğunu öğrenince perişan oldu adamcağız. Nasıl sarsıldığını görmeliydin. Senin adresini aldı. Geç döneceğini söyleyince seyahata çıktığın tur acentasının adresini aldı benden. O tarihte nerede olabileceğinizi, rezervasyonlarınızı sordu.
"Bunların hiçbirini bilmediğimi, bir aydan önce dönmeyeceğini söyledim. Bunları duyunca bir an bayılıp düşeceğini sandım. O kadar zamanım yok diyordu, inliyordu adeta. "
Hilal, Cihan'ın yaşıyor olmasına o kadar sevinmişti ki, sevincinden çocuklar gibi ağlıyordu. Ama bitiyor, bitti gibi gözüken hasretin, aradan kalktı sanılan mesafelerin yeniden aman-sızca büyüyeceği bir yanlış haber ve zannın farkında değildi. Biraz evvel Asuman'm "uçaktan indiler" sözündeki "ler" ifadesine takılmıştı. Duymamış gibi yapamazdı. Yeni bir korku şakaklarında dolandı. Kimdi bu "ler" ya da kimlerdi.
-—"Uçaktan inerken yalnız değil miydi?"
Asuman'm bu soruya vereceği cevap yüreğinde yeni bir yangının, belki Cihah'ın ölmüş olmasından daha beter bir ateşin benliğini kasıp kavuracağı bir yanılgı olacaktı:
—"Benim de bir türlü anlayamadığım bu zaten. Adam buralara kadar senin ardından gelmiş, bu kesindi. Ama yalnız değildi. Buralara seni arayıp bulmaya gelirken yanında birinin olmasında şaşılacak ne var diyeceksin. Ama bu yanındaki genç bir kadınsa bu biraz tuhaf değil mi?"
Hilal yeniden heyecanlanmış, benliği dolaşık bir yumak gibi
367
karmakarışık olmuştu. Sesi çığlık gibi, ta bağrından, canevin-den fırlayan bir kurşun yakıcılığıyla gırtlağını yırtarcasına çıktı.
—"Yanında bir kadın mı vardı?"
—"Bunu sana söylemenin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Ama seni boş umutlarla avutamazdım. Yanında bir kadın vardı. Genç, güzel, tesettürlü bir kadın. Çok samimiydiler. Bana onu tanıştırdı. Adına ne demişti, şimdi hatırlamıyorum."
Hilal hâlâ sakinleştiricinin tesiri altındaydı. Bu yüzden bu habere olağanüstü bir tepki göstermedi. Garip bir tavırla gözleri doldu, bakışları uzaklara kayıp koltuğa yığılırcasına yaslandı, elini şakağına bastırdı.
—"Evlenmiş mi demek istiyorsun? Aman Allah'ım!! Cihan evlenmiş mi? Yeniden mi evlenmiş?!"
Adeta sayıklıyordu. Garip şeylerdi duydukları. Cihan evlenmiş miydi? Yanındaki kadın başka kim olabilirdi? Madem evlenmişti, hem de evlendiği kadını da koluna takıp niçin buralara kadar gelmiş, kendisini aramıştı? Kinaye mi yapmak istiyordu? Al, sen benden hep kaçtın, bana hep acı verdin, hasret verdin. Başkasıyla mutlu olamayacağımı mı sandın demeye getiriyordu. Hayır. Cihan'ı iyi tanırdı. Cihan böyle bir tavıra girebilecek bir insan değildi. Peki bu da değilse, bütün bunlar ne demek oluyordu?
Asuman'ın yüzüne bakmaya cesaret edemez bir halde, elini alnından almadan konuştu:
—"Asuman, beni eve götür. Kendi evime. Ne olur, lütfen..."
Asuman, hiçbirşey söylemeden direksiyonu Pasifik yoluna çevirdi. Cihat ne olup bittiğini kavrayabilmiş değildi ama annesinin hissettiklerini, üzüntüsünü anlayabiliyordu. Onu teselli etmek için arka koltuktan uzanıp kucakladı. Eğilip yanaklarından öptü, saçlarını okşadı. Hilal de oğlunun bu teselli ve sevgi öpücüklerine, dönüp yanaklarını, gözlerini öperek karşılık verdi.
368
—"Oğlum. Bir tanecik yavrum..."
Sesi daha bir hüzünlü, bambaşka keder yüklüydü. Deprem kuşağı California en şiddetli gönül depremlerine sahne oluyordu. Birkaç gün önce burada Cihan'ın yüreğinde fay hattı kırılmış, şimdi Hilal'in benliği amansız depremlerle sarsılıyordu. İki gönül ve yürek de yüzlerce depremi saniyelere sığdırıyordu.
Araba Pasifik yolundan Corona Del Mar'e, Hilal'in evinin bulunduğu sokağa döndü, evin önünde durdu. Hilal arabadan inip Cihat'ın bileğini sıkı sıkı kavrayarak merdivenlere koştu. Kapıya geldiğinde gözleri kapı eşiğine bırakılmış kırmızı bir güle takıldı. Gül, kapı eşiğine yeni konmuştu. Yapraklarında en küçük bir solma, tozlanma, yıpranma yoktu. Kırmızı yaprakları capcanlıydı. Bu gülü eşiğe bırakan Cihan'dan başkası olamazdı.
Hilal, yerdeki gülü alıp aceleyle etrafı kolaçan etti. Görü-. nürlerde kimse yoktu. Yolda da karşılaşmamışlardı. Gülü dudaklarına yaklaştırdı, kırmızı yapraklarında, herşeyiyle Cihan'ı görür gibi oldu. Heyecanlandı. Hâlâ ne kadar da seviyordu. Gülün yapraklarına damlayan gözyaşları bunu perçinliyordu.
Benliğinde herşey flu bir haldeydi. Cihan hâlâ kendini deli gibi seviyordu. Bu kesindi. Peki evlenmek?..Hanımını da alıp buralara kadar gelmek, kapıya bu gülü bırakmak. Bütün bunlar neyin nesiydi? Cihan ne yapmaya çalışıyordu?
Asuman da yanına gelmişti. Ona dönüp birşeyler söyleyecekken bu sefer kapı pervazına sıkıştırılmış kağıda ilişti gözleri. Heyecanla kağıdı alıp açtı. Cihan'ın el yazısını aynı heyecanla okudu.
"Hilal...Aramıza giren iklimlerin aşılmaz mesafelerin bittiğini sanmıştım. Buralara kadar gelip, yirmi gün eşiğinde bekledim. Gelmedin. Dönmek zorundayım. Kapına bir gül bıraktım. Dönmek, kavuşmak dileği ve umuduyla, hoşçakal..."
Son kısma isim ve imzasını atmış, tarih yazmıştı. Bugünün
369
tarihiydi. Onüçotuz uçağına yetişeceğim diye bir not düşmüştü. Kader ağlarım dakikalara sığdırmış, aşılmaz örmüştü yine. Yeni hasretler, yeni aşılmaz mesafeler giriyordu aralarına. Kimbi-lir, seven gönüllerde kaç ömür uzayacak mesafeler, kaç batman ağırlaşacak hasretler...
Halsiz, peşpeşe gelen şok haberlerin sarsıntısıyla mecalsizdi. Yığılıp kalmamak için Asuman'a tutundu. Onun halini gören Asuman koluna girdi, elindeki anahtan alıp kapıyı açtı. Hilal'in salondaki kanepeye uzanmasına yardım etti.
—"Biraz uzanıp dinlen. Çok yıprandm."
Ecza dolabından bir sinir hapı daha alıp, Hilal'e içirdi. Cihat olup bitenlerden pek birşey anlamamıştı, şaşkındı. Gelip annesinin başucuna oturdu. Kollarını boynuna sarıp, yüzüne eğildi. Soran bakışlarını annesinin gözlerinin içine sabitleştirdi. Hilal hiçbirşey söylemeden Cihat'a sarılıp, onu bağrına bastı. Hıçkın-yordu.
Güneş batının en batısında California'nın batı ufuklarında kesif bir kızıllık bırakıp başka iklimlerde yeni doğuşlarla, yeni bir güne gülümseyip, takvim yapraklarından bir yaprağı, ömürlerden bir günü daha alıp götürmeye hazırlanırken, doğudaki mor, turuncu tonlar Cihan'ı alıp götüren uçağın arkasından koyu bir karanlığa bürünüyordu. Akşam olmuştu.
Gönlü paramparçaydı. Hiçbirşeyi yaşanmamış sayamazdı. Cihan yaşıyor olsa da gönlünde öldürüp, sevdasını yüreğinin de-riniklerine gömebilseydi belki herşey daha kolay olurdu. Ama yapamıyordu. Sevdasını taşımak, onu hasret hasret, ateş ateş, kor kor yaşamak, onu yüreğinde öldürmekten daha kolay mıydı? Belki kolaydı ama yürekte açacağı yaralar onulmaz, yaktığı ateş söndürülmez oluyordu.
Telefon edilmiş, bir saat sonra hizmetçi kadın apar topar gelmişti. Gelir gelmez de, Hilal'in yatak odasına çıkıp elinde bir vazoyla geri dönmüştü. Vazoda topladığı gül yapraklarını Hilal'in avucuna boşaltmış, Cihan'la kapıda konuşmasını, onun
370
nasıl üzgün, perişan dönüp gittiğini, giderken gülü avucunda nasıl, ellerini kanatıncaya kadar sıktığını, yapraklarını koparıp kapıya savurduğunu, gözlerindeki hüznü uzun uzun anlattı.
Hilal avucundaki kurumuş gül yapraklarına baktı. Gülün sapında yeşil yapraklarının üzerinde kan lekeleri duruyordu. Kuru yapraklan burnuna götürüp kokladı. Zedelemeden öptü. Herşeye, kuru yapraklara, bugün eşikte bulduğu güle, pervaza sıkıştırdığı mektuba, kapıya, onun kokusu, sıcaklığı sinmiş gibiydi. Uzun süren uçak yolculuğunda yorulan, annesinin hüznüyle üzülüp yıpranan Cihat uyumuştu. Asuman gitmemiş, Hi-lal'i teselli etmek, ona yardımcı olabilmek için çırpınıp duruyordu.
Hilal kararını vermişti. Cihan'ın yeniden hayatına girmesine, kurduğu yuvayı dağıtmasına müsade etmeyecekti. Hilal'i evli bildiği zaman kurmuştu mutlaka bu yuvayı. Buralara gelip kendisini aradığına, eşiğinde yirmi gün beklediğine, tekrar geleceğim dediğine göre bu yuvanın yıkılması mutlaktı. Buna muhal vermemeliydi. Kendisini bulamazsa bu yuva belki kurtulurdu. Bu evden taşınacak, izini kaybettirecekti.
* * *
371
"Çöplerin içinde rüya aradım Düştümse eğer sana bakarken düştüm"
29.
6 Ekim Pazartesi. Hava alabildiğine sıcak. Zemin kuru, yollar tozlu. Ayağını yerde sürüyerek yürüyenlerin, araba lastiklerinin kaldırdığı toz, genizlerde, nefes borularında tuhaf kurumalara yol açıyor. Burunlarda hafif bir toz nezlesi, terleyen insanların sırtı yapış yapış, beyazlar sapsarı.
Bugün İstanbul'un kurtuluşu... Sokaklardan, meydanlardan kovulan zihniyet beyinlere alabildiğine hakim. Kültür emperyalizmi. Cephelerden kovulanlar caddelerde buket buket çiçeklerle karşılanıp pespaye, yağ kokan iltifatlarla uğurlanırken kurtuluşu kutlamak?.. Garip. Ve son derece saçma. Beyinler, zihniyetler işgal edilmeyegörsün. Tüm işgaller oyuncak, figüran kalır. Eğer beyinler işgal edilememişse, görünür işgaller su emmiş ıslak mukavva gibi bükülür atılır meydanlardan. Bu değişmez.; İki kere iki dört ettiği sürece bu da böylece kalır.                      >
Yüreğini altüst eden duygularla yine çaresiz. Önünden tö-| ren alayı geçiyor. Aldırdığı yok. Böyle anlarda zaman ne de zor, geçiyor. "Onbeş gün değil onbeş asır adeta..." diye iç geçiriyor! Bitti derken katlanarak büyüyen mesafeler, Hilal'in bir yanlış! anlamayla başlayan kaçışı ve bunun kaç yıl değil kaç ömür sürecek bir yeni hasret olduğu, ayrılık olduğunu bilmiyor. Bir iki güne kadar tekrar gideceğini ve bütün dertlerinin biteceğini sanıyor.
Tören geçidi birazdan biter. Kalabalıklar İstanbul'u bir kez daha fethetmenin, kurtarmanın huzuruyla dağılır. İstanbul'u
372
işgal eden zihniyet hâlâ caddelerdeymiş, onun uzanamadığı iffetlere yerli uzantıları, kirletemediği zihinlere yerli maskelileri pekala ulaşmışmış kime ne? İstanbul'u kurtardılar ya!. Belediye ekibinin önünde kasılarak yürüyen yaşlı zabıta amirinin hali ne garip. Kır düşmüş bıyıklarıyla sanki kendisini selamlıyor.
Birden California'da buluyor kendini. "Hilal seyahatte. Hilal seyahatte. Seyahatte. O şimdi Amerika dışında. Bir aydan erken geri dönmez!." Asuman'ın havaalanında verdiği haber uğul-duyor kulaklardında. "Acaba hâlâ seyahatte mi? Dönmedi mi hâlâ? Hayır, hayır dönmemiş olamaz..."
Tahoe gölüne kayıyor zihnindeki kıvılcımlar. Dünyanın en duru suyu. Yeşilin, mavinin yüzlerce şaşartıcı güzellikteki tonu. Sierra Nevada dağlan... Las Vegas sokaklarında hâlâ hışırdayan okaliptüsler. Amerikalıların düş evliliği yaptıkları, evliliğin mukaddes bağı olan nikahın ticaretini yapan özel ticari kiliselerle dolu ilginç şehir Las Vegas... Amerika yolculuğu... O, nice umutlarla başlayıp, umutlan umutsuzluğa savuran yolculuk... Birbirinden kopuk kareler halinde, bölük pörçük hatıralar canlanıyor gözlerinin önünde.
Tören sona eriyor ve trafik açılıyor. Saatlerce tuttuğu nefesini birdenbire bırakıverir, ya da setlerle önü kesilen suyun önü birden açılıverir gibi, duran trafik hızla akmaya başlıyor. Adeta zihnindeki çalkantılardan kaçmak ister gibi, sonuna kadar yükleniyor arabaya.
Yarım saat sonra Altıyol'a tırmanan arabası Bahariye caddesine döndü. Adliyeye yakın, sağa girip arabayı parketti. Yoğun ve amansız bir derinlikle yaşamıştı son birkaç günü. Üçüncü katın penceresindeki tabelayı okudu. Tabela hâlâ değişmemişti. Pancurlar açık, hatta pencereler de. Demek içerde birileri var. İbrahim var mutlaka. Zaten pek bir yere ayrılmaz.
Kapıdan içeri süzülüp, merdivenleri hızla çıktı. Kapının önünde durup, açık duran kapıdan, kapının tam karışısında, masasının başında bir dosyayı inceleyen İbrahim'i seyretti.
373
Adet gereği, öksürdü ve İbrahim'e selam verdi.
—"Bir kere de dünyaya bak...Korkma zarar etmezsin..."
—"Senin gibi mi... O kadar baktın ki, ölmeyi dahi beceremedin."
—"En azından denedim."
Gülüştüler. İki can dostu sarılıp kucaklaştılar.
—"Otur hele... Artık uğramaz oldun."
—"Eee.. Naapalım. Dünyaya daldık..."
—"İşleri büyüttün."
Cihan aniden ciddileşti. Anlaşılan, gelişi öylesi sıradan bir sebebe bağlı değildi.
—"İbrahim!.. Hadi gidiyoruz. Şöyle iyi bir yerde yemek yiyelim. Seninle çok önemli konular var görüşmek istediğim."
—"Neymiş o önemli konular?"
—"Hadi, hadi... Yemekte öğrenirsin... Burada ayaküstü konuşacaksak yemeğin anlamı ne?"
İbrahim masadaki klasör ve dosyalan kaldırıp, vestiyerden ceketini aldı ve çıktılar.
* * *
Cihan son onbeş güne çok şeyler sığdırmıştı. Bugün üçüncü defadır mırıldandığı, "onbeş asır sanki..." ifadesi yaptığı işlerde adeta gerçeğe dönüşüyordu.
Yaptığı en önemli iş, yıllardır hayalini kurduğu, su şişeleme tesislerinin açılışıydı. Açılış bir hafta gecikmiş, 26 Eylül Cuma günü yapılmıştı. Gecikmenin sebebi Amerika'dan geç dönmesiy-di. Tabi başka bir sebep göstermişti bu gecikmeye. İlk defa iş disiplinini ve prensiplerini bozmuştu. Söz konusu olan Hilal olunca nelerini bozmamıştı ki ve daha ne prensiplerini bozacaktı] onun için.
İlk ünite tamamlanmış, su işi için ölü mevsim sayılan bir
374
zamanda, beklemeyip açılışı yapmıştı. "Bu mevsimde mi?" diye eleştirenler olmuş, hatta Cihan'ı ticareti bilmemekle, hissi hareket etmekle suçlamışlardı. İbrahim de aynı fikirdeydi. Araba istikametini boğaza çevirdiğinde Cihan'a alaylı bir gülümsemeyle konuyu açtı.
—"Şu, su işinde isabetli karar verdiğinden emin misin? Zamanlama olarak yani."
Cihan gülümsedi.
—"Sen de mi aynı kanaattesin?"
—"Elbette... Bu mevsimde nasıl bir çıkış yapmayı umuyorsun? İlk çıkış, ilk intiba çok önemlidir, biliyorsun."
Cihan, önündeki kamyoneti sollarken konuştu:
—"Anlaşılan, bu konuda teferruatlı bir bilgiye sahip değilsin. Zahmet edip araştırmaya da vaktin olmamış.
"Ticaret hissi davranılacak, hislerle hareket ederek netice alınabilecek bir iş değildir İbrahim. Biliyorsun son derece hissi bir insanım. Ama yine bilirsin, bir o kadar da dikkatli, hesaplı hareket eden biriyim.
"Çok şeyler yaşadım İbrahim. Aşık oldum, sevdayı hasretçe yaşadım, acı çektim, savaştım... Kısacası herşeyi yaşadım. Dikkat ettiysen savaştığımı söyledim. Ticaret de savaş gibidir. Silahı para olan, bazan kuralları çok daha katı olabilen bir savaş. Savaşta, hele hele benim yaptığım gerilla türü savaşta hedef, görmeden rastgele tetik çekmeye gelmez. Sektirmemelisin. İşte ticaret de böyle. Ben, bu bahsettiğim hedefi uzun uzadıya hesapladım, nişan aldım. Ve biraz zor seker. Haklısın, ben bu, açılışını yaptığım işletmede iç piyasaya yönelik iş yapmayı planlamadım.
"Bu müessese tamamlandı. Bu mevsimde tamamlandı. Şimdi ölü mevsim, deyip de Mayıs ayına kadar bu yatınım, bu işletmeyi bekletelim mi? Böyle bir anlayışla geçen hergün iki kere zarardır."
375
—"Planı yaparken bu zamanlamayı yapmak lazım" diye Ci-han'ın sözünü kesti İbrahim. "Planlama diye birşey vardır" diyordu.
Cihan gülümsedi. Kavşakta kırmızı ışıkta durdu. Sol elinin başparmağıyla alnını kaşıdı. Yutkundu:
—"Biliyorsun, Ocak'ta Afganistan'dan döndüm. Vakit kaybetmeden de, tüm yaşadıklarıma, olup bitenlere rağmen işleri toparlamaya koyuldum. Mart'ta su işini programa aldım. Kısa sürede bitirmeyi hedefledim ve istediğim zamanda da ilk üniteyi tamamladım. Bu zamanlamayı bilerek yaptım. Bu konuda, böyle bir zamanlamanın bu müesseseye ne getirip ne götüreceğini araştırıp hesapladım.
"Biliyorsun, bu işte sermayenin önemli ağırlığı Arap bir ortağa ait. Birleşik Arap Emirlikleri'nden bir ortak. Birleşik Arap Emirlikleri, Ortadoğu'nun bankacılık merkezi sayılır. Finansal etkinliği çok yüksektir. Arap ülkelerine para akışı, sermaye hareketi burada önemli bir düzeydedir.
"Ben bu işte pazar hedefimi Arap ülkeleri olarak belirledim. Bunun için de Arap bir ortağı bilerek seçtim. Pazarlama kolaylığı ve avantajı bakımından.
"Önümüzdeki hac mevsimine kadar bu pazarda, oturmuş bir piyasaya sahip olmayı hedefliyorum. Şuan yapılan bağlantıları açılan ünite ancak karşılıyor zaten. Risk yok anlayacağın."
Üsküdar'a gelmişlerdi. Mihrimah Sultan Camii'nde akşam namazını kıldılar. İbrahim ikna olmuş gözüküyordu. Ama şu, yemekte konuşacakları önemli konuyu merak ediyordu. Cihan'a birşey sormadı. Yemeği bekle, diyeceğini biliyordu.
Cihan, akşam yemeği için Boğaz'ı seçmişti. Bir zamanlar Hilal'le yemek yediği, o zamandan beri de çok sevdiği, temiz bir restorana rezervasyon yaptırmıştı. Restoran oldukça kalabalıktı. Cihan pencere kenarında, Boğaz'ın dalgalarının hafif ürperişlerle kulakları okşadığı, karşı rıhtımdaki ışıkların sularda
376
titreşen yakamozlarının tatlı bir renk seremonisi oluşturduğu, gönlünde çok daha özel bir yeri olan bir masa ayırtmıştı.
Cihan, garsona aparatif birşeyler söyledi. Konuya girmekte acele etmiyordu. Ama İbrahim'in bakışlan karşısında, artık konuyu açmanın zamanı geldiğini düşündü.
—"Gelelim şu, seninle konuşacağımız önemli konuya, Sayın İbrahim bey..."
İbrahim, bu espri yüklü resmiyete gülerek, sonra da hafif şaka yollu öksürerek karşılık verdi. Cihan bakışlarını İbrahim'in gözlerinden ayırmadan devam etti.
—"Senin şu, mali müşavirlik işine son veriyorum. Orasını artık kapatmayı düşünüyorum. Sırrı beyle kurmayı planladığımız vakfın merkezi olarak değerlendirebilirim orasını belki. "
İbrahim şaşırmıştı:
—"Şaka yapmıyorsun değil mi?"
—"Hayır, hayır. Son derece ciddiyim. Senin artık oraya ihtiyacın olmayacak zaten. Zira sen artık bizim şirkette üst düzey yönetici olacaksın. Benim vekilim."
—"Resmen emr-i vaki bu. Ben böyle bir şeye hazır olduğum kanaatinde değilim. Çılgınsın sen!.."
Cihan güldü:
—"Çılgın olduğumu herkes biliyor. Ama bunun çılgın bir tarafı yok bence. Bak koçum. Yıllarımız beraber geçti. Kim olduğunu, nasıl biri olduğunu, ne yapıp ne yapamayacağını çok iyi biliyorum. Sen bu işi yapabilirsin.
"Ben zaten işin başında olacağım. Sonra, biliyorsun çoğu senin de arkadaşın olan oldukça tecrübeli ve kaliteli bir ekibimiz var. Zorlandığında Sırrı beyden de yardım isteyebilirsin. Zaten kendi birikimin de yeterli. Daha ne istiyorsun!
"Bu arada birşeyi daha haber vereyim. Tamamen bilgisayar sistemiyle donatılmış, geniş bir uzman kadroya sahip bir bilgi-
377
işlem ve araştırma merkezi kuruyorum. Teknik malzeme, uzman ekip, herşey tamam. İşin başında da Canan olacak. Ona da bu işi emr-i vaki yaptım. O, bu işin tahsilini yaptı. Ben de şirkette çalışmak istiyorum, dedi. Ben de, bu sorumluluğu ona yükledim. Tabi o da yalnız olmayacak.
"Bugünden itibaren ben, sık sık belki uzun süreli uzak kalabilirim işlerden. Yokluğumda işin başında bir can dostum, gönül bağım olan biri olsun istiyorum. İş arkadaşlarımın, ekibimin tamamına güveniyorum. Hepsi işini kendi işi bilir, öyle sarılır işine ama, baştan sorumluluğu alması gereken biri olmalı. Besim bey yine genel müdür, Celalettin genel koordinatör, yönetim kurulu üyeleri yine aynı. Sizin sorumluluğunuz, imza ve karar yetkisi."
İbrahim'in sorumluluklarını, yetkilerini, teferruatlara kadar konuştular.
Hem yemeklerini yiyorlar, hem de konuşuyorlardı. Tatlıları- | nı yerlerken Cihan ücret konusunu açtı.
—"Gelelim işin mali yönüne."
İbrahim, can dostu Cihan'la para konuşmaktan, pazarlık havasına girmekten sıkılıyordu.
—"Para konusunu hiç açmasak. Önemli değil o kadar..."
—"Hadi, hadi. Alnının terinin, emeğinin karşılığını alacaksın. Hatır gönül başka konu."
İbrahim, normal bir yönetici maaşına evet diyordu ama Cihan, maaş artı şirkette belli bir ortaklık teklif ederek, İbrahim'in; "neye karşılık?.." diye itirazına rağmen ısrar edip kabul ettirdi.
Cihan hesabı ödedi ve çıktılar. Vakit epey ilerlemişti. Çengelköy'e geldiklerinde, arabayı çeşmenin yanına çekip sahile yürüdüler. Rıhtımda uzun süre mehtabı seyredip, sağdan soldan konuştular. Boğazın serin sularında ürperen mehtap gümüş H alevlerle gözlerine gülümsüyordu. Bu, zevkine doyum olmayan
378
manzarayı saatlerce seyrettiler.
Arabayı alıp Kadıköy'e geldiler. Cihan, İbrahim'i Bahariye caddesindeki, hem büro hem ev olarak kullandığı yere bırakıp evine döndü.
Yorulmuştu. Duş alıp yatsıyı kıldı. Yatak odasına çıkıp abajuru yaktı. Yatağa uzandı. Yine her zamanki gibi, bakışlarını tavanda sabitleyip hayalleriyle ummanlara açıldı. Sonunda gözleri tavanın, abajurun pembe ışığını emen derinliğinde yorulup yavaş yavaş kapandı, uykuya teslim oldu.
* *
379
"Nakış işler dilimin titremelerine
iki konuşma.arası görünür gördürenlerin
yüzün saçlarında yiter"
30.
12 Nisan 1987 Pazar. California. Daha önce taptaze umutlarla buraya uçup, kırık dökük bir gönülle geri dönüşünün üstünden tam sekiz ay geçmiş. Sekiz koca ay. Peki bu sekiz ayda ne değişmiş? Ömürden 240 güne yakın bir zamanla beraber çok şeyi de alıp götüren bu sekiz ay ne getirmiş?
Dışardan bakan biri için bu aylar tam anlamıyla Cihan'm devraldığı şirketlere yenilerini ekleyerek bir yıl içinde inanılmaz bir grafikle yükselişinin ayları. İnşaat şirketi tam rayına oturmuş, su işi mükemmel, yeniden kimya ve tekstil işine girmeye hazırlanıyor. Kurduğu bilgi-işlem merkezi saat gibi işliyor. Normalde bir yıla sığdırılması imkansız görünen ticari gelişme sağlanmış. İnsanı bir günde trilyoner yapıp bir günde beş parasız bırakabilen kaygan ticari sisteme rağmen, tam bir istikrar mevcut. Zira Cihan apayrı bir sistem geliştirip, kendi ticari sahasında uygulamaya koymayı başarabilmiş.
Kuş bakışı herşey mükemmel. Peki iyi gitmeyen ne? Aylardır Cihan'ı Amerika-Türkiye arası süründüren, Californîa'yla İstanbul'u birbirine komşu iki mahalle gibi yaklaştırmaya zorlayan, bambaşka dünyalardaki bu iki mekan arasında koşturan ne? Cihan neyin peşinde?
12 Nisan. Bıçak gibi keskin bir soğuğun nefesleri dondurduğu günler geride kalmış. Günlerin en uzunuyla gecelerin en kı-
380
sasına doğru hızlı bir zaman akışı var. California'da havalar çok güzel. Zaten California, Amerika'nın en sıcak, ekvator kuşağına en yakın, okyanusun ılıman iklimini en güzel yaşayan bölgelerinden biri.
Cihan, 1987'nin o nam-ı değer amansız kışını, keskin Mart soğuğunu, Şubat'ın yaz günü gibi yaşandığı güzel havalann ardından 4 Mart Çarşamba günü kazma kürek yaktıran, İstanbul'a devrinin en ağır kışını taşıyıp metrelerce kar yığan, adeta ilikleri donduran kış günlerini İstanbul'da yaşamış. Gönlünde daha da amansız fırtınaların koptuğu, kanı iliklerinde donarken, gönlünde en sıcak, volkanların çalkalandığı bir girdabı, bedeninin maruz kaldığı bu amansız kışla içice yaşamış.
Şu an California'da, Güney California'nın sırtını yasladığı .Santa Ana dağlarının yamaçlarında, Santiago vadisinden Pasifik'e bakan yüksekçe bir tepenin üzerinde. 12 Nisan Pazar. Henüz sabahın dokuzu olmamış. California'nın mütedeyyin aileleri henüz kiliselerde ayinde. Sabahın köründe ne işi var bu Allah'ın dağında.? Gönül işte. Hasret kavurmuşsa gönülü. Uykuyu elinden alıp geceleri zindan etmiş, rahat döşekleri ateşten kızgın bir zemin haline getirmişse, bunun mantıksız bir yanı yok. Zaman kavramı insanın benliğinde, hayatında başkalaşmış, gece ile gündüz farkını yitirmiştir bir anlamda. Zaman olur, geceyi bile böylesi dağ başlarında geçirtir insana.
Orange bölgesi, Santa Ana dağlan. Ortalık yemyeşil, adeta cennetten bir köşe. Tropikal iklim burada tüm marifetlerini bir tuval üstünde gözlere ikram eder gibi. Manzaraya tamamen hakim bir taşın üzerine çökmüş. Rahat, açık renk spor bir pantolon, üzerine siyah bir derimont, ayaklarına spor ayakkabı giymiş. Tam bir Californialı gibi rahat ve güvenli hareket ediyor. Bulunduğu yere çok kolay, çabucak adapte olabilen biri. Yaşadığı hayatın bir sonucu bu belki de.
Bir meşe ağacının gölgelediği, güneybatıya bakan taşın üstünde, gözleri Pasifik'in enginliklerine gömülmüş. Sabah güne-
381
siyle kristalleşen sularda sekiz aylık, arayış dolu, hasret dolu günleri seyrediyor, adeta yeniden yaşıyor. Ta ilk gününden, yani 10 Ekim 1986'dan itibaren suların enginliğinde o günlerini seyre dalıyor.
Serin bir Ekim sabahı. Los Angeles havaalanına iner inmez bir taksi tutup güneye, Corona Del Mar'e koştu. Hilal'in oturduğu evin bulunduğu sokağın başında taksiyi durdurup ücretini ödedi ve indi. Okyanusa inen sokağa dalıp, koşar adımlarla Hilal'in evinin önüne geldi. Durup nefes tazeledi, heyecanını yatıştırmaya çalıştı. Bir iki dakika sonra hasreti sona erecekti. Buna inanmıştı.
Umut dolu, pırıltılı bakışlarla pencereye baktığında olan olmuştu. Yüreğine tonlarca erimiş, kızgın kurşun boşaltıldı adeta. İnsana ruhsuz bakan pancurlarm üzerine kiralık, tabelası asılmıştı. Bu ne demek oluyordu? Hilal, ne zaman taşınmıştı buradan?
Bahçeyi geçip merdivenleri çıktı. Elini kapı ziline bastırıp bekledi. Uzun uzun çalan zil sesine içeriden en ufak bir ses, bir tepki, bir kıpırdanma olmadı. Sabırla bekleyip, umutla zili çaldı. Ama nafile. Evde kimsecikler yoktu.
Yandaki bahçeyi geçip komşu evin kapısını çaldı. Kapıyı orta yaşlı bir kadın açtı. ispanyol aksanıyla konuşan kadına, yandaki evde oturanları sordu. Zaten komşuluk ilişkileri zayıftı buralarda. Klasik makinalaşmış ve kapitalist toplum yapısı böyleydi.
Kadın, birkaç gün önce taşındıklarını, alelacele evden ayrıldıklarını, eşyaların daha sonra bir kargo şirketi tarafından alındığını anlattı. Nereye gittiklerini, niçin taşındıklarını bilmiyordu.
Cihan yorumunu yapmıştı. Bu bir kaçıştı. Hilal kaçmıştı. Ama niçin? Bunun bir sebebi, bir cevabı olmalıydı. Oysa Cihan hiçbir zaman olmadığı kadar kavuşmaya hazırdı. Ayrı kalmaları için hiçbir sebep kalmamıştı. Bu noktada korkunç bir ihtimal
382
beynini zonklattı. Acaba Hilal yeniden mi evlenmişti? Hayır, böyle birşey olamazdı. Olmamalıydı. Hem Asuman da böyle bir-şeyden bahsetmemişti ki. Ama aksini de söylememişti.
Daha sonra tüm sekiz ayı Hilal'i aramakla, ona ait bir iz bulmak gayretiyle geçirdi. Emlakçılara sordu. Hilal'in evi boşalttığı, taşındığı tarihlerde tutulan ev adreslerini alıp tek tek araştırdı. Büyükelçilikten bilgi istedi. İşine yarayacak bir bilgi alamadı. Hilal kendine ait bilgilerin gizli tutulması için yazılı müracaatta bulunmuştu. Buna da güvenlik gerekçesini sebep göstermişti. Üstelik elçilik görevlilerinin ifadesine göre, Hilal kendisi hakkında fazla bilgi de vermemişti elçiliğe. Hâlâ adresi aynı gözüküyordu elçilik kayıtlarında. Bu Cihan'a inandırıcı gelmedi. Ama başka çaresi de yoktu. Bütün bunlar Hilal'in izini bilinçli olarak kaybettirdiği, hatta evlenmiş olabileceği tezini kuvvetlendiriyordu.
Son çare olarak Türkiye ile resmi, gayr-ı resmi bağlantısı olan tüm bankaları araştırdı. Bir iki bankada hesabı vardı Hilal'in. Bazılarını kapatmış, bazılarındaki adresi değiştirmişti. Bankalar adres vermiyorlar, bu konuda yazılı müracaat yapıldığını söylüyorlardı. Alabildiği bir iki adreste de yoktu. Anlaşılan Hilal, Cihan'ın kendisine ulaşabileceği tüm yolları kapamıştı. Bankadan para çekmek için manyetik kartlar kullanıyor, bankaya uğramıyordu.
Cihan, uzun süren araştırmalardan sonra bu yolla da Hi-lal'e ulaşamayacağını anladı. Asuınan'ı bulmayı denedi. Ne adresi, ne telefonu hatta ne de Asuman'ın soyadını biliyordu. Bir Amerikalıyla evli olduğuna göre soyadı da değişmiş olacaktı. Keşke havaalanında karşılaştığında Asuman'ın arabasının plakasını alsaydı. Belki bu yolla trafikten kayıtları araştırarak Asuman'a, onun yardımıyla da Hilal'e ulaşabilirdi. Ama ne Misindi ki durumun böyle gelişeceğini?
Tuttuğu her ilmek eline geliyor, yavaş yavaş umutsuzluğa, karamsarlığa doğru itiliyordu. Ama yılmayacak, usanmayacak,
383
yorulmayacak, arayacaktı. Sonunda mücadelesini sürdürecek, buluncaya dek geri dönmeyecekti.
* *
Hayatının bu kesiti film şeridi gibi, okyanus sularında canlanıp gözlerinin önünden akıp gitti. Sekiz ayı bir saate sığdırıp hayalinde, tüm benliğinde yeniden yaşamak yormuştu.
Yorgun bir halde şakaklarını oğuşturdu. Boş gözlerle etrafı süzdü. Güneş yavaş yavaş yükselmiş, ortalık ısınmıştı. Tatlı, bunaltmayan bir Nisan havası vardı. Vadinin anayola yakın kesimlerinde hareketlenmeler başlamıştı.
Hilali bulmadan ya da ondan tamamen ümidini kesmeden Amerika'yı terketmek niyetinde değildi. Amerika'da bir kadını aramak için bulunduğunu söyleyemezdi. Hem, bu zamanı da fırsat olarak kabul edip, bu arada araştırma ve ihtisasına devam edebilirdi. Sevdasından topu topu üç beş kişinin haberi vardı. Bu konuyu herkese açıp yardım isteseydi, belki sonuca daha kolay ulaşılabilirdi. Ama gururu buna engel oluyordu.
İhtisasını derinleştirip doktora çalışmalarına başlamaya karar vermişti. En çok ekonomik konularda uzmanlaşmak istiyordu. İşin teorisini okumuş, daha önce yine Amerika'da bu sahada iki yıl ihtisas yapmış, uzun zamandır da ticaretin içindeydi. Hızla durgunlaşan dünya ekonomisine oldukça kaygan, risk faktörü çok fazla olan Türk ekonomisine rağmen ticari hayatta da başarılı olmak, başarısını devam ettirmek istiyordu. Bunu, kapitalist bir zihniyete sahip olduğundan değil, üstüne aldığı her işte olduğu gibi, ne olursa olsun, şartlar neyi gerektirirse gerektirsin başarmak zorunda olduğu için istiyordu.
Müslüman kapitalistleşmek deyip, işten uzak durduğu müddetçe ipler hep dürüst olmayan zalim zihniyetli insanların ve mihrakların eline geçiyordu. Bu böyle devam etmemeliydi. Müslüman bu sahada da kendini göstermeli, isbat etmeliydi. Ticaretin de müslümancası, dürüstle ve adaletlice olanı vardı. Parayı zulüm aracı değil, iyinin, doğrunun ikamesi için imkan ola-
384
rak görmeliydi. Her zehirin panzehiri kendi içindeydi. Duygusallıkla paraya karşı mücadele etmek imkansızdı. Son zaman-,larda müslümanların bu sahadaki müsbet adımlan sevindiriciydi..
Kendisi, işinde emin adımlarla ilerliyordu. Şu ana kadar değişik alternatifler geliştirmiş, kaynak sıkıntısı çekmemişti. Yöneldiği sahalar da daima cazibesini koruyabilecek sahalardı. Bu cazibeyi iyi kullanacak yetenek ve kapasiteyi kendinde görüyordu, ancak madem buradaydı, bu ekonomik merkezde, bu kapasitesini daha da arttıracak araştırmalara yönelmeliydi.
Uluslararası siyasi ve ekonomik ilişkiler daima cezbetmişti kendisini. Zaten bu iki faktör içiçeydi. Müslüman siyaseti bilmeliydi. Yönetimi, yönetmeyi bilmeli, kendini yönetenlerin, şu anda zulmedenlerin ne dümenler çevirdiğini bilmeliydi.
Yıllardır, Rusya'nın çökmeye doğru hızla sürüklendiğini, dünyanın tek kutuplu sömürü düzenine geçeceğini, karşı kutbun müslümanlar olacağını, buna hazırlıklı olmamız gerektiğini düşünüyordu. Zaten çökmeye mecbur bir sistem olan komünizmi Afganistan macerasının bitirdiğini Afganistan'dayken yakından görmüştü.
Medya bir zamanlar içinde bulunduğu bir sahaydı. Önemli bir güçtü. Daima da içinde olmayı planlıyordu. Piyasa araştır8-maları yapan bir bilgi-işlem merkezini kurmuş, reklam alanında cinsi cazibeyi sömürmeden reklamcılık yapılabileceğini göstermek, isbat etmek savaşına soyunmuştu.
Bu sahaların hepsine aynı mesafedeydi. Bulunduğu ülke de hepsinin önemli merkezlerinden biriydi. Hangisini tercih edeceği biraz da Hilal'in izini bulup, taşındıktan sonra nereye yerleştiğini öğrenmesine bağlıydı.
Aramaları neticesinde Hilal'in California eyaleti dışında bir yere yerleştiği kanaatine varmak üzereydi. Bir ara bu kanaate varmadan evvel, tanıştığı bir müslüman profesör vasıtasıyla California üniversitesine müraacat etmeyi düşünmüş hatta ha-
385
zırlıklannı tamamlamıştı. California üniversitesine müracaatı onu bu bölgeye bağlayacaktı. San Fransisco'yla Meksika sınırında güney California'daki Tejuana arasında bir yere, doğuya doğruysa, en uzağı Las Vegas olan bir noktaya bu üçlü sacayağı arasında bir yere yerleşmek zorunda kalacaktı.
Böyle bir sınırlama için Hilal'in bu bölgede olması ihtimali üzerinde durmuş, bu ihtimalin zayıf olması üzerine de bu müra-acattan vazgeçmişti. Hilal eğer California'yı terketmişse deniz iklimine yakın bir yere taşınmış olmalıydı. Burası güneyde Miami, Petersburg veya Hoüstan, belki Florida olabilirdi. Hatta doğuda Boston, Washington, New York, kuzeyde Chicago olabilirdi. Orası karasal iklim şartlarının ağır bastığı bir yerdi. Hilal'se hep derıizle içice olmuş, hep denizle yaşamış biriydi. Chicago'yu tercih etmesi zayıf bir ihtimaldi. Ama orada halası oturuyordu. Üstelik Michigan gölü de denizden aşağı kalmazdı. Oldukça büyük bir göldü. Bir bölümü ve epey bir sahili Kanada sınırları içinde kalan, kuzey doğusunda Kanada'nın Montreal kentine doğuda Detroit'e sahili olan kocaman bir göl.
Hilal'in, en azından hangi eyalet sınırları içinde olduğuna kanaat getirmek istiyordu. Bu noktada eyalet kayıtlarından araştırmayı düşündü. Ama bu sağlıklı olmazdı. Eyaletlerarası denetim öyle sağlıklı bir denetim ve kontrol altında değildi.
İstanbul'a son gittiğinde Hilal'in şirketle olan yazışmalarını, bu yazışmalardaki adres ya da faks numarasını araştırmış, maksadını da tam açıklayamadığından bir netice alamamıştı. Yazışmaları faksla yapıyordu. Ve değişik faks numaralarından çekiyordu. Son çektiği fakslarda da değişik bir sistemle faks çektiği numarayı siliyordu.
Bu noktada aklına değişik bir fikir daha geldi. Bu araştırma sırasında bazı faks numaralarını almıştı. Bu numaraların hangi şehre ait olduğunu araştırırsa nerede oturduğu hakkında bir bilgi ya da kanaate ulaşabilirdi. Numaraların yazılı olduğu defter 'California'da kiraladığı dairedeydi. Şu anda arabasıyla
386
Los Angeles'a yaklaşıyordu. İlk kavşaktan geri döndü. Corona Del Mar'dan geçerken aklına bir başka fikir geldi. Buradaki komşularından, Hilal'in eşyalarını taşıyan kargo şirketinin ismini ya da en azından araç plakasının hangi kente ait olduğuna dair bir bilgi alabilirdi. Bu düşünceyle, direksiyonu sağa kırıp Hilal'in eski oturduğu sokağa girdi. Karşı komşusunun bahçesinde çalışan İtalyan oldukça meraklı birine benziyordu. Böyle bir bilgiyi edinse edinse ondan edinebilirdi.
Yanılmamıştı. İtalyan bahçıvan, Hilal'in eşyalannı taşıyan kargo şirketini hatırlamıyordu, ama plakanın Chicago plakası olduğunu söylüyordu. Bahçıvana teşekkür edip, oradan ayrıldı ve hızla California'ya kiraladığı eve geldi. Faks numaralarını yazdığı defteri alıp, numaraları rehberden kontrol etti. Chicago'ya aittiler. Okların yönü Chicago'ya çevrilmişti.
Hilal denize alışık, hep deniz kenarında yaşamış biriydi. Denizden uzak kalamazdı. Bu yüzden Chicago'da Michigan gölü civarım tercih etmiş olmalıydı. Bu kuvvetli bir ihtimaldi. Şu halde, araştırmaya oralardan başlamalıydı. Yeniden ümitlendi Doğru iz üzerinde olduğunu hissediyordu. İlk fırsatta Chicago-ya gidip araştırmaya başlayacaktı. Ama kafasını kurcalayan, aklını karıştıran konuyu hâlâ çözememişti.
Hilal niçin böyle ısrarla kaçıyor, gizleniyordu? Bunun bir sebebi olmalıydı. Bu soruya cevap olarak zihninde oluşan kuvvetli ihtimal dinamit gibi patlıyordu benliğinde. Acaba Hilal tekrar mı evlenmişti?
Bu ihtimale Hilal'in ısrarla kaçışı da ilave edilip kendini ısrarla gizlemesi de göz önüne alınınca, Cihan'ın da benliği bu ihtimale inanmaya başlıyordu. Bu da büsbütün perişan ediyordu. Bu hengame onu aynı zamanda amansız bir karamsarlığa, kararsızlığa itiyordu. Evli bir kadını aramak, peşinden koşmak ne derece anlamlı ve mantıklıydı? Acaba vaz mı geçmeliydi? Evli olduğundan emin de değildi ki. Yaşadığı en ağır işkencelerden biriydi bu hal. Keşke birşeylerden emin olabilseydi. Keşke her-şey daha farklı olabilse, daha farklı cereyan edebilseydi.
387
m
"akşamlardan akşamlara taşıdığımız hüzünle şimdi ağaçlar gibi büyüyor yalnızlığımız
güz, ah güz!
içimde cız eden solgun yaprak sesleri dağıldı sevdamın denkleri."A
31.
Hilal, taşındıktan sonra kısa bir süre halasının evinde kaldı. Daha sonra Chicago'da, Batı Michigan caddesi üzerinde göl manzaralı bir ev kiraladı. Daha çok batı bölgesinde göze çarpan, ispanyol stili, dublex, bahçe içinde, müstakil bir evdi.
Ömrü denizle içice geçmiş, deniz iklimi ve havasına alışmış biri olarak Chicago'ya alışmak epey zor oldu Hilal için. Neyse ki Michigan gölü, hiç olmazsa manzara olarak denizi hatırlatıyordu. Ama iklim olarak Chicago daha çok karasal iklim yapısı ve özellikleri taşıyordu. Burası Amerika'nın ikinci büyük kenti, ve ticaret merkeziydi. Oldukça büyük, birçok otoyol ve demiryolunun birleştiği bir kavşak noktası, özellikle tarım, hayvancılık vel bunlara bağlı sanayinin ve de ağır sanayi işletmelerinin olduk-1 ça gelişmiş olduğu bir ticaret merkezi durumundaydı.
Hilal'e zor gelen, ağrına giden bir başka konu da, böylesi gizlenerek, sürekli kaçarak yaşamak zorunda oluşu, izini belli etmemek için, attığı her adımı hesaplayarak atmak mecburiyetinde kalışıydı. Böyle yaşamak zorunda olmak sinirlerini bozuyordu.
Cihan madem kendisini bu kadar seviyordu, niçin evlenmişti? Biraz daha sabredemez miydi? Aslında bu konuda onu suçla-
388
mak doğru değildi. Kendisi ondan bir evlilik oyunuyla kopmuştu. Cihan da çaresiz buna inanmıştı. Kendisinin yuvasını dağıtmak korkusuna mahkemede bile Zeynep'in ölümünden bahsetmemiş, gazetelerde bu konuda başsağlığı mesajı çıkmasını istememişti. Afganistan'dan döndüğünde de, hâlâ kendisini evli bildiği için, o da evlenmiş olabilirdi. Bu gayet normaldi. Ama normal olmayan, Cihan'ın evli olduğu halde, üstelik hanımını da alarak buralara kadar gelip, kendisini araması, bu takibi ısrarla devam ettirmesiydi. Doğrusu bu çok anlamsız, hatta saçmaydı. Bu davranış Cihan'ın yapısına uygun bir hal değildi. Peki bütün bunların, Hilal'i böyle, köşe bucak gizlenerek yaşamaya zorlayan davranışlarının sebebi neydi? Cihan neyin peşindeydi?
Hilal, beynini zorlayan, ama bir türlü cevabını bulamadığı bu sorularla sıkıntılıydı. Bunun epey süreceği açıktı. Zira Cihan'ın hâlâ araştırmakta olduğunu, her ihtimal ve imkanı değerlendirerek iz üzerinde olduğunu biliyordu.
Bir şeyi aklına getirmiyordu. Cihan gerçekten evli miydi? Bunu araştırıp kesin bir neticeye varmak aklına gelmiyordu. Asuman'ın, Cihan'ın yanında genç ve güzel bir kadın olduğunu söylemesi, Cihan'ın evli olduğuna inanmasına yetmişti.
Oğlu Cihat, böyle kaçarak yaşamalarını anlayabilecek yaşta değildi. Henüz sekiz yaşındaydı ve üçüncü sınıfta okuyordu. Hilal, Cihan'ın, okullardan Cihat'ın ismini araştırarak ona ulaşıp, Cihat'ın vasıtasıyla kendisini bulabileceğini düşünüp, bu sebeple okul idaresinden, kayıtlarda Cihat'ın isminin gizli tutulmasını istemiş, bunun için geçerli sebepleri olduğunu vurgulamıştı. Okul idaresinin bu konuda teminat vermesi biraz olsun rahatlatmıştı.
Mayıs'ın ilk günleriydi ve hava tam yaz havasıydı. Bu Pazar anneler günüydü. Cihan, böyle parsellenmiş günlerden nefret ederdi. Bunu hep vurgulamıştı ve Hilal'in benliğinde de yer etmişti bu. "Yılın hergünü anneler günü olmalı" derdi. Ama buralarda her düşündüğünü gerçekleştirmek mümkün olmuyordu
389
ki. Zaten bunlar Türkiye'de de mümkün olmuyordu.
Bu yıl anneler gününde Cihat şiir okuyacaktı. Bu çok heyecan vericiydi. Hilal, Cihat'ın okuması için, Cihan'ın ta çocuk denecek yaşlarda, belki annesinin dayanılmaz hasreti ve sevgisiyle yazdığı ve sonradan îngilizceye tercüme edip geçen ay ASM'nin çıkardığı bir çocuk dergisinde yayınladığı "Anneme" isimli şiiri seçmişti. Bu da bir başka heyecan ve mutluluktu.
Kalbinin bu duygularla, heyecanla çarptığı bir atmosferde evden çıktı. Bugün Cumaydı. Güney Michigan caddesi üzerinde, daha çok zenci müslümanlarm devam ettiği bir caminin yakınında arabasını parkedip, İngilizce olarak verilen vaazı dinledi. Vaaz yeniden Cihan'ı hatırlattı ona. Cihan'la tanışıp ilk Cuma VH azını Eyüp Sultan'da dinlediği günleri yaşadı yeniden.
Vaazdan sonra biraz dolaşıp, yenemediği üzüntüsüyle gelip evde öğle namazını kıldı. Kütüphaneden Kur'an'ı alıp Yasin suresini okumaya başladı. Bitirmek üzereyken telefon çaldı. Telefonu hizmetçi kadın açtı. Arayan, evi kiraladıkları emlakçıydı. Emlakçı, halası vasıtasıyla tanıştıkları ve çok samimi arkadaş oldukları, aslen İrlandalı bir kadındı. Hilal ona herşeyi anlatmış, soran olursa, bu evi kiraladıklarını, böyle bir bilgiyi kimseye vermemesini istemişti. Emlakçı kadın şimdi bu konuda arıyordu.
Emlakçı kadın, uzun boylu, zarif ve kibar bir beyin bugün < emlak ofisine gelip Hilal isminde bir Türk kadının, kendileri vasıtasıyla bir ev kiralayıp kiralamadığını ya da, bu birkaç ay içinde kiralanan evler hakkında bilgi istediğini söylüyordu. Adam otuzlarında, kır saçlı, siyah sakallı, güzel İngilizce konu-şan, adının Cihan olduğunu söyleyen bir Türktü. Sadece Hilal isminde değil, herhangi bir Türk tarafından, hatta geçen Eylül ayından beri kiralanan veya satın alınan evleri ısrarla araştırıyordu.
Hilal merak ve heyecanla, emlakçı kadının Cihan'a ne cevap verdiğini sordu. Kadın, Hilal'i rahatlatacak bir cevap vermişti
Cihan'a. Ona bazı evlerin adresini vermişti. Ama Hilal'in tuttuğu ev hakkında en ufak bir bilgi vermemişti. Bu onun, en azından emlakçılar yoluyl# kendisini bulabilme ihtimalinin ortadan kalkmış olması demekti.
Bütün bunlar çok üzüyordu Hilal'i. Niçindi bu ısrarlı takip ve arayış? Cihan aklını mı kaçırmıştı? Ne yapmak istiyordu? Chicago'da olduğunu öğrenmişti demek. Doğru iz üzerindeydi anlaşılan. Eninde sonunda adresi bulacak diye korkuyordu. Üs-, telik Cihan şu anda Chicago'daydı. Ya Cuma vaazı dinlediği cami civarında karşılaşsaydı? Bu ihtimal gayrı ihtiyari heyecanlandırdı onu.
* * *
Cihan, Güney Michigan caddesindeki camide Cuma namazını kıldı. Hâlâ arayışını sürdürüyordu. Herhangi bir netice alıncaya kadar da sürdürecekti. Bir ipucu bulamamıştı ama artık Chicago'da olduğuna emindi. On gün önce California'dan buraya taşınmış, Michigan yolu üzerinde, göle yakın bir daire kiralamıştı. Farkında olmadan Hilal'e oldukça yaklaşmıştı. Bugünlerde hazırlıklarını tamamlayıp doktora için Chicago Üniversitesine müracaat ederek, önümüzdeki sezondan itibaren çalışmalara başlamak istiyordu. Bu arada boş durmamak için bir de büro kiralayıp hem İstanbul'la bilgisayar ağı kurarak işlerini takip etmek, hem de burada bazı ticari imkanları değerlendirmek niyetindeydi. Ama önce, bazı işlerini halletmek için İstanbul'a gidecekti
Namazdan sonra bir iki emlakçıya uğrayıp araştırmaya devam etti. Bir netice alamamıştı. Arabasını Michigan yoluna sürüp eve geldi. Telefonla İstanbul'u, işyerini aradı. Sekreterden Canan'ı istedi. Canan, abisinin kendisini aramasına sevinmiş, adeta havalara uçuyordu. Sesi apayrı heyecanlıydı. Cihan bu heyecanda, daha önce kendisinin de yaşadığı, ancak aşık olmanın verebileceği coşkuyu sezdi.
—"Abi sana çok önemli haberlerim var. Mutlaka gelmelisin"
390
391
diyordu. Önemli haberlerin ne olduğunu söylemekten ısrarla kaçınıyor, "buraya gel, öğrenirsin. Öyle telefonla verilecek haber değil" diyordu.
—"Tamam , zaten ben de İstanbul'a gelecektim. İlk uçakla geliyorum" deyip telefonu kapattı.
Kardeşi canıydı, herşeyiydi onun. Onun için her fedakarlığı yapabilir, her zorluğa katlanabilirdi. Şu an akşam olmuştu. Havaalanını aradı. Yarın sabah New York'tan kalkacak bir uçak olduğunu öğrendi. Bir saat kadar sonra New York'a uçak vardı. Hemen hazırlanıp havaalanına gitti. Uçağa yetişmişti. Yarın sabah ilk uçakla İstanbul'a uçacaktı.
* * *
Uçak, İstanbul semalarında süzülüp Yeşilköy Havalimanına indiğinde uçaktan ilk inen o oldu. Doğruca şirkete gitti. Odasına geçti. Kapıyı anahtarıyla açıp içeri girdi. Ceketini çıkarıp vestiyere astı. Uzun zamandır odasmdaymış edasıyla, rahat bir tavırla odasından çıkıp bölümleri dolaşmaya başladı. Geleceğini Canan'dan başka kimse bilmiyordu anlaşılan. Gören, hele de Gihan'ın epeydir şirketteymiş gibi dolaşması karşısında şaşırı-yordu. Besim beyle işler hakkında bir süre konuşup, Canan'ın odasına geçti. Kapıyı çalmadan açtığında Canan irkilmişti. Kimse onun kapısını, çalmadan, müsade almadan açmazdı. Uygunsuz bir durumda değildi ama terbiyesi, onun bu durumdan rahatsız olmasına neden olmuştu.
Kapının açılmasıyla alelacele toparlanırken karşısında abisini görünce önce heyecanlandı, ardından "Abi..." diye bir çığlık atarak boynuna sarıldı. Cihan sevgiyle kızkardeşini kucaklayıp alnından öptü. Bir süre sohbet ettiler. Cihan şirketi şöyle başta-naşağı gezip kontrol etmek için çıktı.
İbrahim odasında telefonla konuşuyordu. Cihan'ı kanşısın-da görünce, telefondaki muhatabıyla konuşmasını kısa kesip telefonu kapatarak Cihan'ın boynuna sarıldı. Cihan, İbrahim'i bu sefer daha bir heyecanlı buldu. Buna neyin sebep olabileceğini
392
tahmin ediyor gibiydi.
Bir saat sonra şirkette bir bayram havası vardı. Personel, genel müdüründen kapıdaki görevlisine kadar Cihan'ı çok sever, onu bir patrondan öte abi, kardeş bilirlerdi. Cihan da, bu bayram havasına ortak olmuş, Besim beye bu akşam iftar için personelin tamamını bir restorana götürmesini söyleyerek bir jest yapmıştı.
Cihan, uzun süren yolculuk ve yolculuk öncesi yoğun tempo sonucu oldukça yorgundu. Bir iki saat işin başında kalıp, işlerle ilgilendi. Şirketlerde herşey saat gibi işliyordu. Bu son derece memnuniyet vericiydi. Canan işinde son derece başarılı, İbrahim herşeye tamamen adapte olmuş, Besim bey, Celalettin ve diğer uzman kadro ve tüm personel herkes işiyle bütünleşmişti. Kısaca işler yolundaydı.
Cihan işlerini tamamlayıp, Canan'ı da alarak şirketten ayrıldı. Köprüyü geçerken Cihan, Canan'a bakıp hafif gülümseyerek konuyu açtı.
—"Eee...Seni dinliyorum. Neymiş şu önemli haber? Merak ettim doğrusu."
Canan mahcubiyetle başını öne eğdi: —"Utanıyorum..."
Cihan, bu işin ucunda bir gönül işi olduğunu anlamıştı zaten. İbrahim de kendisini karşıladığında, ilk defa farklı bir heyecanla sarılmıştı kendisine. Parçalar yerine oturmaya başlamıştı. Sol kaşını hafif kaldırarak "anlıyorum..." diye tebessüm etti.
—"Kim bu şanslı prens?"
Canan hâlâ abisinin yüzüne bakamıyordu. Abisinin kendisini böyle çabuk anlamış ve anlayışla karşılamış olmasını yaşadıklarına yorumluyordu. Cihan kızkardeşi Canan'ın içinde bulunduğu durumu gayet iyi anlıyordu.
—"Dur, dur. Ben tahmin edeyim. Ama yanıhrsam kızma.
393
Neticede senin abinim. Kötülüğünü düşünemem değil mi?" diye konuya girdi. Canan'da biraz rahatlama sezmişti.
—"Bak, sıkı dur, tahmin ediyorum. Bugün bana hoşgeldin, derken, ibrahim'i olağanüstü heyecanlı buldum. Benim karşımda böylesi bir heyecan, sanırım seninle biraz ilgili gibi geldi bana. Ne dersin?"
Canan, evet dercesine mahcup, başını öne eğdi. Bu sırada belli belirsiz, "yanılmadın" sözü döküldü dudaklarından.
Cihan'ın gözlerinin içi gülüyordu. Uzun zamandır bu gülüşe, içinden gelerek gülümseyişe hasretti. Bu iyi haberdi, sevinmeliydi. Biricik kardeşi, ailesinin geride kalan tek yadigarı, canparçası Canan seviyordu. Sevinilmesi gereken bir sevgiydi bu. En yakın arkadaşlarından, herşeyiyle en sevdiği ve en güvendiği dostu İbrahim'i seviyordu hem de.
—"Oh Canan... Canım kardeşim!.. Ben bu sevgi denen coşkunun girdabında en amansız, en canyakıcı acıları tatmış bir insanım. Sevgiyi yaşadım. Hâlâ aynı sıcaklığı, hatta yakıcılığıy-la yaşıyorum. Ve hasreti, belirsizliği yaşıyorum. Bunun ne kadar süreceğini de bilemiyorum. Belki ömür boyu, kimbilir...
"Ama senin aynı acıların zerresini yaşamanı, tatmanı istemiyorum. Sevgi bambaşkadır. Sen bunu aralıksız, hasretsiz yaşayacaksın inşaallah. Sana bunu Allah'ın izniyle temin edeceğim.
"Çok sevdiğim can dostumla cankardeşim birbirini seviyor. Ne güzel. Kendi hasretemi bir an için unutturdunuz bana."
Abisinin bu tavrından Canan son derece mutlu olmuş, sevinmişti. Cihan böyle konuşurken araç telefonunu alarak tuşlara bastı. İbrahim'i arıyordu.                 .
—"İbrahim. Ben Cihan. Seni bu akşam eve, iftara bekliyorum. Personele de söyle kusura bakmasınlar. Bu akşam onlarla beraber iftar edemeyeceğiz."
İbrahim durumu anlamış, heyecanla '!tabî tabi, mutlaka ge-
394
leceğim" diye karşılık vermişti.
Akşam Moda'daki evde bambaşka bir heyecan yaşandı. Sırrı bey bile çocuklar gibiydi. Cihan'ın aylar sonra aralarında oluşunun heyecanı, bugün iftara hatırlı bir misafirin davetli olması, dahası, iftarda çok özel mevzuların konuşulacak olması. Bütün bunlar evde heyecanı artırıyordu. Yemekler hazırlanıyor, sofra bambaşka donanıyordu. Canan'in gönlü, ilk kez uçmaya hazırlanan bir yavru kuş kalbi gibi çırpınıyordu.
Cihan'ın bu akşam iftarda bu meseleyi konuşacağı muhakkaktı. O, öyle, bu tür meselelerin erkek tarafından açılması, teklifin erkekten gelmesi gibi saplantıları sevmeyen biriydi. Öylesi saçma gurur ve saplantılardan uzaktı. İnsan seviyorsa bunu hemen söylemeli, yarına ertelememeliydi.
Cihan konuyu önce Sırrı beye açtı. Baba makamında olarak meseleyi İbrahim'le onun konuşmasını istedi. Ama Sırrı bey bunu kabul etmedi. Cihan'ın konuşmasının daha doğru olacağını, İbrahim'in de bundan memnun olacağını, ikisinin daha yakın olduklarını söyledi.
İftara bir saat kala İbrahim şirketin arabasıyla geldi. Farklı ve olağanüstü şık giyimi, dudaklarında belirip gözlerinde sabit-leşen gülümseyişi, kıpır kıpır kalbi, heyecanıyla bambaşkaydı. Elinde bir buket de gül vardı.
Cihan, İbrahim'e sarılıp, "hoşgeldin kardeşim" diyerek salona aldı. Karşılıklı oturup iftara kadar, Sırrı beyle de beraber sohbet ettiler. İki can dostu, iki vefalı arkadaş, şimdi daha yakın olmanın ilk adımını atmak üzereydiler. İbrahim'e iftardan önce konuyu açmadı Cihan. Onun heyecanını yatıştırmak için çok candan davrandı. "Orucum diye öyle mecalsiz durma. Sen benden daha gençsin" diye takılarak, kalkıp onunla güreş tuttu. Cihan'ın oluşturduğu atmosferde çocuklar gibi sunardılar, şaka-laşıp, güreş tutup eğlendiler.
Cihan toplum içinde ne kadar vakur ve ciddiyse, evde de o kadar şakacı, esprili, çocuk gibi oyun oynayan, etrafı güldürüp
395
eğlendiren, kınp geçiren bir yapıya sahipti.  Bu yönünü alabildiğine kullanıp İbrahim'i rahatlattı.
İftara on dakika kala yemek salonuna geçtiler, sofrada iftarı beklediler. Ezanın okunmasıyla iftar edildi, yemekler yendi, kahveler içildi. Cemaatle akşam namazını kılıp Osmanağa Ca-mii'ne teravihe gittiler. Teravihten sonra Sırrı beyi eve bırakıp, Cihan onları Bomanti'ye götürdü. Denize bakan güzel bir yer seçip oturdular.
Cihan sohbet sırasında sözü asıl meseleye getirdi. İkisinin birbirini sevdiğini gördüğünü, buna çok sevindiğini söyledi, îki-si de mahcup olup, başlarını öne eğmişlerdi. Elleri titriyor, masadaki meyvesuyu bardağını ellerine almaya cesaret edemiyor-lardı. Cihan onları anlayışla karşıladı. İkisi de meseleyi bildiği için onlara kendi sevdasından, nasıl aşık olduğundan bahsetti. Nasıl ayrıldığını, yıllardır nasıl acı çektiğini kendilerinin de gördüklerini söyledi. Aynı şeyi onların da yaşamalarını istemediğini, meseleye olumlu baktığını ve elinden gelen her yardımı yapıp beraberliklerini destekleyeceğini vurguladı.
Cihan'ın tavrı ikisini de rahatlattı. Bu iş tamamdı. Cihan, İbrahim'e, anne ve babasını haberdar etmesini, onların da gelmesiyle en kısa zamanda nişanın takılmasını, istedikleri zaman da düğünlerinin olmasını, iki seven gönülün ayrı kalmasına gönlünün razı olamayacağını söyledi. Biraz sonra da eve döndüler. İbrahim içeri girmeyip kapıda vedalaşarak ayrıldı.
Sevgi güzeldir. Nefesiyle gönüllerde bahar geliverir, renk renk çiçeklerle bezenir umutlar. Varoluşun sırrı bir kez daha kerametini göstermiştir. Sevgi bir umudu daha diriltmiştir. Cihan'ın gönlü de dirilmiş, umudu yeşermişti can kardeşiyle can dostunun sevgisinde.
Aradan on gün geçmişti. İbrahim'in annesi ve babası gelmiş, hazırlıklar yapılmış, nişan takılıyordu bugün. 22 Mayıs'Cuma günü evde anlamlı bir nişan toplantısı tertip edildi. Ev böylesi bir toplantıyı kaldırabilecek genişlikteydi. Cihan'la İbrahim'in
396
yakın arkadaşları, hocaları, iş arkadaşları ve şirket personeli davet edilmişti. Kadın ve erkek davetliler ayrı ayrı oturmuş, iftardan evvel nişan programınının önemli bir kısmı tamamlanmıştı. İftarı evde yapıp, akşam namazı, yatsı ve teravihi bahçede cemaatle kıldılar. Nişan gece bire kadar devam etti.
Cihan sevinçliydi. Ama gönlü içten içe amansız bir buruklukla sarsılıyordu. Seviniyordu, kardeşini, hem de kendi verdiği kararla, sevdiği insanla evlendiriyordu. İlk adım atılmıştı. Ca-nan'ını gelin ediyordu. Buruktu. Kendisi sınırsız bir sevdanın getirdiği dayanılmaz hasretle gönlünde sevgiyi kor olarak taşıyordu. Bunun ne kadar süreceği de belirsizdi. Belki bir ömür boyu. Üstelik bu evde; Canan'la can dostunu kavuşturmak için ilk adımı attığı bu evde sevdasıyla, sevdiği kadınla ilgili yığınla hatıra dirilip gözlerinin önüne geliyordu.
Şu merdivenlerden şiir okuyarak inerken Hilal'e yakalanışı, Sırrı beyle şu odada cemaat olup namaz kılışı, şu bahçede yağmur altında Hilal'le beraber dolaşmaları, şu telefondan sabahlara kadar Hilal'le konuşması, hiç ayrılmayacaklarını sandıkları o günler. Ve daha yığınla hatıra, herşey, hafızasında canlılığını kaybetmemiş olan hatıraları. Bu sebeple buruktu.
Burukluğunu hiç belli etmedi. Bugünde Canan'ı, İbrahim'i ve kimseyi üzmek istemiyordu. Nişan boyunca hep neşeli gözüktü. Herkesle ve herşeyle bizzat ilgilendi. Herkesin gönlünü aldı.. Kürsüye çıkıp konuşma yaptı, şiir okudu, Kur'an okudu. Hatta esprileriyle herkesi güldürdü, eğlendirdi. Ama gözlerine donup kalan hüzün Canan'ın gözünden kaçmadı. Onun neden hüzünlendiğini bildiği, onu anladığı için, o da birşey belli etmedi. Anlamamış gibi davrandı.
Nişan dağılmadan Cihan, İbrahim'le Canan'ın dini nikahlarını da kıydı. Böylece dinen evlenmişler, beraberlikleri meşrulaşmıştı.
* * *
6 Haziran 1987 Cuma. Bayram geceli bir hafta olmuş. Ci-
397
han artık Amerika'ya dönmeye hazırlanıyordu, istanbul'un fetih günüyle Ramazan bayramı aynı güne denk gelmiş, iki bayramı bir arada yaşamışlardı. Hatta günlerden de Cuma olmasıyla üç bayramı birarada yaşamak şerefiyle müşerref olmuşlardı. Bu ne büyük bir lütuftu?
l Haziranda Taksim AKM'de Fatih ve Fetih konulu bir panele davetli olarak katılmıştı. Resepsiyonda Fatih Belediye Başkanı Yetkin Gündüz beye:
—"Ömrünce heykellere ve taşlara, betonlaşmış, tunçlaşmış zihniyetlere karşı savaşan Fatih'in heykelini dikerek ona karşı vazifenizi yaptığınızı mı sanıyorsunuz? Onu meydanlarda taş-laştırmak yerine gönüllerde diriltmek gerekir. Onun sevgisini, davasını nesillere, nesillerin kalplerine nakşetmek lazım. İşte onu yaşatmak budur" diye takılmıştı.
Bir hafta böyle geçmiş, üç bayramlı günü geride bırakmışlardı. Üç bayramın ve sürürün ardından başka bir acıyla sarsıldı yüreği. Çok sevdiği, büyüğü, şiirde elinden tutan güzel insan Cahit Zarifoğlu hakka yürümüştü. Amerika yolculuğunu; birkaç gün evvel onun hastaneye kaldırıldığını, ağır hasta olduğunu öğrendiğinde ertelemişti zaten.
Haber alır almaz Küplüce'deki evine koştu. O gün ve daha uzun zaman hatırladıkça yüreği bu acıyla sarsılacaktı. Onunla olan hatıraları gözlerinde geçit resmine durdu. Küplüce'den boğaza bakan gözleri, boğazın sularında yıllar öncesini arıyordu. Yetmişli yıllarda onunla tanışmasını, ilk kez bir şiirini ona gösterdiğinde; "Böyle şiir olmaz. Senflen de şair olmaz. Sen bu işi bırak" diye acımasız tenkidini, daha sonra: "Burnunu kasıtlı sürttüm. Şiirin çilesini çektin. Bu işi bırakmadın. Artık şair olabilirsin, şiirlerin fena değil" diye o zamanki tavrını izah edişini ve daha birçok hatıralarını Boğaz'ın sularında yeniden yaşadı, dolu dolu oldu gözleri. O, çok nadir akabilen gözyaşlarmdan iki iri damla yanaklanna yuvarlandı.
Güzel insanın cenazesi de güzel oldu. Binlerce tevhid eri
398
onun imanına, güzelliğine şehadet etti. Ardında hoş bir şada, ömürlerce yankılanacak hoş bir ses, okunacak güzel eserler bırakarak, Küplüce mezarlığından sonsuza dek Boğaz'ın ve bizim bilemediğimiz ebedi güzelliklerin seyircisi olmak için çekilmişti. Cenazede Abdulhak'la karşılaştı Cihan. Onunla da merhum Zarifoğlu vesilesiyle tanışmış, daha sonra Hindikuşlar'da aynı safta omuz omuza savaşmışlardı. O hâlâ vatanı ve dini için savaşına devanı ediyordu. Cenaze için gelmişti İstanbul'a. Onu misafir etmek istedi. Başka dostlar daha erken davranmıştı. Cihat erinin boşa geçecek vakti yoktu. Bu gelişi vesile bilip, gönül dostlarından cihata yardım almak için çırpınıyordu. Cihan da yapabileceğinin en fazlasıyla, elinden geleni esirgemedi. Planladığı yeni bir yatırımı da bu sebeple severek erteledi. Orada insanlar Hakk için kıyama durmuşlardı. Kendisi de gidip iki yıl o havayı teneffüs edenlerdendi. Dünyanın neresinde olursa olsun, mazluma yardım etmek, can koymak gerekirdi. Mal koymuştu, çok muydu?
Bir ölüm, bir dost ziyareti, işğüç derken bir ay daha İstanbul'da kaldı. Şirkette yapması gereken işlerini büyük bir gayretle tamamladı. Bu arada da Adadaki evin inşaatının ne durumda olduğunu gidip kontrol etti. İnşaat, bitmek üzeriydi. Son teferruatları mimarla konuşup, yapılmasını istediklerini tarif etti. Çok hoş bir yapı, estetik bir güzellik ortaya çıkıyordu yavaş yavaş. Zengin bir mimari üslup kullanılmıştı. Keskin çizgiler yerine kıvrak figürleri seviyordu. Burada da zevkini hayata geçirmişti.
Ayrılırken son kez, ümitle Hilal'in yazlığına baktı. Kimsenin olmadığını bildiği halde cansız bakan pencereler üzdü onu. On-kırkbeş vapuruyla Bostancı'ya geçip arabasını alarak şirkete gitti.
Canan nişanlanınca bir ayrı çocuklaşmış, Cihan'la Amerika'ya gitmek istiyordu. Bahanesi de sahasında ihtisas yapmak ve İngilizcesini ilerletmekti. Cihan onu kırmayıp, şirketteki yerine onun danışmanlığını yapan doçent kadını getirdi ve onu da
399
beraberinde Amerika'ya götürdü.
Chicago'ya döndüklerinde ilk iş olarak Güney Michigan caddesi üzerinde geniş bir büro kiraladı. Hiçbir fedakarlıktan ka-çmmayıp, büroyu bilgisayarla donatıp İstanbul'daki şirketle bilgisayar bağlantısını kurdu. Telefon ve faksla da iletişim ağını tamamladı. Bu büroda mali danışmanlık ve sermaye yönetimi, yatırım programcılığı vs. mali işlerle ilgilenecekti. Chicago Üniversitesine de ekonomik konularda araştırma yapmak için müracaat etti.
Artık yerleşme işlemleri tamam sayılırdı. Böylelikle, uygulamak istediği programlarını daha rahat uygulayabilecekti. Doktora çalışması için üniversitenin vereceği cevabı bekleyecekti. Müsbet bir cevap için gerekli ve yeterli referanslara da sahipti. Belli bir program dahilinde büroda işlerini takip ediyor, azami zaman tasarrufuna giderek, Hilal'i arayacak zaman ayırıyordu kendisine.
Sosyal'hayattan uzak, tek başına, etrafına rağmen yaşayan bir karaktere sahip değildi. Ömrünce sosyal hayatı capcanlı olmuştu. Akıntıyla hareket etmek yerine, akıntıya, verebildiği kadar yön vermek azmindeydi. Saplanıp kaldığı gönül olayı haricinde şartlara yön vermekte başarılı olmuştu.
Chicago Amerika'nın ikinci büyük kentiydi. Michigan gölünü saymazsak karasal ağırlıklı bir merkezdi. Cihan Chicago'da, tuhaf bir hisle hep Ankara'yla benzerlikler buluyordu. Tabi Chicago çok karmaşık ırk ve kimlik mozayiğine sahipti. Ama esas olgu Amerikalılıkta birleşmiş, kapalı bir toplum yapısı yerleşmişti. Hem burası bir başkent değildi, diplomasi merkezi de değildi. Herhalde karasallık Cihan'ın bu benzerliği hissetmesine neden oluyordu.
Chicago'nun bir başka özelliği de Afro-Amerikan, yani siyah Amerikalı, Afrika kökenli zenci nüfusun yoğun olduğu kentlerden biri olmasıydı. Çoğunluğu oldukça iyi müslüman olan, Malcolm X'in de çalışmalarıyla yetişen iyi bir Afro-Amerikan kitle.
400
Cihan sosyal yapı olarak kendine en yakın bu kitleyle samimi oldu ilk önce. Bunların arasında hatırı sayılır bir nüfusa sahip beyaz müslümanlar da vardı. Sonradan müslüman olmuş Amerikalılarla, Pakistan'dan, Uzakdoğu'dan göç etmiş insanlardı bunlar. Singapur, Malezya, Endonezya gibi ülkelerin insanı başta geliyordu. Ayrıca bu cemaat oldukça iyi eğitim almış, hatırı sayılır mevki sahibi insanlardı. Cihan da güçlü karizmasıyla kısa zamanda onlara adapte olumuştu. Onların camilerine gidip, sohbet ve seminerlerine katılıyor, aktif rol alıyordu. Her türlü sosyal faaliyetlerine iştirak ediyordu.
Sadece müslüman olanlarla değil, her kesimle diyaloga giriyordu. Medeni ölçüler içerisinde ilişkilerini geliştirmekti prensi-1 bi. Bu çerçevede özellikle işiyle ilgili iyi ilişkiler kurmuş, birçok işadamıyla da tanışmıştı. Küçük çaplı yatırım programı ve sermaye yönetimi işleri de almaya başlamıştı. Bunlardan özellikle Amerika'nın birçok kentinde yatınm hisselerine sahip olan Joan Hadler isminde bir işadamıyla samimi olmuş, belli konularda ticari ilişkiler de kurmuştu
Bütün bu yoğun tempoyla beraber Canan'ı da yalnız bırakmıyor, bu yaban ellerinde yalnızlık çekmemesi için elinden geleni yapıyordu. Vakit buldukça onu gezmeye çıkarıyor, İngiHzce-sini ve mesleki birikimini geliştirmesine yardımcı oluyordu.
Eylül ayının ilk Pazarıydı. Cihan, Canan'ı da alıp Chicago'da gezmeye çıkmıştı. Güney Michigan caddesi üzerinde, meşhur alış veriş merkezlerini dolaşıyorlardı. Yaz hâlâ tüm özelliklerini sergiliyordu. Michigan gölünden esen hafif bir rüzgar sıcağın bunaltıcı etkisini kırıyordu. Arabayı büyük istasyona yakın bir otoparka bırakıp Marsters çarşısına girdiler. Reyonları acele etmeden dolaşıyorlar, hoşlarına giden bazı ufak tefek şeyler alıyorlardı.
* * *
Hilal bugün biraz dolaşmak için çıkmıştı. Yönünü Chicago'nun en kalabalık ticaret merkezlerinin olduğu tarafa çevirip
401
gaza bastı. Biraz sonra Sen Luis işmerkezinde'ydi. Tanıdığı bir butikçiye uğradı. Butikçi banım arkadaşıyla otururken karşı tarafta vitrinlere bakan bir çift, dikkatini çekti. Biraz daha dikkat edince Cihan'ı tanıdı. Dudaklarından gayri ihtiyarı: "Aman Allah'ım!.." sözleri döküldü.
Şuan birkaç metre ötesinde Cihan duruyordu. Arkasına dönse belki görecekti. Geçen zaman içerisinde onda değişen tek şeyin iyice çoğalan ak saçları olduğunu gördü. Yanındaki kadınla ne kadar da samimiydi.
—"Demek evlendiğin kadın bu" diye mırıldandı kendi kendine. "Güzel kadın. Sana da çok yakışmış. Onu kıskanmamak elde değil."
Cihan'la karşılaşmamak için, onlar ilerdeki reyonlara bakarken alelacele oradan ayrıldı.
Dört yıl sonra onu yeniden görmek altüst etmişti benliğini. Hasreti daha da artmış, duygulan karmakarışık olmuştu. Sınırsız bir heyecan, amansız bir acı sarmıştı benliğini. .
Evli olduğunu gözleriyle görnlüştü. Hanımı çok güzeldi. Ondan, evlenme numarasıyla kopmuştu. O da neden söylememişti ki Zeynep'in durumunu? Kendisinin gerçekten evli olmadığını öğrenmeden ör.ce evlenmiş olmalıydı. Unutamadığı apaçıktı. Buralarda bunun için vardı. Bu, hâlâ sevdiğinin, sevgisiyle deli olduğunun deliliydi. O da çok zor bir durumda olmalıydı. Ama, herşeye rağmen bu yaptığı saçma, hatta akıl alacak bir hareket değildi. Acaba hanımına ne sebep gösteriyordu, buralarda bu arayışı için? Hanımı mutlaka onun gerçek niyetinden habersizdi. Hiçbir kadın böyle birşeye rıza gösteremezdi. Cihan bütün bunları nasıl yapabiliyordu?
Canan'ın kim olduğunu bilmeden, bu korkunç yanlışın girdabında böyle düşünüyordu. Bu gerçeği öğrenmeden de, bu kaçış, bu düşünceleri sürecekti. Ve bu, ne kadar daha devam edecek, kimse bilmiyordu. Hilal, Cihan'ın kendisini aramasına, Cihan, Hilal'in ısrarla kaçmasına bir anlam veremeden böylece devam ediyordu herşey...
402
"Neredesin...?
İşte sevinçten boşalmış aykırı sularından
bata çıka
bütün ufuklardan
gelişin haberidir diye
gül fırtınası bekliyorum
SEVGİLİ"
32.
1988 Mayıs ayının sonlarıydı. Nisan'da Canan'la İbrahim'in düğünlerini yapmış, onları bir ay tatile gönderip kendisi işin başında kalmış, onbeş gün önce tekrar Chicago'ya dönmüştü. Hâlâ Hilal'i bulamamıştı. Bu kaçışı artık Hilal'in mutlaka yeniden evlendiğine yorumlamış, kararsızlık içindeydi. Üniversitenin ekonomik araştırmalar bölümünde "Dünya Ekonomisi ve Yeni Modeller, Alternatif Gelişmeler" üzerine araştırma ve çalışmalarını sürdürüyordu.
İstanbul'daki işlerinin yönetiminin ağırlığını, artık tamamen işlere ve piyasaya alışan İbrahim'le Canan'a ve de eski ekibe bırakmıştı. Kendisi arasıra bazı toplantılarına katılıyor, bilgisayar ve faksla bazı bilgileri alıyor, zorlandıkları konularda onlara yardımcı oluyordu. Artık buradaki, gelişme gösteren işlerine ve akademik araştırmalarına vermişti kendini. Hilal'i aramayı da rolantiye almıştı. Bu, onun evlenmiş olduğuna kanaat getirmenin verdiği hal, bir nevi teslimiyetti.
Bugün hava çok güzeldi. İşlerden, yoğun tempodan yorulmuştu artık. Gönül yorgunluğuydu aslında yaşadığı. İnsan böy-
403
le durumlarda çok yorgun hisseder kendini. İştahı kesilir, azmi kırılır, hiçbirşey yapmayı canı istemez. Cihan da bunu yaşıyordu. Bu duygularla, bugün işe gitmemeyi, hiçbirşey yapmamayı düşündü. Saat dokuzda evden ayrılıp, arabasını Michigan kenti yönüne, kuzeye sürdü.
İşyerini arayıp beraber çalıştığı, işyerindeki arkadaşlanna, önemli bir durum olursa aramalarını söyledi. Ayrıca randevularını da iptal etti. Gaz pedaline alabildiğine yükleniyor, çılgınca hız yapıyordu. Uçsuz bucaksız çayırlıklar ve ormanları geçip Milkvuakee'de de durmadan kararsızca sürdü arabasını. Ne yaptığının kendisi de farkında değildi. Yolun göle sıfır denecek kadar yaklaştığı güzel bir körfezin kenannda durdu. Arabadan inip sırtını arabasına vererek gölü seyre daldı. Bu sırada telefon çaldı. Telefonu açtı. İşyerinden arıyorlardı.
Şirkete Türkçe bir faks çekilmişti. Faksın altındaki imza. Hilal isminde birine aitti. Cihan, Hilal ismini duyunca heyecanlandı. "Bekleyin hemen geliyorum!" deyip telefonu kapattı. Arabasını bu kez güneye sürüp, geldiği yollardan rüzgar gibi geçti. Küçük tepecikleri aşarken, virajlara girerken bile yavaşlamıyordu.
Öğleden sonra ondörtte bürosundaydı. Hemen faksı alıp okudu. Gözleri faksın satırlarında donup kalmıştı. Faksı tekrar tekrar okudu, îliklerine kadar ürperten ifadelerdi fakstaki.
"Ben Hilal. Israrla beni aradığını biliyorum. Lütfen artık peşimi bırak. Bu durum beni çok rahatsız ediyor. Köşe bucak kaçmaktan, saklanmaktan bıktım. Ne yapmaya çalıştığını anlayamıyorum. Lütfen. Bir evliliğin daha yıkılmasına, bir yuvanın dağılmasına göz yumamam. Eğer beni hâlâ seviyorsan, ki sevdiğini biliyorum, sevgimiz hatırına beni aramaktan artık vazgeç. Oldukça yaklaştın ama bir adım daha atma. Karşılaşırsak da-yanamamaktan korkuyorum. Ne olur artık arama. Vazgeç artık bu sevdadan. Hilal"
Kimseye birşey söylemeden odasına geçti. "Rahatsız edil-
404
mek istemiyorum" deyip kapısını kapattı. "Bir yuvanın daha yıkılmasına tahammül edemem" diyordu Hilal. Yanılmamıştı. Hilal yeniden evlenmişti demek. Yuvasının yıkılmasını istemiyor-v   du. Haklıydı da.
Koltuğa oturup başını ellerinin arasına aldı. Ne yapması, nasıl bir karara varması gerektiğini, beynini çatlatırcasma düşündü.
Acaba herşeyi yüzüstü bırakıp, İstanbul'a dönse miydi? Bu ,  faksı almamış gibi davranıp, aramaya devam edemezdi. Bir adım daha atsa bulabilecekti demek. Peki bu engeller araya ni-,   cin giriyordu hep? Hilal niçin evlenmişti? Evliliğini herkesten niçin gizliyordu? Bunun bir sebebi olmalıydı. Fakat neydi? Evliliğini gizlemenin nasıl bir sebebi olabilirdi? Ne olursa olsun, neticede Hilal evliydi.
Herşey çok zor oluyor, içinde bulunduğu hal hayatı güçleştiriyordu. Ama direndi. Zor olsada hayat devam ediyordu. Katlanılmaz gibi görünse de insan çok şeye katlanabiliyor, birçok zorluğu omuzlayabiliyordu.
Cihan için de böyle oldu. Son adımı atmadı. Geri de dönmedi, olduğu noktada bekledi. Kalkıp İstanbul'a gitmeyi ve geri dönmeyi bir daha düşünmedi. Elinde iyi bir fırsat vardı, değerlendirmeliydi. Hem üniversitede hem kurduğu işte iyi bir ilmek Ve performans yakalamıştı. Bunu geliştirmeliydi.
Chicago Üniversitesinde, Nurettin adında, ekonomi profesörü bir Türk'le tanışmıştı. Profesör Nurettin beyin de referans vermesiyle birkaç şirketten teklif aldı. Ama şu aşamada belli bir yere bağlanmak istemiyordu. Sörbest olarak danışmanlık ve sermaye yöneticiliğine devam ediyordu. Zaten, işleri başından aşkındı. Son zamanlarda bu yüzden üniversitedeki çalışmaları da aksıyordu.
Seksen dokuzun başlarında İstanbul'a döndüğünde Sırrı beyin de katıldığı bir toplantıda devlet ihalelerine girmeme kararı aldılar. Bu tür ihaleler oldukça verimli olduğu halde, ihale ve
405
sonraki aşamalarda özellikle ödemeler konusunda, mide bulandırıcı dalavereler, rüşvet, suistimal gibi anormal işler dönüyordu. Bunun yerine özel yatırım ve taahhüt işleri, özellikle de Ortadoğu'da ihale ve yatırımlar planlıyorlardı.
Son zamanlarda Türk firmaları Ortadoğu'da hatan sayılır yatırımlara sahipti. Kendi şirketleri de uzun zamandır Arap bir sermaye ortağıyla bu alanda faaliyet gösteriyordu. Bunu niçin daha da geliştirmesindi ki?
Cihan için, bu yoğun tempoya, üstelik dayanılmaz bir gönül yarasıyla katlanabilmek kolay olmuyordu. Bu tempo onu, yapması gereken birçok şeyden de alıkoymuştu. Bir zamanlar heyecanlı bir gazeteci olduğunu düşünüyordu. Beraber yola çıktıkları arkadaşları birçok dergi ve gazetenin yönlendiricileri konu-mundaydılar. Hâlâ değişik grup ve ekiplerle, biryerlerde yazmaya devam ediyorlar, bir hayli sesleri çıkıyordu. Kendisi de ticarette epey yol katetmişti ama onlara imrenmiyor değildi. Gazetecilik de bir ayrı zevkti. Kalemi elindeydi, yazıyordu ama, yazdıklarını hiçbir yerde yayımlamıyordu.
* * *
Hilal, Cihan'ın Chicago'da olduğunu ama artık kendisini aramadığını çok iyi biliyordu. Neden bırakıp gidemediğini de anlıyordu. Bunu hoş karşıladı. Birgün, biryerlerde apansız karşılaşmamak için tedbirli yaşamaya devam etmek zorunda olması demekti bu. Ama, onun da hissetttiklerinin, mecalinin dönüp gitmeye yetmediğini biliyordu. Olsundu, kendisi böyle yasmaya devam etisindi. Onunla aynı coğrafya parçasında, onun yakınında olmak, aynı havayı teneffüs etmek, onun başarılarını görüp gururlanmak, belki ara sıra uzaktan görmek, kendisinin de ho-.l şuna gidiyordu.
Onu takip edip, uzakta olduğu bir zamanda evine gidip, hanımı olan şanslı kadınla tanışmayı düşündü bir ara. Ama bunu yapmamalı, hayatına, daha fazla yakınına sokulmamalıydı, Herşey planladığı gibi gitmeyebilirdi. Bu düşünceyle bu fikrin-
den vazgeçti.
Cihat, on yaşına basmıştı. Büyüdükçe Cihan'a benzerliği daha da artıyordu. Hilal onu severken, gözlerine bakarken, o konuşurken hep onda Cihan'ı buluyordu. Bu tek tesellisiydi.
Uzun samandır Chigago'daydılar. Artık buraya iyice alışmışlardı. Senede bir kez İstanbul'a gidiyor, bir ay kalıyordu. Yazlan da Florida'da geçiriyor, zamanının çoğunu halasıyla, Asuman ve yeni edindiği arkadaşlanyla beraber geçiriyordu. En az ayda bir kez uçakla Los Angeles'a gidiyor, Asuman'da birkaç gün kalıyordu.
Cihat, Chicago ASM çocuk kulübüne üyeydi. Bu müslüman çocuk kulübünün gayet güzel çalışmaları, çocuklara yönelik faaliyetleri vardı. Bir de çocuk dergisi çıkarıyorlardı. Cihat buraya, kendi seviyesine göre şiir ve yazılar yazıyordu. Hilal, tıpkı babası gibi, onun yolunda diye seviniyordu bu duruma.
ASM'nin birçok faaliyetinde Cihan'm aktif olarak görev aldığını biliyordu. Onun yapısı öyleydi. Nerede, hangi şartlarda bulunursa bulunsun, aktif olarak birşeyler yapmaya çalışıyordu. Onun, bugünlerde kadın konulu bir seminere katılacağını öğrendiğinde mutlaka gitmeye karar verdi. Seminer günü, onun kim olduğunu, hayatında nasıl bir yeri olduğunu söylemeden birkaç arkadaşını da alarak seminere gitti. Çoğu zenci ve Uzakdoğulu müslüman kadınların, hatta Amerikalı, İslâm'ı seçen kadınların oldukça kalabalık bir şekilde doldurdukları salonda, kürsüye yakın bir yer bulup oturdular. Az da olsa Türkler de vardı. Seminere, müslüman olmayan Amerikalıların da ilgisi bir hayli fazlaydı.
Cihan'm konuşma sırası geldiğinde heyecanlandı Hilal. Kalabalıkta Cihan'ın onu görmesi mümkün değildi ama o Cihan'ı gayet yakından görüyordu. Hasret apayrı birşeydi. Cihan'ın konuşması boyunca kalbi küt küt attı Hilal'in. Gözlerinden yaş eksik olmadı.
406
407
Cihan hoş bir İngilizce ve tatlı bir üslupla sürdürüyordu konuşmasını. Sıkmayan, esprili fakat sulandırmayan, tadında esprilerle süslüyordu konuyu. Her zaman ki gibi ciddi ve vakur halini bozmuyordu hiç.
Konuşmasını, tarih boyunca kadın, diğer dinlerde kadın, İslâm dininde kadın ve günümüzde kadın diye dört ana başlık dahilinde toplamıştı. Özellikle Avrupa tarihinde ve diğer dinlerdeki çarpık kadın anlayışını misalleriyle açıkladı. İslâm'ın kadın anlayışını da ayet ve hadislerle, İslâm tarihindeki .uygulamalarıyla oldukça güzel bir ifadeyle özetledi. Günümüzdeki kadın olgusuyla ilgili çok çarpıcı tesbitleri vardı.
—"Kadın hiçbir devirde günümüzdeki kadar sömürülmemiş-tir" diyordu. "Kadın her devirde ezildi, horlandı, her devirde cinsi cazibe ve estetiği istismar edildi. Hep ikinci, üçüncü sınıf insan muamelesi gördü. Avrupa'da, yakın tarihe kadar insan olarak kabul edilmedi. Bugün de bunların hemen hepsi, fazlasıyla mevcut. Bunlardan başka, geçmiş dönemlerde olmayan, ama bugün yaşanan, daha korkunç bir istismar yöntemiyle, kadın daha da çok boyutlu bir sömürü sistemiyle karşı karşıya" diyor, bu iddiasını da; "bugün kadın çalışmaladır' sloganıyla ucuz bir işçi, süslenme ve güzel olma isteği sömürülerek cazip bir pazar haline getirilmiştir" tesbitiyle misallendiriyordu.
Kadın çalışsındı, ama ezilmesindi. Fıtratına, yaradılışına, bünyesine, fizyolojisine uygun olmayan, ağır, bedenen ve ruhen yıpratıcı işlerde çalışmasın, çalıştırılmasındı. Kimse, hele de İslâm, kadının çalışmasını yasaklamıyordu. Hatta bazı sahalarda kadının çalışması, o sahada ihtisaslaşması hak olmaktan öte bir zaruret, dolayısıyla mecburiyetti. Tıpta, eğitimde, sosyal alanda, hatta gıda maddelerinin ve bunun gibi üretim ve pazarlama sektörünün denetlenmesinde uzmanlaşmalıydı. Son misalin İslâm tarihinde uygulandığını, zira kadının bu sahada özel • bir yeteneğe ve hassasiyete sahip olduğunu söylüyordu. Bugün de, bu sahalarda kadının aktif olarak rol alması zaruretti. Ve gelişerek devam etmeliydi.
408
Kadın, estetiği kavramalı, takip etmeliydi. Ama soyunmanın değil, giyimin, tesettürün estetiğini yakalamalıydı. Zaten soyunmanın estetik bir yanının olduğunu savunan insanın psikolojik problemleri olduğunu iddia ediyordu.
Kadının bugün, hiçbir devirde olmayan bir istismar ediliş şekli de Cihan'a göre şuydu:
—"Kadın eziliyor, istismar ediliyor. Buna ilave olarak, kadının ezilişi ve istismar edilişi de istismar ediliyor. Bugünlerde çığlık çığlığa ortaya atılan kadın haklan naraları bunun apaçık delili. Bu hareket samimiyetten ve kadının haklarını savunmaktan uzaktır."
Kadın haklan savunuculuğu iddiasıyla ortaya çıkanlar, hele de İslâm ülkelerinde kendilerine hedef olarak İslam'ı seçiyorlardı. Hem de İslâm hakkında en ufak bir bilgiye sahip olmadan. Ama kadının, kadınla uzak yakın hiçbir ilgisi bulunmayan konularda reklam malzemesi yapılması, ucuz işçi statüsüyle en ağır işlerde çalıştırılması, en korkunç olanı da eline vesika tutuşturulup, 'l etini sat.' diye ruhsat verilmesi, bu kadın hakları savunucularını hiç rahatsız etmiyor, İslâm ülkesinde kadın pazarlayıcısı, en kaba tabiriyle pezevenk, vergi rekortmeni oluyordu.
Kadın hem akşama kadar çalıştırılıyor, hem de evdeki sorumluluk ve vazifeleri en küçük bir şekilde paylaşılmıyor, böylelikle kadın tam anlamıyla köle haline getiriliyordu. Kadın çalışmasa bile evdeki sorumlulukları eşi tarafından paylaşılmalı, hayat bir bütün olarak ele alınmalıydı.
Bazı yerlerde özellikle de Amerika'nın elit tabakası arasında yayılan, kadın hakkı adına lüzumsuz kapris ve işkenceler de hak mefhumunun dinamitlenmesiydi. Konu doğru ele alınıp, doğru teşhis konularak, adaletli bir yetki ve sorumluluk anlayışı çerçevesinde, hak mefhumu herkesin hakkını almasıyla sağlanmalıydı.
Cihan'ın konuşması oldukça beğenilmiş, ilgi ve sempatiyle
409
dinlenmişti. Diğer konuşmacılardan farklı olarak genç ve realist bir bakış açısına, her yönüyle dikkat çeken bir kişiliğe sahipti.
Hilal, onun konuşmasından çok, ona olan yakınlığın ve uzun bir aradan sonra onu tekrar yakından görüp dinlemenin heyecanı içindeydi. Beraberindekilere hiçbirşey farkettirmedi. Sadece aynı memleketin insanı olduklarını, onu daha önceden de tanıdığını söyledi.
Çıkışta ASM'nin çıkardığı bir gazete reklamı panosu dikkatini çekti. Cihan'ın da artık bu gazetede yazmaya başlayacağını öğrenince hiç düşünmeden abone oldu. Onu yeniden, yazılarıyla takip edecek, kaleminden damlayan imbikleri yudumlayacak, bununla sürür bulmaya çalışacaktı.
* * *
410
"Başım
kendi benliğimle başbaşa kalınca
bıçkın bir gençliğin tozdumanında
unuttuğum kendimin
benzeri kelimeleri aramaya çıktım"
33.
'Bir ülkeyi, kuruluşu ya da şahsı sömürmenin en kolay yolu, ona ipin ucunu kaçırtmak, yatırımları geniş bir alana yayıp, neyin nereden gelip nereye gittiğini göremez duruma getirmektir."
Bu sözü Cihan, Mr. Hadler'e söylemişti. Joan Hadler çok zengin bir Amerikalı işadamıydı. Yatırımları tüm Amerika'ya yayılmış, hatta kıtalararası bir duruma gelmişti. Cihan bu dağınıklığı normal bulmuyordu. Mr. Hadler, işiyle çok az ilgilenen, işlerinin çoğu yatırım hisseleri, ortaklıklar, birçok şirketin çoğunluk hisseleri ve sermaye ortaklıkları olan, hemen hemen fcüm işlerini profesyonel yatırım uzmanı ve yöneticilere yaptıran, çok değişik karakterli bir işadamıydı. Onun bu hali, Cihan'a garip geliyordu. Mr. Hadler açıkça sömürülüyordu. Sık sık ona, bu duruma bir çeki düzen vermesini tavsiye etmişti fakat o umursamıyordu.
Ekim ayının sonunda Cihan, bu yakın dostu Mr. Hadlerin ölüm haberini aldı. Aynı gün, özel kurye vasıtasıyla gönderdiği, ölümünden sonra Cihan'a verilmesini istediği bir mektup aldı. Böylelikle mektuptaki teklifinin reddedilme ihtimalini de ortadan kaldırmış oluyordu.
411
Mektupta, uzun zamandır hasta olduğunu, hastalığının ölümcül olduğunu, bu mektubun, ölümünün hemen ardından eline geçeceğini yazıyordu. Ayrıca iki yıldır müslüman olduğunu, ölüm korkusuyla müslüman oldu diyecekler korkusuyla bunu gizlediğini yazıyor, müslüman gibi defnedilmek istediğini kendisinin bu konuda yardımcı olmasını istiyordu Cihan'dan.
Mr. Hadler'in Cihan'dan asıl istediği, çok daha önemli, zor bir görevdi. Cihan'ı tüm yatırımlarının ve şirketlerinin yönetimine vasi tayin ediyor, onaltı yaşındaki oğlu büyüyüp işlerin başına geçinceye kadar işlerin yönetimini Cihan'a emanet ediyordu. Bu bir emanettir. Müslüman emanete ihanet etmez. Sana, senin ve iki yıldır benim, tüm müslümanların peygamberine güvenildiği gibi, aynı güvenle güveniyorum, diyordu.
Çok ağır bir sorumluluk yüklemiş, öyle bir noktadan vurmuştu ki, reddetmesi imkansızdı. Cihan mektubu okuyunca başından aşağı ter içinde kaldı. İman ve emanet, alemlerin rahmet peygamberine duyulan güven benzeri güven gibi, insanı ürperten, canevinden vuran bir noktadan yakalanmıştı. Bu imtihanı başarıyla vermek mecburiyetindeydi.
Mr. Hadler, ayrıca mektupta, şirketlerine ait çok özel ve gizli bilgilerin ve şifrelerin saklı olduğu kasanın da anahtarını ve şifrelerini göndermişti. Cenaze işlemleri ve ticari konularda aynı bilgileri hanımına da verdiğini, ona da aynı şeyleri vasiyet ettiğini, ölümünün hemen ardından onun kendisini arayacağını da bildiriyordu Cihan'a.
Cihan telefonla Profesör Nurettin bey ve Abdullah beyi aradı. Onların da Mr. Hadler'in ölümünden haberi vardı. Hatta işlerin yönetimini onların da tavsiyesiyle kendisine bırakmıştı Mr. Hadler. Cihan telefonda Nurettin beyle konuşurken diğer hattan Mr. Hadler'in hanımı Mrs. Anna Hadler aradı. Cenazenin Miami'de kaldırılacağını, özel uçağını gönderdiğini, Nurettin ve Abdullah beylerle beraber cenazeye gelip İslâmî usûllerle defin işlemlerine yardımcı olmalarını istiyordu. Cihan telefonu
i     kapatmadan Nurettin beye de durumu bildirdi.
i          îki saat sonra Miami yolundaydılar. Havaalanında yine
Mrs. Hadler'in özel arabası ve adamları karşıladı onları. Araba Miami'nin yemyeşil bahçeler içindeki görkemli malikaneler arasından geçip, Evarglades parkını da geçtikten sonra yarımada-
, nın batı sahilinde çok geniş bir bahçenin içindeki ihtişamlı malikaneye getirdi onları.
Mrs. Hadler, matem kıyafetleri içinde, onları, İslâmî prensiplerine saygılı bir tavırla, elini uzatmadan, Türkçe olarak "Hoşgeldiniz" diyerek kapıda karşıladı.
Üçüde ekonomistti ama üçünün de İslâmî bilgisi ileri düzeydeydi. Ama Cihan hafız olduğu için cenazeyi onun kaldırmasını, namazını kıldırmasını istediler. Miami'de müslüman mezarlığı yoktu ama bu kadarını istememişti Mr. Hadler. Ailesi de üzerinde durmuyordu fakat Cihan bunda ısrar etti. Bunun üzerine cenaze özel uçakla Chicago'ya nakledildi ve orada müslüman mezarlığına defnedildi. Sağlığında etrafındaki kalabalıklar bu sürprizi de bahane ederek, cenazeye gelmemişlerdi. Cenaze me-: rasimi sade oldu. Sağlığında nasip olmayan dualar ölümünde nasip oldu Mr. Hadlere. Cihan'm Mr. Hadler'in imanı hakkında tereddütleri vardı ama hüsn-ü zan sahibi olmak gerekirdi.
Cihan Mr. Hadler'in ailesiyle beraber, şirketlerin ve yatırımların yönetim işlerini konuşmak için Miami'ye döndü. Aile matemdeydi fakat onlar da hıristiyan prensiplerine pek bağlı değillerdi. Yıllar önce bir süre Türkiye'de kalmışlar, o zamandan beri İslâm'a yakınlık duyuyorlardı. Daha sonra sık sık Türkiye'ye gittiklerini söylüyordu Mrs. Hadler.
Cihan, üç yıla yakın zamandır dost olduğu Mr.Hadler'i me-ger fazla tanımamıştı. Aile Türk geleneklerini, İslâmî prensipleri epey tanıyor, hatta Türk mutfağına hayran kalmışlar, birçok yemeğini yapıyorlardı. Cihan'ın İslâmî inanç ve prensiplerini zorlayacak tavır ve hareketlerden kaçınıyordu Mrs.Hadler. Hoş-geldin, derken elini uzatmamış, hafif bir reveransla selamla-
412
413
mıştı. Yemekler Türk usulü, kahve Türk kahvesiydi.
Mrs. Hadler kırk yaşında, yaşını göstermeyen, fotojenik bir kadındı. Cihan bu durumda daha da çekingen davranıyordu. Müşkül duruma düşmekten, kabul edemeyeceği, evlilik gibi tekliflerden korkuyordu.
Oğlu Michael ise pırıl pırıl bir delikanlıydı. Mr. Hadler mektubunda, oğluna İslâmı öğretmesini de istemişti Cihan'dan. Bunu başarabileceğini, hatta Mrs. Hadler'in de müslüman olabileceğini düşündü. Zira ikisi de kendilerini müslümanlığa hıristi-yanlıktan daha yakın hissediyorlardı.
İşleri enine boyuna konuştular. Cihan ilk etapta, yönetime getirilişinin gizli tutulmasını özellikle istedi. Mr. Hadler'in sağlığında yaptığı, şirket ve yatırımların iyi yönetilmediği hatta sö-mürüldüğü tesbitini, sıradan bir araştırmacı gibi, inceleyecek, ona göre yeni bir yapılanmaya gidecekti. Cihan'a teklif edilen ücret ise gelir üzerinden belli bir hisseydi. Cihan bu kadarım istemiyordu. O, bu işi bir emr-i vaki olarak, bir emanet diye yüklenmiş, üstlenmişti. Tabi ki ücretini, emeğinin karşılığını alacaktı, ama o makul düzeyde bir ücrete razıydı. Ama Mr. Hadler de vasiyetinde Cihan'm hem İstanbul'daki, hem de Chicago'daki diğer işlerini bırakmak zorunda kalacağını, ücretin onu tatmin etmesi, bıraktıklarını telafi etmesi gerektiğini, bu sebeble kâr ortaklığının ideal olacağını vurgulamıştı. Adam, ölmeden herşe-yi kendi anlayışına göre, kendi kafasında çözmüş, fazlaca itiraza yer bırakmamıştı.
Cihan, araştırmaları sonunda işlerin mali bilançosu ve boyutlarının beklediğinden de büyük olduğunu gördü. Yatırımlar da alabildiğine dağınık, her biri bir eyalette bir çoğu kıtalararası boyuttaydı. Çoğu da verimsiz haldeydi. Bu durumda Cihan biran tereddüte düştü. Acaba üstesinden gelebilecek miydi? Ama gelmek zorundaydı. Bugüne dek hiçbir zorluğa karşı pes etmemiş, ümitsizliğe düşmemiş, üstesinden de gelmeyi başarmıştı. Bunun üstesinden de neden gelemesindi?
414
Şok bir depremle başlamak istiyordu. Herşeyi kökünden değiştirecekti. Bu sebeple de, olup bitenleri, kimin neler çevirdiğini en ince teferruatına kadar öğrenmek istiyordu. Bunun için de gereken şekilde sürdürdü araştırmalarını. İnançsız ve ihlassız yaşayan herkesin bir bedeli oluduğunu, bu bedel ödendiğinde satın alınabileceğine inanıyordu. Hele de, üzerine aldığı sorumluluğa karşı ihanet içinde olan bir kadrodan birilerini diğerlerine karşı satın almak zor olmazdı.
t
Bu noktadan hareketle, yönetim kuruluna en yakın, onların her adımından haberi olabilecek birini araştırdı. Şirketlerdeki ikinci büyük hissedarın yardımcısı bu işe müsaitti. Onunla gizlice görüşüp, planını başarıyla uygulaması halinde şirketlerin birindeki hisseleri ona devredebileceğim, böylelikle onun, kendi işinin sahibi olacağını vaadetti. Bir de satış sözleşmesi hazırlayıp imzaladı. Plan gerçekleştiğinde bu sözleşmeyi kendisine vereceğini söyledi.
Bu iş de tamamdı. Satın aldığı adam oldukça kurnazdı. En gizli toplantıların yapıldığı odaya alıcı yerleştirmiş, atılan her adımı anında bildiriyordu. O da ona göre tedbirini alıyordu.
Ortaklar ve yöneticiler, Mr. Hadler'in da ölmesiyle onun mülkünü ve şirketlerini sahipsiz bilmişler, ele geçirmek için korkunç bir tezgah hazırlıyorlardı. Kendi hisseleri de dahil, şirketleri halka açacaklardı. Hisse senetlerini yüksek fiyatla piyasaya arzedecekler, ardından zarar ve iflas, spekülasyonlarını yayarak hisse senetlerinin fiyatının hızla düşmesini sağlayacaklardı. Hisse senetleri en düşük fiyatına indiğinde harekete geçip, blok alımlarla hisselerin tamamını ele geçireceklerdi.
Cihan onlara, oynadıkları bu oyunu tersine çevirecek daha ustaca bir plan hazırladı. Hâlâ işi yönettiğini açıklamamıştı. Oyunbazı oynatmak istiyordu. Yöneticilerin şirketleri halka açmalarına ses çıkarmadı. Olayları dışardan en ince teferruatına kadar takip ediyordu. Durumu Mrs. Hadler'e bildirip planını anlattı.
415
Onlar halka açılma işlemlerim tamamlayıp, hisselerin istedikleri fiyata düşmesi, yeteri kadar değer kaybetmesini beklerken o da tedbirini alıp gerekli nakit parayı sağlayacak, onlar harekete geçmeden kısa süre önce, hisseleri onların almayı planladığı fiyata alarak, oyunu tersine çevirip, o onların hisselerini ele geçirecekti.
Bunun için, aracı firma ve bankalara da adamlarını yerleştirecek, satış işlemlerine geçildiği anda, blok olarak hisseleri açacaktı. Aracı firmaların içinden de adam ayarlamayı planlıyordu. En küçük bir aksiliğe mahal bırakmamak istiyordu.
En kısa sürede gerekli nakti bulmalıydı. Bu konuda Mrs. Hadler1 dan yardım istedi. Mr. Hadler1 in özel kasasını açıp, bir kriz anı için sakladığı nakti ve aktifleri aldılar. Mrs. Hadler, mücevher ve kıymetli eşyalarının bir kısmını sattı. Cihan'da kendi imkanlarını zorlayıp gereken naktin bir bölümünü temin etti. Ayrıca biraz da borçlanarak ongun içinde bu işi tamamladılar.
Artık sıra karşı tarafın attığı her adımı takip ederek, harekete geçmek için zamanın gelmesini beklemeye, bu arada, gerekli yerlere gerekli adamları bulup yerleştirmeye gelmişti. Bunun da zor olmadığını düşünüyordu. Şimdiden kafasında kimleri, nerelere nasıl yerleştireceğini kurmuştu. Ayrıntıları herkesten gizliyor, ne yapacağını kimse tam anlamıyla bilmiyordu.
Aslında, yapılan işlem yasalara aykırıydı. Ama karşı taraf bu işin mutlaka bir kılıfını bulacaktı. Bulamazlarsa da, bu onların problemiydi. Kendisi bu alımları şirketin bir yetkilisi olarak yapmayacaktı. Dolayısıyla kimse ona birşey diyemezdi. O, görünürde sıradan bir alıcı olacaktı. Daha da ötesi, şirket adına bile bu alınılan yapsa, oynanan oyuna karşı tedbir alıyordu o.
Karşı tarafı adım adım, saati saatine takip ederek, planını adım adım uyguladı. Plan başarılı olmuştu. Hadler grubuna oynanan oyun tersine dönmüş, hissedarlar hisselerinin çoğunu kaybetmişler, perişan olmuşlardı. Cihan bu oyunbazları fena
416
halde oynatmış, dünyada kendilerinden başka akıllı olmadığını sanmalarını çok pahalıya ödetmişti onlara.
Planı gerçekleştirdikten sonra bir basın toplantısıyla, Mr. Hadler'in özel avukatını da yanına alarak, şirketlerin ve yatırımların yönetimine getirildiğini açıkladı.
Planladığı şekilde, tam bir depremle başlamıştı. Kendi oynadıkları oyun sonucu, dürüst olmayan hissedarlar zaten ekar-te olmuşlardı. Yöneticileri de işten uzaklaştırarak yeni bir ekip kurdu. Son derece riskli hareket ediyordu ama buna mecburdu. Olayı dışardan takip edenler planın ayrıntılarını bilmediklerinden, çılgın ve akılsız, hatta ne yaptığını bilmeden hareket eden toy bir yönetici diye nitelendiriyorlardı onu. O ise bunlann hiçbirine kulak asmıyordu.
Daha bu işe başlarken bir ara İstanbul'a gidip oradaki işlerini, sorumluluklarının tümünü Sırrı beyle İbrahim'e devretmiş, yönetim kurulundan ayrılmıştı. Hisseleri yine devam edecek, ortak olarak kalacaktı. Ama yönetimde sorumluluğu devretmişti. Kendini tamamen yeni işine vermek istiyordu.
Operasyonlara devam edip şirketlerin ve yatırımların birçoğunu tasfiye etti. Karı az, külfeti ağır oları hantal yatırımlardaki hisseleri ucuz fiyata devretti. Feraset sahibi bir insandı. Ekonomideki gidişata bakarak, piyasasını kaybetme riski olmayan yatırımlara ağırlık verdi. Risk durumu fazla olan ülkelerdeki yatırımları da rantabl olmalarına kar ve kazanç durumlarına bakmadan, hisseleri devrederek elden çıkardı. Bu davranışı kısa vadede delilik olarak nitelendirildi. Ama ilerde, bu nitelemeyi yapanlar da onun isabetli karar verdiğini göreceklerdi.
Amerikan ekonomisi çok boyutlu bir sömürü sistemiyle ayakta duruyordu. Dünyayı yeşil renkli bir kağıtla sömürüyor-du. Amerikan ekonomisine ve gücüne alternatif olacak bir gücün önce bu dolar hakimiyetini, rakip bir para birimini dünyaya kabul ettirerek kırması gerekirdi. Amerika bu yeşil kağıtlarla özellikle az gelişmiş ve gelişmemiş ülkelerin tüm kaynaklarını
417
sömürüyordu. Hammaddelerini, petrol ve madenlerini, hatta işgücü ve enerjilerini, piyasalarını ve pazarlarım sömürüyordu. İthalatını bile kurduğu uluslararası holdingler vasıtasıyla yapıyordu. Üretmek istediği bir malı, kurduğu holding, vasıtasiyle bir başka ülkede, o ülkenin işgücü ve emeğini, enerji ve diğer tüm kaynaklarını kullanarak üretiyor, kendi ülkesine transfer ediyordu. Böylelikle daha çok kazanç elde ediyordu:
Birçok ürününü, silahını bile sokamadığı komünist ülkelere bile sokuyor, sömürü devinin kılcal damarları gibi en ücra köşelere kadar yayıyordu. Bunun en açık delili Coca Cola'ydı. 1886'da Georgia Atlanta'da yaşlı, zevkine düşkün bir eczacının, John Pemberton'un geliştirdiği ve bardağını beş sentten sattığı bu içecek yüzyıl sonra olimpiyatlarda bile adından söz ettiren, dünyanın en ücra köşelerine kadar yayılıp, alkol gibi sarhoş etmediği halde, daha kötü bir sarhoşlukla dünyayı kendine bağımlı hale getiren bir içecek haline geliyordu. Moskova'ya bile ilk önce girmeyi başarıyor, en lüks restoranlarının baş içeceği oluyordu. Bu, korkunç sömürü çarkının sadece bir dişlisiydi. Kendi ülkesinde seyredilmeyen üçüncü sınıf film ve dizileri başka ülkelere pazarlıyor, bu şekilde oluşturduğu Amerikan rüya-sıyla nesillerin beyinlerini, fikirlerini sömürüyordu.
Bu film ve dizilerdeki Amerikan halkı ne kadar medeni, müreffeh ve rahattı. Oysa Amerikan halkı dünyanın en gelişmiş köylüleriydi. Hilenin, entrikanın en alası dönüyor, uyuşturucu alkol ve seks nesilleri mahvediyordu. Amerikalı çok zengin de yaşamıyordu. Amerikalı sıradan bir aile ömür boyu, aldığı ev, araba ve çocuğunun okul taksitlerini ödemek için uğraşıyordu. Son derece kapalı bir toplum yapısına sahiptiler. En büyük avantajları tüketimde sağlanan sınırsız garantiydi. Bir malı istediğin kadar kullandıktan sonra bile bir kusurunu bulursan, ya da beğenmezsen değiştirme imkanına sahipsin. Bu da kapitalist sistemin en ileri düzeydeki rekabet anlayışıydı. Tabi bunun bedelini sömürülen ülkeler ve halkları ödüyordu.
Eski Hindistan'daki KAST sisteminin benzeri, gizli bir sınıf-
418
çılık anlayışı hakimdi yönetime. VASP yani White, Anglo-Sak-son ve Protestan olmayanlar, yönetimde belli bir çizginin ötesine geçemiyorlardı. Zenciler hâlâ birçok yerde adam yerine konmuyordu. İşte, dışarıdan cici görünen Amerikan rüyasının içyüzü buydu.
Amerikan ekonomisinin hemen hemen yüzde altmışı silah sanayiine dayanıyordu. Bu sanayiin kısa vadede hafif sanayiye yani elektronik gibi sahalara dönüşmesi imkansızdı. Yaptığı tüm çok boyutlu sömürüye rağmen, savaşmazsa, ya da birilerini savaştırmazsa, bu ekonomi ayakta kalamazdı. Ürettiği silahı satmak zorundaydı. Bunun için de dünyada sürekli fitneyi körüklüyor, savaşlar çıkarıp, iki tarafa da silah satıyordu. İnsanların kanı üzerine, en ileri boyutta bir zulüm sistemi üzerine ekonomi ve ikbal kurmuş, korkunç bir vampir gibiydi.
Yıllarca süren İran-Irak savaşı, Amerika'nın bu fitne politikasının, silah pazarı oluşturmak için kurduğu tuzak ve entrikaların en basit örneğiydi. Halkının karnını doyurmaktan, midelerine iki lokma ekmek girmesini sağlamaktan aciz, Afrika ülkeleri bile çılgınca silahlanıyor, varını yoğunu bu vampire yediri-yordu.
Cihan, yönetimini üstlendiği grubun silah sanayine yatırımı olmadığına sevindi. Kan kokusunda ikbal aramak, çoğunlukla dindaşlarının kanını emen yatırımlarda emek tüketmek, Cihan için kabul edilemez bir durumdu. Bunu asla kabul etmezdi. Bereket ki böyle bir yatırım yoktu.
Bütün bu işlerin üstesinden gelmek aylarca gecesini gündüzüne katmasını gerektirmiş, fena halde yorulmuş, hırpalanmışta. Değil Hilalle ilgilenecek vakit, nefes almaya zaman bulamıyordu. Hilal'i aklından çıkaramıyordu ama arayacak bile olsa bu zamanı bulacak durumda değildi. Zaten aramama kararı almıştı.
Haziran sonlarına doğru rahat bir nefes aldı. İşleri yoluna koymuş, tamamen yeniden yapılandınmşü. Uçsuz bucaksız, da-
419
ğımk yatırımlar yerine, derli toplu, verimli bir yatırım grubu oluşturmuştu. Bu dönüşüm kolay olmamıştı ama o da tüm bunları tek başına yapmamıştı. İyi bir ekonomist olan Nurettin ve Abdullah beylerin büyük desteğini görmüştü. Zaten onu bu işe itenler de onlardı.
Çok iyi bir ekip oluşturmuştu. Özellikle ASM bünyesinde yetişmiş, yetenekli siyahlardan seçmişti ekibini. Bu siyah insanlar hâlâ kendilerini kabul ettirebilme savaşı veriyorlardı. Her sahada büyük bir mücadelenin içindeydiler. Böyle bir fırsat onlar için son derece önemliydi. Kendilerini ispat edebilmek için, canla başla çalışacaklardı. Cihan bu insanlan seçerken çok titiz davranmış, oldukça liyakatli ve dürüst bir ekip kurmuştu.
Chicago'daki bürosunu kapattı, ama buradan ayrılmadı. Burası onun, Amerika'da oluş sebebinin özünü barındırıyordu. Üstelik, yönettiği grubun merkezi olarak da idealdi. Yatırımlar yeni oluşumda üç merkezli hale gelmişti. Batıda California grubu, burasının merkezi Los Angeles'tı. Doğudaki yatırımların merkezi olarak da Washington ve New York'a en yakın yer olarak Baltimore'yi seçmişti. Genel merkez olarak da Chicago'yu seçmiş, meşhur Lake Shore Drive binalarının karşısındaki büyük binaya, eski merkeze yerleşmişti. Burası batıdaki işlerine de doğu-dakilere de aynı şekilde yakın olabileceği en ideal yerdi.
Teklif edilmesine rağmen Miami'ye taşınmamıştı. O aileye mesafeli olmak istiyordu. Yakın olması korktuğunu başına getirebilir, oldukça genç sayılabilecek bir dul olan Mrs. Hadler'in evlilik teklifiyle karşılaşabilirdi. Böyle birşeyi kabul etmesi imkansızdı. Yüreğinde Hilal'in aşkı varken bir başkasıyla asla beraber olamazdı. Ona kavuşma ümidi olmasa da, onun aşkına sadık kalacaktı. Üstelik, Miami sefahat ve karaparanın sahte cennetlerinden biriydi. Cihan'ın yaşayabileceği bir atmosfere sahip değildi.
Cihan Amerika'ya sefahat için gelmemişti. Bir gayesi, bir J davası, bağlısı olduğu, delisi olduğu idealleri vardı. Rahat me-
420
kanlar, sefahat yuvalan, rahat döşekler, uyku tutmaz iğneli fıçı kesilmişti. Yan gelip yatmanın değil, canla başla çalışmanın gayreti içindeyidi.
ASM'nin çıkardığı gazetede sevgi yazılan köşesinde hafta-dabir yazmaya devam ediyordu. Okumak ve yazmak onu, hâlâ en iyi dinlendiren meşgaleydi.
2 Ağustos 1990 günü geldiğinde Saddam Kuveyt'e girmişti. Bu oyunun nasıl biteceği belliydi. İki gün evvel Kuveyt'i korumak için hiçbir garanti vermeyen Amerika'nın iki gün sonra, nasıl kıyameti kopardığı, nasıl tozu dumana kattığı, ortalığı nasıl velveleye verdiği, oynanan oyunu açıklıyordu. Son zamanlarda hızla birliğe doğru giden Avrupa'ya karşı Ortadoğu pazarını ve petrolünü kaybetmek istemeyen Amerika'nın ortaya koyduğu Ortadoğu'ya yerleşme planıydı bu. Cihan bu oyunu gazetedeki köşesinde "senaristi, rejisörü, yönetmeni, oyuncusu ve prodüktörü Amerika, figüranı Irak ve diğerleri olan siyonistçe tezgahlanmış, emperyalist bir oyun" diye yorumladı.
Önceden ferasetli davranıp aldığı tedbirler sayesinde Körfez krizinin ekonomik durgunluğunu kolay atlattı.
* * *
Hilal, Cihan'ın ne yaptığını abonesi olduğu, yazdığı gazeteden takip ediyordu. Bu gazete Cihan'in iş hayatına epey yer veriyordu. Hilal bu sayede ondan daima haberdardı. Cihan'ın son girdiği işi çılgınlık olarak değerlendirdi Hilal.
—"Ben zamanında bu adama boşuna çılgın dememişim" diyordu.
Ençok da onun sevgi yazılannı seviyor, nefes almadan okuyordu. Cihan bir bahar yağmuru gibi sevgi esintileri, sağanak-larıyla yazıyordu bu köşede. Adı gibi sevgi yazılanydı.
Bir yazısında, "sevgi çok ağızda çiyneniyor ama acaba kaç gönülde kor? Bu, insanlann sevgi anlayışına, sevgiden ne anladıklarına bağlı. İnsan sevgi zannettiği şeyin çilesiyle yüzyüze
421
geldiği zaman acısını bile sevebiliyorsa sevginin; sevgi işte o zaman sevgidir. Yok eğer sızlanmaya, yakınmaya, kaçmaya, böylesi tepki ve çarelere başvuruyorsa, benim sevgi anlayışım bunu asa kabul etmez" diyordu.
Bir başka yazısında sevgiyi suya benzetiyordu. Şelalelerden süzülen, hayat kaynağı, pırıl pırıl, duru bir suya..."Sevgiyi suya benzettim çocukluğumda. Bereketi yağmurda aradım hep. Suda aradım güzeliği, zenginliği" diyordu.
"İstanbul'un da tarihi suyla başlar. Farklı kılan suyudur İstanbul'u. Onun bağrında yaşattığı tarihin başlangıcı suyun başını tutma tutkusudur. Su medeniyetidir tarihte en eski medeniyetler. Su ve toprak. Aşık ve maşuk gibidir bu ikisi."
Onun sevgi yazıları güzeldi ama yaptığı çılgınlıklar biraz fazlaydı Hilal'e göre. Amerika'da Körfez krizi için Amerika'yı yerden yere vurmak pek akıllıca değildi. Sık sık Amerikan ekonomisini kan emen vampir ve sömürü ekonomisi diye nitelendiriyordu. Bu tavırları başına iş açabilirdi.
Olup bitenlere hiçbir zaman kayıtsız ve sessiz kalamamış, sesini yükseltebildiği kadar yükseltmişti. Afganistan'da yaşananlarla ilgilenmiş, gidip iki yılını orada savaşla geçirmişti. Öldü bilinmiş, yeni yaralar açılmıştı gönüllerde. Körfez krizine sessiz kalmamış, Amerikan'm Körfez siyasetini yerden yere vuran yazılar yazmıştı. Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan durumu da oldukça farklı bir bakış açısıyla değerlendiriyordu.
Cihan'a göre Sovyetlerin dağılmasıyla tek kutuplu hale gelen dünya çok korkunç olaylara gebeydi. Adımını attığı her bölge tam bir dinamit fıçısı, diyordu. Aslında dünya siyonizmi, yirminci asrın son çeyreğinde yıldızı hızla parlayan İslâm uyanışına, Batıya göre İslâm radikalizmi ve fundamentalizmine karşı birleşiyordu.
Balkanlarda uyanan İslâm'a karşı Yugoslav birliği feda edilmişti. Orası kaynıyordu.
422
Böyle net tavır koymak, onun ticari geleceğini ve kariyerini de etkileyebilirdi. Ama onun doğru bildikleri bundan da önce geliyordu. Hilal onun değişmeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu sebeple ikaz etmek gibi birşey düşünmedi.
Cihan, gazetedeki sevgi yazıları haricinde, bir başka köşede arasıra yazıyor, bu sert çıkışları orada yapıyordu. Kendisiyle yapılan ve yüksek tirajlı birçok dergide de yayınlanan röportajlarda da aynı tavn sergiliyordu. Bu onun eski huyuydu. Ömrü boyunca doğru bildiğini söylemekten hiçbir zaman çekinmemişti. "Bu kadar açıkça tavır koyma herşeye. Birilerinin azizliğine uğrarsın" diye uyarmışlardı bir zamanlar imamlık yaptığı yıllarda. Ama onun buna cevabı: "Doğru bildiğimi söylemeyip, susarak bu mevkide kalmaktansa, hammallık yapmayı, ama doğru olanı söylemeyi tercih ederim" olmuştu. O yıllarda gençlik heyecanı olarak yorumlanan bu hali hâlâ devam ediyordu.
Sözde Ermeni katliamı, Amerikan Senatosuna getirildiğinde, "Amerika önce katlettiği, kellesine ödül koyduğu Kızılderililerin hesabını versin" diyerek yine aynı çıkışı yapmıştı.
l Nisan 1992 Los Angeles olaylarında da ezilen taraf olan zencilerden yana tavır koymuştu. Bu taşkınlıkları tasvip etmiyordu ama beyaz adamın bunu hakettiğini savunuyordu. "Amerika yaptığı zulmün bedelini ödüyordu. Bu olayları çıkaranlar bu ülkeye, ayaklarının altına kırmızı halı serilerek getirilmemişti. Onlar, Afrika'da hayvan avlar gibi avlanıp, zincire vurularak, köle olarak buraya getirilen Kunta Kinte'lerin torunlarıydı. Ellerindeki zincirler; boyunlarına vurulan zincirler, ayaklarına vurulan prangalardı." Böyle yorumluyordu Cihan bu olayları. Bir başka yazısında ise aynı konuda şunları yazıyordu:
"Dünyaya insan haklan dersi vermeye kalkan Amerika, önce kendi içindeki ırk fanatizmi ve emperyalist karakterden vazgeçsin. Daha bir asır öncesine kadar anayasasının 13,14 ve 15. maddeleriyle köleliği yasal hale getiren bu ülke, 1870'te sözde bu yasaları kaldırdı. Ama pratikte hâlâ ırk fanatizmi ve kölelik
423
anlayışı devam ediyor. 15. madde hâlâ kafalardaki yerini koruyor."
Cihan'ın oldukça yoğun geçen ticari hayatının dışında, fikri platformdaki çıkışları da böylece sürüp gidiyordu. Yabancısı olduğu bu ülkede sesini duyurabildigi kitleler vardı. Bundan rahatsız olanlar da vardı. Bu yüzden, biraz ölçülü olması için dostları da sık sık uyarıyordu onu. Hilal de bu durumdan kaygılanıyor. "Bu adam uslanmayacak. Bu gidişle başına kötü bir hal gelecek" diyordu. 1977'de yine böyle kaygılandığını söylemesi üzerine verdiği cevap geliyordu aklına: "Dilsiz şeytan olmak-tarsa, cansız bir beden olmayı tercih ederim" demişti. İnandığı şeyden vazgeçirmek kolay değildi onu.
* * *
Her gelen akşam, hüzün verirdi Cihan'a. Ama baharın son akşamı, ömürden tükettiği bir yılın daha son gününün akşamı, güneş guruba çöküp, pencerelerde tutuşup, sulan yangın yerine çevirdiği an daha bir dayanılmaz olurdu. Camlarda alevlenip, gözlerine dolan gurub alevleri damarlannda delişmen bir ırmak gibi çağıldar, çıldırmanın eşiğine getirirdi. Bu acı dayanılmaz bir haz verir, yüreğinde şahlanır, bugünü sonuna dek yaşamak, güneşi bu akşam, battığı son ufka kadar peşinden koşup uğurlamak, karanın bittiği yerde denizde uzayıp giden yakamozdan yoluna dalıvermek arzusu dolardı yüreğine.
Güneş burada sulara gömülüp birbaşka iklimde doğmaya hazırlanırken, orada da doğuşunu karşılamak isterdi. Ama uğurladığı gün baharın en son günüydü. Doğacak olan, yazdan bir gün olacaktı. Ona hüznün en dayanılmazını yaşatan, melankolik yapan da buydu ya. Bu yüzden bu en son günü, battığı en son ufukta, batının en batısında Californi'da, Pasifik sularında uğurlamak sevdasına kapılırdı. Baharı son saliselerine kadar | yaşamak arzusu muydu bu, bilmiyordu. Ama mutlaka bir baha- | nesini bulup o akşamın gurubunu orada seyrediyor, günü oradan uğurluyordu yeni gün ve iklimine, doğuşuna.
Bu yıl, yaş otuzbeş derken de orada olacaktı. Bahanesi hazırdı. 22 Haziran pazartesi günü Los Angeles'ta batı grubu değerlendirme toplantısı vardı. Bir iki gün önceden gidip özlediği iklimi de orada yaşamak fırsatıydı bu.
Yaş otuzbeş, yolun yansı dememişti, hiçbir zaman. Kendine ömür biçmek, yaşayacağı yaşı tayin etmek, insanın haddine değildi. Otuzbeş yaş yolun yarısı da olabilirdi, fazlası da eksiği de, hatta sonu da...Böyle inanıyordu. Ama yaşadığı otuzbeş yılda sular hiç durulmamış, hep çalkalanmalarla, çalkantılarla, delişmen denizlerde dolu dizgin dalgalarla geçmişti ömrü. Belki bu yüzden de yeni doğuşta, yeni yaşma adımını atarken dalgasız bir körfez arayışıyla koşuyordu günün peşinden. Baharın en son, günün en uzun, gecenin en kısa olduğu bugünü daha da uzatmak, doğudan doğuşunu yakalayıp geceyi hiç yaşamamak arzusu muydu, düşünmemişti.
Cumartesi erkenden, metalik siyah, üstü açık spor arabasını batıya sürdü. Kuzeyde, Plate ırmağını takip eden, daha kısa fakat batıya doğru çok engebeli olan, Kayalık dağlarını aşmak durumunda olan kuzey yolu yerine, biraz daha uzun ama daha düz ve manzaralı olan güney yolunu tercih etti. Missisipi'yi aşıp Ozark yaylasını geçerek Oklahama City'e geldi. Orada da hiç durmadan gün boyu yol alıp akşama sekiz otuzda New Meksiko'nun merkez kenti Santa Fee'ye ulaştı. Kentin güneyinde Pa-cos ırmağının kenarında bir motele kendini attığında alabildiğine yorgundu. On saaten fazla hemen hemen hiç durmadan yol almıştı. Hız limitinin çok üstüne çıkmış, binbeşyüz kilometreden fazla yol katetmişti. Bu delilikti. Yol düzgün, arabası müsaitti ama daha önce hiç durmadan bu kadar mesafeyi hiç gitmemişti.
Uzun zamandır sürdürdüğü hızlı tempo ve ağır sorumluluk
yükünün ardından, duygusal olarak her zaman yoğun yaşadığı
j yirmibir Haziranlardan birinin arefesinde, hissettikleri onu
; böyle bir davranışa sevketmişti belki de. Yol boyu iki kez benzin
/almak için, bir iki kez de yiyecek birşeyler almak için durmuş,
424
425
bunlarda topu topu birkaç dakikayı geçmemişti.
Bu kadar uzun mesafe katedip aralıksız yol gitmesi, Pazar günü bir an evvel California'da olmak, Büyük Okyanus'un kıyısına ulaşmak, oralarda biraz fazla vakit geçirebilmek içindi herhalde.
Yarın da erkenden yola çıkar, aynı tempoyla giderse günba-tımından çok erken Pasifik yoluna ulaşırdı. Bu da büyük okyanus üzerinde günbatımını yakalaması demekti. O, yüzlerce renk tonunun sularda derinlemesine titrediğini, pınl pırıl sulara gömülüşünü, o kızıllıklarda, morda, lacivertte, her ayrı renk tonunda, o amansız romantizm acısının dayanılmaz hazzıyla kıvranırken, hatıralarını yeniden yaşayıp, sevdasıyla iliklerine kadar titrerken, hasretiyle o kızıllıklarda adeta yanıp tutuştuğunu hissedebilmesi, yaşayabilmesi demekti.
Her fırsatta buralara gelip bu atmosferi yaşıyordu. Bu sefer günün en uzununu yine buradan uğurlayacak, günü sonuna dek, Amerikan'nın bu en batı noktasında en uzun zaman sürecinde yaşayacaktı. O, sanki batıya doğru giderken zamanı kovalıyor, doğudan batıya doğru kendisini kovalayan akşamdan, karanlıktan kaçıyor gibiydi. Karanlık doğudan başlayıp batıya doğru yavaş yavaş bastırır; gün, batıya gittikçe daha geç batardı. O da selin önünden çırpınarak kaçarcasına, karanlığın önünden batıya doğru savruluyordu. Böylelikle günü alabildiğince uzun yaşamış oluyordu.
Bu kadar uzun mesafeyi karadan katetmek zoranda değildi. Şirketin özel uçağı vardı. Ayrıca Chicago'dan Los Angeles'a sık sık uçak vardı. Buna rağmen zor ve zahmetli olanı denemişti. Bu, ya bir merak, Amerika'yı doğudan batıya karadan kate-derek görme arzusu, ya da bir fantaziydi. Ama denemiş, neticede pişman da olmamıştı. Zaten hep zoru seçmemiş miydi?
Pazar sabahı Santa Fee'liler pazar ayini için kiliselerin yolunu tutmadan, o California'nın yolunu tuttu. Ama direksiyonu biraz kuzeye kınp, Las Vegas üzerinden Los Angeles'a yöneldi.
426
Las Vegas'ta biraz durup dinlendi, birşeyler yedi. 134 numaralı yoldan Mojave çölünü geçerken Canan'ı hatırladı. Buralan, çöldeki o rengarenk kum manzaralarını nasıl da sevmişti.
Öğleden sonra ikibuçuk üç civan 134 numaralı yolla, 101 numaralı otoyol kavşağına gelmişti. Vegas yönünden bu girişte viyadük yerine ışıklı kavşak vardı. Tam kavşakta kırmızı ışık yanması üzerine durdu. Bu sırada güneyden, okyanustan esen rüzgar onu heyecanlandırdı. Saçları hafif rüzgarla savruldu. Saçlarını eliyle düzeltirken kulağına gelen bir müzikle daha da heyecanlandı. Müzik Türkçeydi. Gür bir kadın sesi oldukça duygulu bir sanat müziği parçası söylüyordu. "Unutmak kolaysa önce sen unut!.." Bu sözler adeta kendisine söyleniyordu. Heyecanla başını çevirip arkaya, müziğin geldiği arabaya baktı.
—"Aman AllahımLHilal!.."
Gayri ihtiyari bu sözler döküldü dudaklarından. Müziğin geldiği kırmızı renk lüks otomobildeki Hilal'di. Bir iki saniyelik şoku atlattıktan sonra vitesi geri alıp hızla geri gitti. Yıllardır aradığı Hilal'i böyle, bir anda karşısında görmek, altüst etmişti onu.
Hilal de onu görmüştü. O gerilerken Hilal'in arabası, geç ışığı yanmadan, kuralı ihlal edip, ok gibi fırlayarak Pasifik yoluna girdi. Hilal yine, panik halinde kendisinden kaçmıştı. Ama niçin? Niçin bir merhaba demesine bile fırsat vermemişti?
Vitesi tekrar ileri aldı. O da ışığı beklemeden peşinden gitmeyi düşündü bir an. Ama kader adeta ona ulaşmasını istemiyordu. Oldukça yavaş ilerleyen bir tır, yolu boydan boya kaplamış, aralarına geçilmez bir duvar örmüştü. Ona söyleyecek bir sözü yoktu, geçiş hakkı onundu. Hâlâ kırmızı ışık yanıyordu.
Yeşil yanar yanmaz o da güneye Los Angeles yönüne, Pasifik yoluna girdi. Gaz pedaline sonuna dek yükleniyordu ama Hi-lal'e yetişmek, onu bulmak ümidi yoktu.
Ama anlayamadığı birşey vardı, onun da Chicago'dan kalkıp
427
kara yoluyla buraya kadar gelmesi mümkün değildi. Bu kadar mesafeyi bir günde almak imkansızdı. Kendisi anormal hızla iki günde gelmişti Chicago'dan buraya. O, böylesi geceli gündüzlü yol katetmesi gereken bir mesafeye yalnız çıkmazdı. Acaba aradan geçen zamanda yeniden bu tarafa mı taşınmıştı? Bunu öğrenmenin bir yolu vardı. Arabanın plakasını almıştı. Trafikten bu plakayı taşıyan arabanın kime ait olduğunu öğrenebilir, bu yolla bir neticeye varabilirdi.
Plakayı trafik kayıtlarından araştırdı. Araba bir oto kiralama şirketine aitti. Bu da Hilal'in bu tarafa taşınmadığı anlamına geliyordu.
Yıllar sonra onu, birkaç saniyeliğine de olsa görmek, yeniden altüst etti benliğini. İki günün yorgunluğunu son bir iki saat içinde tüm ağırlığıyla bedeninde, iliklerinde hissetti. Güneye inip Pasifik'te gurubu seyrederken daha da dayanılmaz sancılarla kıvrandı.
Acaba herkes aşkı böyle dayanılmaz boyutlarda hissediyor, yaşıyor muydu? Yoksa bu istisnai bir durum muydu? Herneyse hazzı da dayanılmaz, acısı da amansız oluyordu. Her günbatımında sularda tutuşmak, alev alev yanmak her yüreğin harcı değildi herhalde. Hatta kimilerine göre komik, aptalca bir aşktı bu. Ama asıl aşkı bu kadar sığ yaşayanlar zavallıydı. Aşkı böylesi yaşayamasa da aptallık olarak nitelendirebilen gönüle acımalıydı insan. O gönülde bir bardak suyun derinliği, enginliği ve dalgalanmaları bile olamazdı. Aşkın o, okyanusça şahlanışı, derinliği ve dalgalanmaları o gönülde nasıl olabilirdi, bunu kim bekleyebilirdi ki?
Hilal aslında havaalanına giderken görmüştü onu. Uçağa giderken ,onun da Missisippi yoluna, üstü açık spor bir arabayla rüzgar gibi girdiğini havaalanı kavşağında görmüş, onun yine nasıl bir maceraya atıldığını anlamıştı. Kendisi Los Ange-les'e uçacak, hizmetçi kadını Bordeüks Ringe'ye bırkacak, birkaç gün Asumanlarda kaldıktan sonra İstanbul'a gidecekti.
428
Vegas yolunda onunla karşılaştığında Las Vegastan geliyordu. Bir arkadaşını görmeye gitmişti Vegasa'a. Dönüşte onunla karşılaşmış, onun da kendisini görmesi üzerine paniğe kapılıp kaçmıştı.
Onu görmek altüst etmişti Hilal'i. Asuman'ın evine geldiğinde kalbi hâlâ küt küt atıyor, kalp çarpıntılarıyla mecalsizdi.
*   *   *
Cihan, bu yazı Florida'da geçirmek istiyordu. Garip bir duygu onu oraya çekiyordu. Miami'de de güzel bir ev bulma imkanı vardı. Ama Miami'yi düşünmüyordu. Orası ona göre değildi ve üstelik hâlâ, olası bazı tekliflerden çekiniyordu. Zira, Mrs. Hadler, Cihan'a çok ilgi ve yakınlık gösteriyordu.
Ayakları onu California dönüşünde, Sen Luis işmerkezinde-ki uzun boylu kadın emlakçıya sürükledi. Florida'da bir ev bulması için niçin Chicago'da bir emlakçının kapısını çalmıştı? Niçin bu kadın emlakçıyı tercih etmişti? Bu sorunun cevabını kendisi de düşünmüş değildi.
Aslında onu, oraya çeken, emlakçı kadının gözlerinde, Hi-lal'e ait birşeyler bildiğine dair bir gülümseme sezmesiydi. Chicago'daki evi tutarken de, Hilal'i aramak için de bu kadına uğradığında aynı yakınlık ve gülümsemeyi sezmişti. Hilal'in, bir adım daha atarsan beni bulacaksın, biçimindeki faxtaki ifadesi de Cihan'a, bu kadın vasıtasıyla tuttuğu evi Hilal'e çok yakın olabileceği, Hilal'in bu yüzden korkup böyle bir fax çekerek tedbir almak zorunda kalmış olabileceğini düşündürüyordu.
,       Cihan yanılmamıştı. Bu kadın, Hilal'e evi kiralayan kadın-' di. Cihan'ın da ona yakın bir ev kiralamasına aracılık etmişti, ı Cihan'ı iyi biri olarak görmüş, Hilal'e söz vermemiş olsa, Hi-'lal'le ilgili bilgi vermeyi bile düşünmüştü. Cihan, Florida'da yazlık bir ev için kendisine geldiğinde yine Hilal'in tam karşısındaki dublex daireyi ona kiraladı. Bir şekilde karşılaşsınlar istiyordu. Biraz da muziplik olsun diye durumdan Hilal'i de haberdar edip, tedbirli davranmasını tembih edecekti. En azından
429
Hilal onu uzaktan görsün, kaçması için gerçekten ciddi gerekçeleri varsa ona göre hareket etsin istiyordu. Ama Hilal, İstanbul'a gitmişti. Dönüşte haberdar ederdi.
Hilal, yazlan Florida1 da halasının evinde kalıyordu. Kuzeni için aldıkları evi, onun şuan New York'ta okuyor olması üzerine, oturması için Hilal'e vermişti. Kuzeni New York'ta hukuk üzerine ihtisas yapıyordu. Hilal, yazlan halasına ait Florida'da-ki evde geçiriyordu, ama bu yaz İstanbul'a gitmişti. Bir ay kalıp dönmeyi planlıyordu ama planını uygulayamamış, İstanbul'da iki ay kalıp 20 Ağustos tarihinde Florida'ya dönebilmişti.
Eylül ayının ikisinde gördü Cihan'ı Florida da. Aradan uzun zaman geçmesi üzerine unutmuş, Hilal'i durumdan haberdar etmemişti emlakçı kadın. Hilal Florida'da Cihan'ı görünce şaşırdı. Acaba Cihan kendisini bulmuş, gizliden gizliye takip mi ediyordu? Böyle olsa Cihan kendisiyle konuşmak, bir bahane ile merhaba demek, hal hatır sormak isterdi. Çektiği fax üzerine bundan çekinmiş olsa bile, daha önce görmeliydi onu. Ama görmemişti. Chicago ve Los Angeles'ta ise tamamen tesadüfi olduğu açıktı.
Cihan, Hilal'in onu gördüğünde Florida'nın meşhur, Miami yolu diye anılan Steinbeck caddesinde yürüyordu. Krem rengi spor pantolonu, açık yeşil tişörtü, çorapsız olarak giydiği ayak-kabılanyla oldukça farklıydı. Gözleri yine her zamanki gibi dalgın, bakışlan yerde, yürüyordu. Oğlu Cihat'la beraber yürüyüşe çıkan Hilal'i, bu dalgınlığı yüzünden görememişti.
Yine onun kendisini düşündüğünü anladı Hilal. Dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. Cihan bir yazısında: "On yıl önce, giyene deli denecek garip renkler şimdi moda" diye eleştiride bulunuyordu. On yıl önce senin de bu kadar değişeceğine kimse inanmazdı, diye geçirdi içinden. Aslında Cihan'da değişen bir şey yoktu. Belki yazlan devamlı böyle yapıyordu, belki Florida'nın, insanın ayaklarını yakıp kavuran zemin sıcaklığı yüzünden farklı olarak çorap giymemişti, o kadar.
430
Hilal, Cihan'ı, ona ve Cihat'a farkettirmeden evinin önüne kadar takip etti. Şaşkınlığı daha da artmıştı. Cihan tam karşısındaki, bahçe içinde, dört dublex dairesi olan evin sağ üst dairesinde oturuyordu. Bu durumda karmakanşık duygularla bir süre bocaladı. Ama, davranışlanndan Cihan'ın kendisinden habersiz olduğu kanaatine vardı. Bu durumda daha dikkatli davranarak ona görünmemeyi düşündü.
Zaten sezon bitmişti. Yakında Cihat'ın okulu açılacak, Chicago'ya döneceklerdi. Hem birkaç gün daha onu yakından görmüş olurdu. Bu arada dayanamamaktan da korkuyordu. Onu gördüğünde dayanamayıp, gidip ona merhaba diyebilirdi. Ama ne olursa olsun kalacaktı. Hanımını da merak ediyordu. Onu da uzaktan görmüş olurdu.
Sonraki günlerde birkaç kez, yolda yürürken, evinin bahçesinde birşeylerle ilgilenirken, evinden çıkarken gSrdü. Ama hanımını hiç görmedi. İstanbul'da bırakmış, bir müddet ailesiyle kalması için izin vermiş olmalıydı mutlaka. Zaten onunla çok da mutlu olabileceklerini sanmıyordu. Mutlu olsa, hâlâ kendisinin peşinde olmazdı. Unuturdu bu eski aşkını. Unutamadığına göre, mutsuzdu, pişmandı belki tekrar evlendiğine. Onun için üzüldü. Mutlu olmasını istiyordu onun. O, buna layıkta. Çok çekmişti hayattan ve kendi sevgisinden. Bari bundan sonra mutlu olsundu.
Hilal bunlan düşünürken, Cihan'ın evli olmadığını aklından bile geçirmiyordu. Onu hem Asuman, hem daha sonra kendisi Canan'la görünce, Canan'ı hamını sanmıştı. Ve bu korkunç yanlış onları yıllardır ayrı bırakıyordu. Bu aynhğın daha ne kadar süreceği de belli değildi.
* * *
431
"Acının gurbeti yine acıdır
sılası hani
orda düşlere vakit yoktur"
34.
"Davran ki elindeki ışığın ışık ordusuna ulaşmasına ve karanlığın bozguna uğrayıp, tarumar olmasına az kaldı."
Bilgisayarın ekranındaki cümleyi tekrar tekrar okudu. Yüreğinde garip duygular çalkalanırken, yolların yavaş yavaş menzile yaklaştığını, esen rüzgarın sıla fısıltılanyla, bülbül için gül kokulan taşıdığını duyar gibiydi. Yeni romanına önsöz yazıyordu. Yanıbaşındaki masanın üzerinde bilgisayarda yazılmış belki üçyüz sayfalak bir deste duruyordu. Düşünceli ve yavaş yavaş tuşlara bastı.
"Kolaycı bir milletiz. Kolay hüküm veren, yargılamadan infaz sehpasına çeken bir karakterimiz var. İnsanları birşeylere mahkum ederiz. Kimini korkaklığa, kimini yalancılığa, sahtekarlığa, hatta bazılarım doğruluğa, kusursuzluğa, kahramanlığa mahkum ederiz. Onların hata yapmaya, günah işlemeye, insana mahsus fıtri eksikliklere bile hakkı yoktur. Bu fıtri hataya düştüğündeyse bu kez tüm doğrularını siler, onu da diğer tümden sahtekarlar sınıfına dahil ederiz.
Oyasa kusursuzluk, yaratılmışlar arasında yalnızca peygamberlere mahsustur. Gayrisi az ya da çok günah işler. İnsanı kusur ve hatalarıyla, günahlarıyla değerlendirmek gerekir. Sonradan hayal kırıklığına uğramamak için bu şarttır.
Yazarları, hayatlarım, yaşadıklarını yazdıklarına mahkum
432
ederiz. Doğru; yazar, hele de romancı önemli ölçüde yazdıklarıy-la bütünleşmiştir. Yazdıklarını yaşamasa da, kendi kurduğu efsunlu hayal dünyasında, yazdıklarını adeta yaşamış gibidir. Kendinden çok şey katmıştır yazdıklarına. Ama yazdıkları; yaşamadıkları, sevdalan, özlemleridir. Bir duygu sağanağıdır. Sevginin, garip bir coşkusu. "
Önsözü yazıp tamamladıktan sonra printeri çalıştınp kağıda aktardı. Onuda diğer destenin üzerine koyup ekranda kitabının ismini değişik bir tarzda şekillendirdi. Bir adım geri atıp ismi şöyle kuşbakışı seyretti. Yüksek sesle ismi tekrarladı. Kendi sesini dinleyerek kulağa hoş gelip gelmediğini kontrol etti. "Yıldız Serpilen Yüzün" İsmi beğenmişti. Kağıda aktarıp, yazı destesini çantasına koydu ve çıktı.
21 Şubat Pazar günüydü. Yani yarın Ramazan ayı giriyordu. Bugün İstanbul'a geçip biraz dolaşacaktı. Henüz kış olmasına rağmen Ramazanı geçirmek için Ada'yı tercih etmişti. 12.30 vapuruyla Bostancı'ya geçti. Hava kapalı fakat soğuk değil, yürümek için idealdi. Ama Cihan yürüyüş kıyafetinde değildi. Bir an kıyafetine bakıp, yürümekten vazgeçecek oldu. Otoparktaki arabasına kadar gitti. Sonra tekrar yürümeye karar verip geri döndü.
Gerçekten de takım elbise, üzerinde pardesü ve rugan ayak-kabılarıyla elinden deri çantası ve şemsiyesiyle fazlaca resmi bir görünümü vardı. Sahil yolundan Kadıköy istikametine doğru yürüdü.
18 Mart'ı geçip Caddebostan'a geldi. Sahil yolunun buradan ilerisi tamamlanmamıştı. Kapalı ama ılık, yürüyüş için müsait olan hava, yürüyüş sevenleri buraya çekmişti. Genç yaşlı, birçok insan eşofmanlarını giymiş Caddebostan'dan Fenerbahçe'ye uzanan kordondan yürüyor, koşuyorlardı. Bunların arasında takım elbisesi, gravatı ve rugan ayakkabılarıyla dikkat çekiyor, şaşkın bakışları üzerinde topluyordu Bakışlara aldırmadan Caddebostan Maksim Gazinosu'nun solundan sahil boyunca yürüdü.
433
Reşat Paşa Korusunu geçtikten sonra Büyük Kulübün sahildeki spor alanı ve tenis kortlarımda geride bırakan Cihan'ın adımları onu bir zamanlar Hilallerin oturduğu evin önüne alıp getirmişti. O zamanlar bu evin önünde böyle dolgu yol ve kordon yoktu. Dalgalar bahçe duvarını dövüyordu. Gizemli, sırtını iki ulu sedir ağacına vermiş Adaları cepheden gören, önünde çarşaf gibi serilen Marmara ile oldukça romantik bir güzelliğe sahipti. Şimdi ise dolgusu tamamlanmamış kordonda su birikintileri, dolgu hafriyat, yer yer pıtraklar göze çarpıyordu. Daha ötede küçük bir mendireğin kucakladığı durgun sulara karabataklar sığınmıştı. Sahilde kırık ahşap iskele, ne kadar da hüzünlü bir manzara arzediyordu.
Hilallerin evi hâlâ görkem ve güzelliğini koruyordu. Çata altında ye cumbalardaki ahşaplar yenilenmiş, bahçedeki ağaçlar daha bir büyümüş. İkinci kattaki Hilal'in odasının pencerelerine hüzün çökmüştü ya da Cihan öyle görüyordu.
Mendireğin uç noktasına kadar yürüyüp bir süre, yıllar öncesini yaşayan dalgın bakışlarla evi, denizin sularını seyretti. Benliğinden bir parça kopup iliklerine sımsıcak ateş gibi aktı.
Bu güzel yalının arkasından inşaat ve betonların homurtuları gitgide yaklaşıyordu. Tabiatın böylesi hoyratça katledilmesine üzüldü.
Yürüdü. Fenerbahçe Orduevinin yanında dolgu kordon sona eriyordu. Oradan Orduevine paralel yukarı çıkan yolu takip etti. Beş-on metre ilerisinde yedeğinde iki köpekle yürüyen kadının köpeklerine köşedeki evin köpekleri saldırmıştı. Koşup ona yardım etti. Daha sonra hızlı adımlarla yokuşu çıkıp lojmanların önünden Pramit'e kadar yürüdü. Bir şeylar yemek düşüncesiyle içeri girdi. Gördükleri kültür emperyalizminin bir başka boyutuydu. Yağlı ve zevksiz Amerikan mutfağı hertarafı işgal etmişti. Me.Donald hamburgerler, pizzalar, vıcık vıcık yağlı Amerikan türü salata ve benzeri türlerden oluşan zevksiz yağlı beslenme modası o güzelini Anadolu mutfağının canına oku-
434
l
muştu. Bu ne biçim anlayıştı? Amerikan mutfağı bizim mutfağımıza nasıl rakip olabilirdi?
Bir iki reyonda durum ve gözleme yapıldığını gördü. Gözleme kendi yöresine aitti. Yaklaşıp baktı. Çocukluğunda annesinin yaptığı gözlemelerle sadece isim benzerliği vardı. Beğenmedi.
Çıkıp yürüdü. Pramitin yanıbaşından koruya girdi. Fenerbahçe korusu çok güzel müstesna bir yerdi. Havanın güzel oluşu kalabalıkları buraya doldurmuştu. Koru cıvıl cıvıldı. Yıllar önce Hilal'le yürüdüğü gibi aynı yolu takip ederek koruyu dolaştı. Koruya yer yer açık büfeler, cafeler serpiştirilmişti. Mermer üzerine yazılıp köşebaşlarma yerleştirilmiş meşhur şairlerin Fenerbahçesini anlatan şiir ve dörtlüklerini okuyarak dolaştı. Korunun uç noktasındaki taş duvarla yapılmış küçük mendireğe kadar inip biraz oturdu. Hayal iklimlerinde hüzne kanat açtı burada.
Birşey yememiş, iyiden iyiye acıkmıştı. Kalamış tarafına yürüdü. Caminin karşısındaki köfteciye girdi. Burada ortama yeşil renk hakimdi. Masalara yeşil çuha örtüler örtülmüş, perdelerden tablolara ve daha birçok şeye yeşil renk ağırlığını koymuştu.
Çorba, inegöl köfte ve ayranla sade bir gecikmiş öğle yemeği yedi. Buna daha çok ikindi yemeği demek daha doğru olurdu. Zira ikindi ezanı okunuyordu.
Köşede inşaat halindeki camide ikindi namazını kılıp Kalamış mendireğine indi. Mendireği dolaşıp yat limanı boyunca yürüdü. Kadıköy nikah dairesini geçerken yüreğinde sımsıcak duygular garip hisler depreşti. Bir zamanlar Hilal'le burada nikah kıydırmanın hayalini kurmuşlardı.
Adımları onu Söğütlüçeşme stadının önüne sürükledi. Fe-nerbahçe-Sarıyer maçı bitmiş sokaklar adeta insan seliydi, insan enerjisinin nelere kanalize edildiğini, toplumun yüzbinlik beşiklerde nasıl uyutulduğunu birkez daha gördü. Kalabalığın
435
arasından süzülüp, Salıpazarı'ndan Söğütlüçeşme istasyonuna kadar yürüdü. Yağmur yağmaya başlamıştı. Lise yıllarındaki gibi o yılları yeniden yaşamak, Bostancı'ya arabasının olduğu yere trenle dönmek istedi. Hislerine direnemeyip gişeden bilet alarak istasyona çıktı.
Tren maçtan dönenlerle tıklım tıklımdı. Kalabalıkların konuşmalarına Bostancıya kadar kulak kabartıp nasıl da klinik bir vakıa haline geldiklerini, tatmin arayışı içindeki genç nesillerin ve toplumun nelerin peşinde sürüklendiğini, nasıl bir futbol eleştirmeni kesildiğini, şöyle olsaydı böyle olurdu, falan filan futbolcuya pas verseydi mutlaka gol olurdu vs. heyecanlı tartışmalarını dinledi.
Bostancı'da trenden inip arabasını parkettiği otoparktan aldı. Bağdat caddesinden tekrar Kadıköy istikametine sürdü arabasını.
* * *
Kütüphaneye uzanıp, kırmızı kapaklı bir kitap aldı. Gözyaşlarına boğularak, gözkapakları şişip gözleri kan çanağına dö-nünceye dek ağlayarak okuduğu bir kitap. Cihan'a ait çok şey var iki kapağın arasında. Üstü kapalı bir ifadeyle satırı satınna anlattığı hayatı ve ikisinin hasretlerinde abideleşen aşklan. Ve arasında kurumuş kırmızı bir gül. Tam onbeş yıllık. Dokunsa avuçlarının içinde ufalanıp dağılacak bir gül kurusu. Ama hatıralarında hâlâ capcanlı bir gonca o. Cihan'ın verdiği, o zamandan beri kitap sayfaları arasında kurutulup saklanılan, Hilal'in gönlünde sevgi sevgi goncalaşan, bu gülle açılıp ilan edilen sevgisiyle aynı yaşta, aynı tazelikte yaşayan, kırmızılığı yüreğinde-ki alevleri ifade eden kırmızı bir gül.
Gülü dudaklarına götürüp öptü, hâlâ kokusu varmışcasına kokladı. O yapraklarda sinen asıl koku sanki duruyordu. Ya da Hilal öyle hissediyordu. Kalamış'taki evindeydi. Nisan ayı olmasına, Ramazan bayramı çoktan geçmesine rağmen Amerika'ya dönmemişti. Dönüp dönmemekte de kararsızdı. Cihan'ın orada,
436
eşiğinde beklediğini biliyordu. Gitse miydi? Ona yakın olmak işkence, onsuz hayat tamamıyla işkenceydi.
Cihat da dönmüştü Amerika'ya. Okulu, hayli yoğun dersleri vardı. Hilal dönünceye kadar dadıyla birlikte halasında kalacaktı. Hizmetçi kadına dadı diyordu. Ondört yaşında koca delikanlı olmuştu. Büyüyüp serpildikçe fiziğiyle, karateriyle gitgide Cihan'a benziyordu. Cihan'ın babası olduğu sırrı, Hilal'le Allah l arasında, başka kimsenin bilmediği bir sırdı. Bir de Sırrı beyin j durumu farkettiğini sanıyordu Hilal. Ama o da kimseye birşey söylememiş olmalıydı. Söylese, ilk söyleyeceği kişi Cihan olacaktı. Cihan'in da bu durumu bilmediği açıktı. Öğrenirse durumu Cihan için daha da zor olacağını düşünerek ondan gizlemiş olmalıydı.
—"Kavuştuğumuz güne kadar sen de bilmeyeceksin. Kavu-şamazsak ömür boyu sır olarak kalacak yüreğimde" diye söylendi. Hâlâ kavuşmaktan ümit kesmemişti anlaşılan. Ümit kesse öleceğini sanıyor, bu ümidin verdiği güçle yaşadığına inanıyordu.
Bugüiı 10 Nisan Cumartesiydi. Hava pırıl pınldı. Adaya gitmeyi düşündü. Orada da gizemli güzellikler, taptaze hatıraları vardı. On sene geçmişti aradan. Şimdi nasıldı acaba oralar? Cihan'ın evi yine aynı mıydı? Oraya uğruyor muydu, İstanbul'a gelişlerinde? Kendi evi ne durumdaydı? Babası bakımını yaptırıyor, ilgileniyordu ama acaba ne durumdaydı? İçine girilip çıkılmayan ev bakılsa ne kadar bakılır, nasıl canlılığını güzelliğini koruyabilirdi ki?
Adaya gidecekti. Kalkıp hazırlandı ve Bostancı'dan 10.15 vapuruna yetişti. Haftasonu olduğundan Ada cıvıl cıvıldı. Faytona binmedi, yürüyerek Nizam'a yöneldi.
Yol boyu bahstr tüm canlılığını ve güzelliğini gözler önüne sermişti. Mimozaların mevsimi geçmiş, sıra leylaklara gelmişti. Selvi ağaçlarının, manolyaların boyuna tırmanan leylaklar mor salkımları, mis gibi kokularıyla yavaş yavaş açmaya başlamıştı
437
bile. Şakayıklar tomurcuklanmış, birkaç güne kadar pespembe açılıp gülümsemeye, gözlere güzellikleriyle bahar coşkusunu yaşatmaya hazırlanıyorlardı. Güller erken tomurcuklanmış, kırmızısı, pembesi, moru, şansı, yedivereniyle Adayı sevgi gibi donatmalarına ramak kalmıştı.
Yol boyunca bütün bu güzellikleri, özlediği, çok sevdiği mimozaları, nergisleri değil, bir zamanlar bu yollarda yürüyen, buralarla bütünleşen sevdiği insanın hayalini gördü hep. Bisikletle rüzgar gibi yanından geçivereceğini sandı. Ya da kulağına eğilip: "Merhaba." deyivereceğini. Ama bunların olmayacağını, onun Amerika'da olduğunu biliyordu.
Yıllardır pancurları kapalı, kapısı kilitli duran evine gelip odasına çıktı. Herşey itinayla korunmuş, her yaz başında, gelecekmiş gibi temizlenip havalandırılarak hazırlanmış, her Sonbahar örtüleri örtülüp muhafaza edilmiş eşyaları hâlâ aynıydı. Ama yine de eskiyen birçok şeyin değişmesi, evin tepeden temele kadar elden geçmesi, boyanıp tamir görmesi gerekiyordu.
On yıl evvel mehtabın denizdeki gümüş pırıltılı alevleriyle tutuşan güzelliğini seyrettiği balkona çıktı. Yine, o zamanlar baktığı gibi, ilk baktığı yer Cihan'ın evi oldu.
O eski ev gitmiş, yerine bahçe kapısından iskelenin en uç noktasına, temel taşından bacadaki son tuğlasına kadar herşeyi değişik, yepyeni, bir ev vardı şimdi orada. Eski evin oturma alanı biraz küçültülmüş, kıvrak figürleri mükemmel estetiğiyle triblex şahane bir malikane yapılmıştı. Petek balkon ve cumbaları, üzeri yarımay biçiminde estetik, büyük pencereleri, ahşap lambri kaplı saçakları ve cumbalarıyla mimari tarzı eşsiz bir zevki yansıtıyordu. Bahçe tamamen yeniden düzenlenmiş, fe-. niks, palmiye ve sedir ağaçları budanmış; bahçe açılıp genişlemişti. Simetrik bir dizilişle serpiştirilmiş güzel saksılar, taş iş-v lemeli bahçe duvarları, mermer döşenmiş bahçe yolları, neredeyse olimpik büyüklükte yüzme havuzu, yeniden yapılmış yüksek iskelesiyle herşey birbirini tamamlıyor, birbiriyle bütünleşi-
438
yordu. Rengarenk güller, açmamış ama açıldığında kaç türlü renk ve nasıl bir güzelliği gözlere sunacağı şimdiden anlaşılan çeşit çeşit çiçekler, begovilyalar, şakayıklar, ortanca ıtırlar, aslanağzı, begonya ve her çeşidinden daha bir sürü çiçek, açmış nergis ve menekşeler büyütüyordu insanı.
Pencerelerin ahşap pancurlan kapalıydı ama çatı katındaki büyük pencerenin pancurlan açık bırakılmıştı. Bu pencere Hi-lal'in odasına bakıyordu. Hilal balkondan bu pencereye dikkatlice baktığında, pencerenin tam karşısındaki duvarda boydan boya bir tablo gördü. Camlar röfle yaptığından tablodaki resim pek seçilmiyordu. Bu evi herşeyiyle merak etmişti. Bahçıvanı çağırıp sahibini sordu. Yanılmamıştı. Ev Cihan'ındı. Çok şeyini, eşsiz hatıralarını saklayan bu mekanı satmayacağı açıktı. Evin mimarisi de tamamen onun zevkini yansıtıyordu.
Hilal Cihan'ın eviyle de kendi bahçıvanının ilgilendiğini öğrenince sevindi. Şu anda orada oturan olup olmadığını sordu. Kimse yoktu ama bahçıvan bahçenin de evinde anahtarının kendisinde olduğunu, isterse evi gezebileceğini söylüyordu Hi-lal'e. Cihan'ın çata kata kimseye açmadığını, orada, kimseye söylemediği, herkesten gizlediği birşeylerle meşgul olduğunu, burasının kapısının da harf şifreli bir kilitle kilitli olduğunu söylüyordu.
Bahçıvanın anlattığına göre Cihan bu evde yılda bir ay kalıyordu. Vaktinin çoğunu da çatı katta geçiriyor, orada gizli birşeylerle ilgileniyordu. Orada her ne yapıyorsa, ona çok önem verdiği kesindi. Bu sene Ramazan ayında burada kalmış, bir hafta önce de Amerika'ya dönmüştü.
—"Hanımı gelmiyor mu?" diye sordu Hilal. Bahçıvanın verdiği cevap şok etmişti Hilal'i.
—"Cihan bey evli değil ki hanımefendi. Buraya kızkardeşi Canan'la kocası İbrahim bey gelirler yazlan."
Demek Cihan evli değildi. Canan kızkardeşiydi, yanında
439
gördüğü kadın oydu. Nasıl da yanılmışlar, yanındaki kadının hanımı olduğuna inanmışlardı? Bu korkunç yanlış, yedi senedir ayrı kalmalarına, ikisinin de birbirlerinden habersiz, birbirini evli zannederek işkence çekmelerine sebep olmuştu. Hilal bayılmak üzereydi. Duygularını bahçıvana belli etmemeye çalışarak, evi gezmek için anahtarları aldı.
Bahçe kapısından içeri girdiğinde garip duygularla ürperiyor, heyecanla titriyordu. Artık gözyaşlarını tutmaya gerek görmemişti. Zaten tutabilecek halde değildi. Şu an bulunduğu ev onbeş yıldır ayrı kaldığı, hasretiyle her saniye ölüp ölüp dirildi-ği insana aitti. Kalbinde şimşekler çakıyor, bu uzun ayrılığın ve hasretin sonuna geldiğine inanan kalbinde taptaze ümitler diri-liyor, yeşeriyordu.
Kapıda prinç levha üzerine yazılmış C ve H harfleri dikkatini çekti. Bu harflerin ifade ettiği mana açıktı. Cihan ve Hilal'i simgeliyordu bu harfler. Giriş katta geniş bir salon, mutfak ve geniş oturma odaları, üst katta hepsi banyolu geniş yatak odaları yeralıyordu. Hepsinin dekorasyonu ve eşyaları eşsiz güzellik ve orjinallikteydi. Ama sadelik dikkati çekiyordu. İkinci katta bir de çalışma odası vardı. Burada bilgisayar ve telefon, çalışma masasının üzerinde yazılı kağıt desteleri, müsveddeler, şiirler soldaki kütüphanede değişik kitaplar vardı.
Kütüphaneden bugün kendi evinde de okuduğu Cihan'in yazdığı kitabı aldı. Say/alarmı karıştırırken bulduğu bir mektup ilgisini çekti. Mektup kendisine yazılmıştı ve altındaki tarihte 6 Eylül 1986 yazıyordu. Mektubun mürekkebi birkaç yerinden gözyaşıyla dağılmıştı. Her kelimesinden bir ok fırlıyor Hilal'in yüreğine saplanıyordu. Mektup, "Kimbilir hangi iklimde nasıl bir rüyaya daldın" diyordu. Kendinden bahsediyor, yü-reğindeki hasreti anlatıyor, "Bilmelisin ki; bu girdaptan yine senin sevginle, sana kavuşmakla kurtulabilirim. Bu fırtına hasretimin bitmesiyle diner. Bu dalgalar ılık, sıcacık, sevgi dolu nefesinle sükuna erer." diyordu. "Bu kadim iklim hangi baharı bekler gelmek için?" diye soruyordu. "Kavuşacağız canım!.. O ka-
440
dim iklim artık geldi!.." diye heyecanlanırken mektubu tekrar kitabın arasına koyup, kitabı kütüphaneye yerleştirdi.
Çalışma odasının yanıbaşındaki yatak odası daha bir geniş ve güzeldi. Kendi yatak odası olmalı, diye düşündü. Zaten her zerresine de onun kokusu sinmişti adeta. Bu havayı uzun uzun teneffüs edip, asıl merak ettiği şeyi görmek için çatı kata yöneldi. Kapıyı açabilecek miydi acaba. Bahçivan harf şifresi demişti. Umutlandı. Harflerin hangi harfler olduğunu tahmin edebiliyordu.
Çatı kata çıkan merdivenin başındaki kapı beş harfli bir şifreyle kilitlenmişti. Bu harfleri çevirerek tahmin ettiği ismi şifreye yazdı. "H.İ.L.A.L". Yanılmamıştı. Şifre tutmuş, kilit açılmıştı. Demek Cihan heryere adım nakşediyordu. Kapıyı açıp içeri girdiğinde gözlerine inanamadı. Burası adeta bir resim atelyesiydi.
Ortadaki masanın üzerinde renk renk yağlıboya kutuları, tüpleri ve fırçalar vardı. Duvarda, ışıkla tam bir simetrisi bulunan tablo mükemmeldi. Duvar özel bir sistemle kum kaplı bir tuval haline getirilmiş, üzerine sürrealist bir yağlıboya resim yapılmıştı. Hilal resme yaklaştığında tuvalin duvardan ayrı bir tablo olduğunu, ama duvarı boydan boya kapladığından sanki resimin direk duvara yapılmış gibi durduğunu gördü.
Denizde upuzun titreşen yakamozlanyla harika bir gurub manzarası, kızıla boyanmış bulut kuşaklan arasına güneş şeklinde Hilal'in yüz portresi yerleştirilmişti. Portre tablodaki şekillerden belirgin çizgilerle ayrılmıyor, renk tonlarının mükemmel uyumuyla ortaya çıkıyordu. Yosun yeşili gözler adeta canlı gibi duruyordu. Güneşin tüllenen yakamozları yerine altın alevi saçları çözülmüş, deniz sularına yakamozlar halinde uzanıyordu. Tablonun kuma yapılmış olması ışığı emmesini sağlıyor, tabloya mükemmel bir derinlik kazandırıyordu.
Hilal, kendini böylesi eşsiz bir güzellikle fırça vasıtasıyla duvardaki tabloya nakşeden aşkı düşündü. Bu şekilleri fırçaya
441
aktaran, ondan tuvale taşıyan aşkı demek bukadar büyüktü. Bu aşkı, yıllar araya giren mesafeler, ayrılıklar alıp götüreceğine, demek böylesi mecnuna çevirmişti onu. Bütün bunlar yanık bir gönlün, sevdalı bir kalbin, mecnunca bir sevginin aynasıydı adeta.
Hilal, Cihan'ın "çizgim iyidir" dediğini hatırlıyordu ama bukadar harika bir tekniğe sahip olduğunu bilmiyordu. Tabi aradan geçen zamanda bu tekniğe sahip olmak için, sarhoş bir ressamın uzun süre kahrını çektiğini de.
Oturup, tablonun karşısında yarım saat ağladı. Yıllardır kör bir saplantı yüzünden ne hasretler çekmişler, ömürlerinin en güzel yıllarım böylesi bir aşka rağmen ayrı, hasret ve acı dolu yaşamışlardı. Artık bundan sonra ayrı geçen bir saniye bile büyük kayıpta. İkisinin de yaşı otuzaltı olmuş, onbeş yıldır da hasretle mahvolmuşlardı.
Hemen pencere kenarındaki masanın üzerindeki telefondan havayolu şirketini aradı. Amerikaya uçan ilk uçakta yer ayırttı. Çatı kattaki odanın kapısını kapatıp şifreyi kilitledi. Evine gidip çabucak hazırlandı. Bir fayton çevirip iskeleye indi. Bankadaki hesabından yeteri kadar parayı dolar olarak çekti. Zamanı çok kısıtlıydı.
Şirketi ve evi arayıp, acele Amerika'ya döndüğünü haber verdi. İlk vapurla Bostancı'ya geçip bir taksi çevirerek Yeşilkö-ye geldi. Uçağa yetişmişti. Pasaport ve nüfus cüzdanıyla diğer evrakları bereketki çantasındaydı. Hemen kontrollerini yaptırıp, kalkmasına azbir zaman kala uçağa kendini attı. Yüreği yerinden oynuyor, kalp çarpıntıları nefes almasını güçleştiriyordu adeta. İlk buluşmasına giden bir aşık genç kız gibiydi.
*  *   *
Asuman'ı aradı. Asuman, hemen geliyorum demiş, yirmi dakika sonra da gelmişti.
Asuman da heyecanlanmıştı durumu öğrendiğinde. Bir o ka-
dar da suçlu hissetmişti kendini. Cihan'ı Canan'la gören, hanımı zannederek bunu Hilal'e söyleyen oydu. Beraber Asuman'ın evine gittiler.
Aldığı haber şok etmişti onu. Cihan, Amerika dışındaydı. Ama az sonra bölgesel bir televizyonda kendisiyle yapılan bir sohbet programı yayınlanacaktı. Asuman'ın evinden Cihan'ın yönettiği şirketler grubunun Los Angeles'teki merkezinin telefonunu bulup orayı aradı.
Cihan program çekiminden sonra Uzakdoğuya, ardından Orta Asya cumhuriyetlerine uzun sürecek bir iş seyahatine çıkmıştı. New York'tan kalkacak uçağa yetişmek için birkaç saat önce şirketin özel uçağıyla oraya gitmiş, uçak New York'tan bir saat kadar önce kalkmıştı.
Hilal kendini bırakıvermiş sarsıla sarsıla ağlıyordu. Asuman onu teselli etmeye çalıştı. Nasıl olsa arada, ayrı kalmalarını gerektiren engeller yoktu. Bu gün olmazsa bir kaç gün sonra kavuşurlardı. Böyle tesellilerle onu arabasıyla eve götürdü. Bir sakinleştirici verdi. Oturup beraber programı seyretmelerini, birkaç gün kendi misafiri olmasını, buradan Cihan'ın dönüşünü telefonla takip edebileceklerini söyledi.
Biraz sonra program başlamıştı. Hilal programı seyrederken çok heyecanlıydı. Ona ekran kadar yakın, ama yine iklim-lerce uzaktı. Cihan, ağaran, neredeyse beyazı siyahından fazla olan saçları, artık iyice yorulan bakışları ve herzamanki olgun siması ve kişiliğiyle ne kadar hoştu. Programın sunucusu Cihan'ı ilginç bir şekilde tanıttı.
Anadolu'nun küçük bir köyünde doğup, çalkantılı ve maceralarla dolu geçen bir otuzbeş yıl. Başarılar, akademik kariyer, iş adamlığı ve yöneticilik, zengin bir portföy, yaralı bir gönülden bahsediyordu. Ardından "Cihan Akın kim? birde sizden dinleyelim. Bir maceraperest mi? Bir çılgın mı? Bir dahi mi? Yoksa sıradan biri mi? diye soruyordu.
443
—"Hiçbiri..." diyerek başladı Cihan sözlerine. "Oldukça çalkantılı bir hayat, kimilerine göre bir yığın macera, kimine göre çılgınlık yaşadığım doğru. Ama bu yaşadıklarım kesinlikle benim açımdan bir macera değil. Benim kendi irademle meydana gelen bir durum değildi bütün bu bunlar.
"Bir savaştı yaşadığım. Başından bugüne kadar amansız bir savaş. Kendimle yaptığım, gönlümle yaptığım, ama birtürlü ye-nişemediğimiz bir savaş. Bu savaş hâlâ da devam ediyor. Ama artık yorulduğumu itiraf etmek zorundayım. Kesinlikle pes etmedim. Hiçbir zaman da etmem. Ama yoruldum.
"Dünyada hiçbir zorluk, hiçbir savaş beni yıldıramazdı. Ama savaşların en çetini, en zoru ve amansızı, insanı mahvedeni nedir bilirmisiniz? Gönül mücadelesi... İnsanın gönlüyle yaptığı mücadele. Unutma savaşı. Var olduğu halde yokmuş gibi davranmak, hiç yaşanmamış farzetmek, sevmemiş, sevdalanmamış gibi yaşamak. Bunun savaşını vermektir. İşte, kimilerine göre çılgınlık, maceraperesttik diye yorumlanan, gerçek savaşın içinde buralarda alabildiğine tempolu, hızlı ve çalkantılı olarak geçen yıllarım... Ve daha birçok şeyim... Bütün bunlar bu savaşın, bu mücadelenin görünen sahneleri, kesitleri. Bu mücadele bana amansız bir fırtına getirdi. Önünde savruldum, sürüklenip durdum.
"Bu mücadelemi kimileri delilikle bile yaftaladı, Ama böyle bir delilik yaftası gurur vericiydi benim için. Bir zamanlar, benim için çok şey ifade eden, hatta bu çalkantılarımın, gönül okyanusumun en yüksek dalgası, yüreğimdeki ateşin en kızgın, en yakıcı alevi olan insan bana 'mega' sıfatını yakıştırmıştı. Hiper ve Mega gibi ifadeler literatüre girmemişti. İşte ozamanlar mega demişti o insan bana."
Hilal bu cümlede bahsedilenin kendisi olduğunu biliyordu. Bir zamanlar ona mega diyen kendisiydi. O günleri hatırlayıp gülümsedi.
"Ama bu kesinlikle megaloman manasında söylenmiş bir
444
ifade değildi. Megaloman sıfatı, bilindiği gibi, olmayacak hayaller peşinde koşan, hayalperestler için kullanılan psikolojik bir rahatsızlık ve problemdir. Ben hiçbir zaman megaloman değildim ve olmadım. O, bu sözü kendince, benim çok yönlülüğüm, karizmatik zenginliğim için söylemişti."
Cihan'ın, "Benim için çok şey, çalkantılarımın en yüksek dalgası" dediği Hilalin sevgisinin ateşini gönlünde söndüreme-diği ne kadar açıktı. Bu unutma savaşına "savaşların en çetini" diyordu. Hilal bütün bunları dinlerken gözyaşlarını Asu-man'dan gizlemeye lüzum görmeden sarsıla sarsıla ağlıyordu. Zaten Asuman da gözyaşlanna boğulmuştu.
Program sunucusu Cihan'ın bütün bu yaşadıklarının, karakteristik bir özelliği, burcuyla ilgili bir durum olup olmadığını vurgulayarak,
—"Burcunuz ne?" diye sordu. Cihan'ın verdiği cevap esprili ve ilginçti: —"Deli burcu. Anlaşılmıyor mu?" —"Yani ikizler burcu mu?"
—"Bak nasıl tahmin ettiniz. Ama şunu hemen vurgulamak isterim. Ben burçlara kesinlikle inanmam. Burçların geleceği, insanın kaderini tayin ettiğine inanmıyorum. Bunu benim inancım ve akidelerim reddeder. Burçların karakterlere olan etkisine de pek inanmıyorum. Ama doğum tarihim itibariyle ikizler burcuyum. Karakterimin, burcumun en tipik örneği olduğu söyleniyor. Ama ben bunu da kabul etmiyorum. Ben buyum ve böyle olduğum için böyleyim. İkizler olduğum için filan değil."
—"Hayatınıza baktığımız zaman hakikaten dolu dolu yaşadığınızı, hayatınızın aşılması imkansız gibi görünen mesafeleri aşarak, başarılması zor olan birçok şeyi başararak, çok yönlü, o insanın söylediği gibi mega bir şekilde geçtiğini görüyoruz. Bütün bunları nasıl başardınız? Otuzbeş yıllık genç bir ömre bütün bunları nasıl sığdırdınız?"
445
Cihan bu soruya önce hafif gülümsüyor, ardından da yine kendine has üslubuyla cevap veriyordu.
—"Birşey başarmış olmaktan ibaret değildi gayem. Hedefim kendimi aşmaktı. Her defasında yeniden aşmak.
'Yönetilen, yönlendirilen, figüran olmamak... Sınırları zorlamak... En ileri, en önde olmak, diye de yorumlayabilirsiniz.
"Benim için hedef sabit değildi. Ufku hedef seçmiştim. İnsan ufukla arasındaki mesafeyi asamaz. Koştukça, ufka yaklaştıkça, ya da yaklaştığını zannettikçe, ufuk açılır, arayı açar, mesafe hep aynı kalır. İşte, benim için de hedef aynıydı. Tıpkı ufuk gibi, ufka koşmak gibi. Bu koşu bitmeyecek. Koşmaya mecal bulduğum müddetçe devam edecek. Durmak yok."
—"Hiç hata yaptınız mı?" diye soruyordu program sunucusu.
—"Hep başarılarımdan söz ettik. Hep başarmak, her yaptığı doğru olmak. Bu aslında imkansız. Kusur, hata yapmak insan olmanın gereğidir. Ha, aynaya baktığım zaman yüzümü görmekten azap duyacağım hatalarım olmadı. Aynaya rahat bakabiliyorum. Ama mutlaka hatalarım, günahlarım oldu.
"Aynaya baktığım zaman gözbebeklerimde kendimi sorgularım. Geçmişime şöyle bir yolculuk yapıp yaşadıklarımı sorgularım.
Bir gönül depremim olmuştu. Sarsıntıları* hâlâ devam ediyor. Hem de aynı şiddetle. Bu gönül depremini isyana dönüştürmemek, inancımızla çelişmemek için İslâmî nikah yapmıştık. Bazan aynada kendime soruyorum. Bu nikah flörtün İslamileş-tirilmesi miydi diye. Hatamıydı diye yani. Zira flört İslamileşti-rilemez.
"Yalnız şunu belirteyim; sevgime hiç bir zaman flört diyemem. O benim için o zaman ve hâlâ sımsıcak bir ateşti. Sevgiydi, sevgilerin, dünyaya ait olan sevgilerin en güzeliydi. Dünyaya ait diyorum, zira hiçbir sevgi Allah sevgisinin yerine geçemez,
446
geçmemeli. O sevgi varlığın tamamıdır bizim inancımızda.
"Ben az önce sevgimiz için hata olup olmadığından söz etmedim. Sevgimi sorgulamıyorum. Acaba diyorum, İslama uygun muydu yaşadıklarımız?"
—"Bir de Afganistan olayı var hayatınızda. Herşeyin İslâm'a uygun olup olmadığını sorguluyorsunuz. Niçin Afganistan?"
—"Şunu vurgulamak isterim. Mazlumun dini olmaz. Biz mazlumun, ezilenin" yanında, tarafinda oluruz. Amerika Vietnam'a saldırdığında o zaman gidebilecek durumda olsaydım oraya da, Vietnamlıların safında savaşmak için giderdim. Filistin için, şu anda yarası yüreğimde sımsıcak olan Bosna için aynı şeyi pekala yaparım. Çözüm olacağına inanayım ye terki. Orada fazladan bir kişinin ölmesi için gitmek değil mesele.
"Gelelim deminki meseleye. Afganistan'da iki yıl savaştım. On ayı Kabil zindanında geçti. Öldü diye mezar bile yapmışlar adıma o esnada. Sonra kurtulduk, birkaç ay daha savaştık, ardından İstanbula döndük.
"Bazan aynada kendimi sorgularken iyiki ölmemişim diyorum. Bu, hayata aşırı bağlılıktan, yaşadığıma sevinip, o anki duygularımdan pişmanlık duyduğumdan değil. Acaba ölseydim şehit olabilecek miydim? Endişem burada.
"İslâmî flört, İslami intihar, bu gibi ifade ve olguların ve kavramların İslam terminolojisinde yeri yoktur. İslâm böyle birşeye müsade etmez. İki yıl savaştım. Kabil zindanından kanalizasyon yoluyla kaçtım. Şehitlik insanın hayata en çok bağlı olduğu zaman davası ve inancı uğruna ölebilmesidir bence. Tabi bu inanç ta İslam inancı ve davasıdır. Şehadet İslami bir olgudur ona aittir çünkü."
Hoş bir sohbet havasında konuşuyorlardı. Cihan espri yapmaktan da geri kalmıyordu. Spiker, Cihan'ın Amerika'daki yöneticilik meselesine getiriyordu konuyu ve bu zor işi nasıl ba-
447
sardığını soruyordu.
—"Çok güçlü rakipleriniz, karşınızda güçlü ve tecrübeli işadamları ve holdingler vardı" diyordu.
Cihan yine hoş bir espriyle giriyordu konuya.
—"Boğalarda güçlüdür ama galip gelen çoğu zaman matadorlardır." Ardında Kennedy'in bir sözünü misal veriyordu. "Sorunları erken görenler, çözümüne de erken başlarlar ve zamanında bitirirler." Cesaretli ve hesaplı hareket ettiğini, sorunlara neşter vurmaktan korkmadığını, kararlarda zamanlamayı iyi yaptığını, basiretli davranarak olabilecekleri erken gördüğünü ve zamanında tedbir aldığını anlatıyordu. Bu işin üstesinden tek başına gelmediğini çok iyi bir ekibi ve iyi, vefalı dostları olduğunu vurguluyordu. Cihan'a göre yöneticilik doğru adamı doğru yerde doğru zamanda verimli kullanmaktı. Bu aynen sermaye, para gibi sahalarda da geçerliydi.
Ülkesinde politikaya atılıp atılmayacağına ise, "Benim ülkemde Amerika'lı prensler devri sona erdi, şimdi prensesler devri başladı" diye yine espriyle karşılık veriyordu.
Cihan konuşmayı çok severdi ama kendinden pek bahsetmezdi. Kendini anlatmak yerine, inandığı doğrularını anlatmak, savunmak olurdu bitmek bilmeyen, susmak bilmediği konuşmaları. Ama bu sefer kendinden o kadar bahsettiler ki, Hilal bir ara Cihan'ın herşeyi isim vererek anlatacağından korktu. Ağırlığı yine doğrulan, inandıkları, bu manada yaşadıkları teşkil ediyordu ama başka zaman hiç bahsetmezdi. Sıkıntılarını kimseyle paylaşmayıp, herşeyi içine atması zaten zor olan meselelerini daha da zorlaştmyordu.
Onun neler yaşadığını dilinden dinlemek yerine halinden seyretmek mümkündü. Neşeli olduğu zamanlar yürüyüşü bile değişir, bakışlarına canlılık gelir, hayat dolu olurdu. Yürürken omuzlan saldırmaya hazırlanan panter kasları gibi gerilir, atak ve seri olurdu. Daha bir esprili ve şakacı, dudaklannda daima bir tebessüm olurdu. Bakışları yürürken yine önünde ama,
I
ayak uçlarında değil beş on metre ilerde olurdu.
Hüzün çöktüğünde omuzlan çöker, bakışları durgunlaşırdı. Ayakuçlanna kilitlenen adımları yorgun ve kısa olur, dünyaya boşvermiş, eşyadan bihaber, herşeyi kaldırıp atmış bir hal alırdı.
Ama bu kez açıldıkça açılmış kendinden, yaşadıklarından epey sözetmişti. Konu bir ara Amerikan ekonomisine geliyor, Cihan Amerikan ekonomisinin geleceğini iyi görmediğini söylüyordu. Cihan'a göre Amerikan vergi sistemi gitgide sosyalistle-şiyordu. Havlu atan komünist sistemden sonra bu da iflas sinyalleriydi. Amerika çok korkunç sosyal çalkantılara da gebeydi. Geçtiğimiz yıl Nisan ayında yaşanan Los Angeles olayları bunun ilk sinyalleriydi.
Bir ara üslubu yine sertleşiyor, Amerika'yı emperyalistlikle, dünyayı sömürmekle, siyonist tezgahlara alet olmakla suçluyordu. Bütün bu iddialan örneklendiriyordu.
Hilal oldukça uzun sohbet programını bazan gülümseyerek, bazan onun çıkışlarına endişelenerek, ama hep ağlayarak seyretti. Onun dönüşünü beklemekten başka yapabilecekleri birşey yoktu. Bekleyeceklerdi. Kaderin cilvesine bak, diyordu Hilal. Yedi yıl önce aynı şeyleri Cihan yaşamıştı, şimdi ise kendisi yaşıyordu.
* *
448
449
"Sevgi
dirileri umut
solma vaktidir yapma çiçeklerin
ay tutuşmaları avuçlarımda
bir damla gözyaşında durulsun sular
dönüş zamanı bitimsiz sürgünlerin"
35.
Uzun bir gecenin Ardından ilk pırıltıları gülümseyen aydınlık, sabahın yakın olduğunu müjdeliyordu. Yaşanan onbeş yıllık bir karanlıktı. Dışarısı ne kadar aydınlık olursa olsun, gönülde kararan upuzun gece. Hasretin tüm ışıkları perdelediği, yüreklere karanlık kotardığı, mesafelerde düğümlenen ömür süreci. Sonu gelen işte bu geceydi.
Haziran... Artık günler en uzun, geceler en kısaydı ama zaman geçmek biliniyordu. Beklemek ne büyük bir işkenceydi. Artık tüm çalkalanmaların durulmak üzere olduğunu görerek kavuşmanın kıyısında beklemek... İki aydır bekliyordu. Tam, artık bitti derken aksilikler üstüste gelmiş, aralanna iki ay daha gir-..mişti. Birincisinde kendisinin gelişiyle Cihan'ın dönüşü arasına giren birkaç saat tam yedi yıla malolmuştu. Şimdi ise, yine aynı zaman farkı sonucu iki aydır ayrılıkları uzuyordu. Daha da uzamasından korkuyordu Hilal.
Cihan bugün yarın dönerdi artık. Bitti gözüyle bakıyordu Hilal herşeye ama içinde bir korku vardı. Ya bir aksilik olursa? Öncekinde de Cihan bitti gözüyle bakmıyor muydu? Ama yedi yıl daha uzamıştı bitti sanılan mesafeler. Korku dalga dalga ya-
450
yıldı yüreğinde. Kükreyen dalgaların en yükseği ölüm korkusuydu. İnsanın böyle durumlarda heyecanı ve korkusu doruk noktasına ulaşır. Tam kavuştuk derken Cihan'a birşey oluvere-ceğinden, kaderin onu tekrar elinden alıvereceğinden korkuyordu.
Uzakdoğu, ardından Orta Asya gezisi, Cumhurbaşkanının vefatı, ardından hac mevsiminin gelişiyle hacca gidişi derken uzadıkça uzamıştı Cihan'ın dönüşü. Kendisini bir bekleyen olduğunu bilseydi uzatır mıydı? Ama onun birşeyden haberi yoktu. Belki de yavaş yavaş ümidini kaybetmeye bile başlamıştı. Gitmeden önceki son televizyon programında yorulmaktan bahsediyordu. Pes etmedim diyordu ama ne zamana kadar?
Bu iki ay oldukça zor geçmişti. Daha önce yirmi gün Cihan'ın, kendi kapısında ümitle beklediğini düşündü. Onun o zaman çektiği işkenceyi şimdi daha iyi anlıyordu. Ama o ayrılmayacak, Cihan dönünceye kadar bekleyecekti bu eşikte.
Los Angeles'ta Asuman'ın evinde Cihan'ın televizyon programını seyrettikten sonra Chicago'ya dönmüş, ilk iş olarak da Cihan'ın işyerine uğramıştı. Kendini Cihan'ın Türkiye'deki iş ortağının kızı olarak tanıtmıştı. Cihan'ın yokluğunda işin başında Mrs. Hadler vardı. Cihan yavaş yavaş sorumluluklara onu ortak etmiş, işi ona devretme sürecini başlatmıştı. Mrs Hadler, yönetim kurulunda ikinci kişiydi artık.
Mrs. Hadler, Hilal'le yakından ilgilenmiş, ona bir kardeş gibi davranmıştı. Cihan'a çok önem verdiğini, ona daha da yakın olmak istediğini, ama Cihan'ın buna fırsat vermediğini açık açık ifade ediyordu. Cihan hakkındaki tesbiti de isabetliydi. Anladığım kadarıyla aşık o, diyordu. Kavuşma ümidi olmayan birine, platonik bir aşkla bağlanmış, gözü kimseyi görmüyor. Üçyıl-dan fazla zamandır ona yakın olmak için herşeyi yaptım ama en ufak bir ilgisini, sevgisini kazanamadım, diyordu. Bu platonik aşkın sahibinin şu an karşısında olduğundan habersizdi. Cihan'ın eşsiz bir insan, çok iyi bir yönetici olduğunu söylüyor, on-
451
dan övgüyle sözediyordu.
Mrs. Hadler, Hilal'e işyerini gezdirmeyi de ihmal etmedi. Çok geniş ve tüm teknolojik yenilikleri ve imkanları bünyesinde toplamış bir mekandı burası. Kapılar dijital sistemle açılıyor, girip çıkanlar yine elektro-manyetik bir sistemle kontrol ediliyordu. Bütün birimler bilgisayar sistemleriyle donatılmıştı. Dev ekranlardan tüm dünya borsaları dakikası dakikasına takip ediliyor, grafikler, yükselme ve düşme eğilimleri, hareketlilik ve durgunluklar, yatırım riskleri, kârlılık oranlan, herşey bilgisayarla takip ediliyor, veriler çıkarılıyor, bilgi akışı işliyordu.
Kapıdan içeri girdiğinde ortamdaki güven ve samimiyet hemen dikkati çekiyordu. Çalışanların ve yönetenlerin arasında siyahların ve başörtülü hanımların oldukça fazla oluşu gözden kaçmıyordu. Burada, dinler ve ırklar, fikirlerarası bir banş ve, kaynaşma sağlanmıştı. Müslüman olanlar için mescid, her dinin özellikleri ve hassasiyetlerine uygun yemek çıkaran yemekhaneleri mevcuttu.
Cihan'ın odası; özel asansörü, bilgisayar sistemi ve birçok özelliğiyle bağımsız bir bölümdü. Altıncı katta Michigan gölüne bakan, manzaralı, geniş, bir odadan ziyade geniş bir daire niteliğindeydi. Bir tek odası haricinde Mrs. Hadler'da Cihan'a ait bu bölümün anahtarı vardı. Zaten Cihan'ın işyerinde özel ve gizli pek birşeyi bulunmazdı. İşinde işiyle ilgilenirdi. Odasında da pek durmaz, personelin arasında dolaşır, onlarla tek tek ilgilenir, yemekhanede onlarla yemek yer, bazen yemekleri bizzat servis yaparak onlara değer verdiğini gösterir, mescid'de namaz kılanlara imamlık yapardı. Bütün bunları Mrs. Hadler Hilale anlatıyor, o çok farklı diyordu.
Hilal bir ara Mrs. Hadler'a Cihan'ın ne zaman döneceğini sormuş, Haziranın onundan sonra döner, cevabını almıştı. Haziranın onundan sonra Florida'ya dönecekti. Bu cevap üzerine Kurban bayramından da önce, belki daha erken döner düşüncesiyle Florida'ya gitmiş, onu orada bekliyordu. Buradaki evleri
452   -
karşı karşıyaydı. Cihan'ın doğrudan buraya döneceğine seviniyordu. Geldiğini hemen görürdü böylelikle.
Günlerdir gece geç vakte kadar penceresini gözlüyor, ışığının yanmasını bekliyor, sabah erkenden ilk iş oylarak yine onun penceresine bakıyordu. O gelinceye kadar bir yere ayrılmayacak, onun gelişini bekleyecekti. Onu kaybetmek istemiyordu.
Bugün 12 Hazirandı. Hilal'in otuzaltıncı doğum günüydü. Ama Hilal doğum gününü değil, Cihan'ın dönüşünü düşünüyordu. Erkenden kalkıp, artık adet haline gelen davranışını tekrarladı. Pencereyi açıp Cihan'ın penceresine baktı. Heyecandan kalbi duracak gibi oldu.
Cihan'ın perdeleri ve penceresi açıktı. Işığı artık ortalık aydınlandığından yanmıyordu, ama o gelmişti. Arabası da bahçedeydi. Hilal, heyecanla ahizeyi kapıp tuşlara bastı. Telefona cevap vermiyordu. Bu durumda gidip kapısını çalacak ona sürprizlerin en büyüğünü yapacaktı. Zaten kapısına dün koyduğu güllerden de biryşeyler anlamış olmalıydı.
Bu düşüncelerle giyinip hazırlandı. Gelinlik kız gibi giyinmiş, itinayla hazırlanmıştı. Nihayet beklediği gün gelmişti.
Hazırlandıktan sonra son birkez pencereden baktığında Cihan kapıda görünmüştü. Onu birkaç dakika seyredip, kapısının önünden geçerken karşısına çıkmayı düşündü. Cihan elinde çantasıyla vakur bir edayla merdivenleri indi. Arabasının kapısını açtı. Birşeylerden şüphelenmiş gibi geri çekilip şöyle bir arabasını süzdü. İçeri eğilip torpido gözünden birşeyler aldı. Arabaya binmeyip kapısını tekrar kilitledi. Yavaş adımlarla yürümeye başladı.
Hilal şaşırmıştı. Acaba uçakla biryere mi gidecekti? Bu yüzden mi arabasını almamıştı? Şaşkınlığı geçmeden Cihan'ın arkasında soğuk yüzlü esmer uzun boylu biri belirdi. Çok sinsice ve dikkat çekmemeye çalışarak hareket ediyordu. Hilal onun silahlı olduğunu görüp dehşete düştü. Tam, buldum derken Ci-
453
han'ı ebediyyen kaybetme korkusu sardı tüm benliğini. Panik halinde dirseğini cama vurup kırarak avazı çıktığınca bağırdı.
—"Cihaaan!!.."
Bu ses... Evet bu onun sesiydi. Hilal'in sesiydi. Cihan şiddetli bir cam şangırtısı, ardından Hilal'in sesiyle irkildi. Ani bir refleksle geri döndüğünde elinde silahıyla kendisin takip eden soğuk yüzlü adamı gördü. Bu hesapta olmayan feryat onu da bir an için şaşırtmış, dikkati dağılmıştı. Yinede tetiği çekmiş, ama kurşun istediği hedefi bulamamıştı. Kurşun Cihan'ın omuzunu sıyırıp geçmiş, ikinci kez tetiği çekmeye fırsat kalmadan kendini, yanıbaşındaki bahçe duvarının siperine atmış. Kendini emniyete almıştı. Cihan kendini emniyete aldıktan sonra aynı anda da silahını doğrultup tetiğe dokundu. Öbürünün silahında susturucu takılı olduğundan fazla ses yapmıyordu. Cihan'ın silahından çıkan iki kurşunun sesi sokağı doldurdu.
Cihan omuzundan yaralanmıştı. Kurşunun biri omuzunu sıyırmıştı. Ama kendisi de hedefini sektirmemiş, caniyi etkisiz hale getirmişti. Eline iki kurşunu yiyen caninin elindeki silah fırlamış, yüzükoyun yere kapaklanmıştı. Cihan silahını sol eline alarak sağ elini sol omuzundaki yaraya bastırdı. Kan kaybetmemek için yaraya eliyle tampon yapıyordu. Kendini bırakmayıp koştu ve az öteye düşen, caninin silahını teperek her ihtimale karşı silahı tamamen uzaklaştırdı. Ortalık bir anda ana baba günü olmuştu. Silah sesini duyan sokağa fırlamış, sokak kalabalıklaşmıştı. Hilal, eliyle omuzunu tutarak yere çöken Cihan'ın yanına koştu. Cihan, Hilal'i karşısında görünce, yüzündeki acıyla gerilen ifadeyi değiştirip gülümsedi.
—"Ne garip. Seni benden bir kurşun alıp götürmüştü. Aradan onbeş yıl geçtikten sonra bugün bir başka kurşun seni bana geri getirdi. Bilseydim bu kurşunu daha önce yerdim."
Cihan hiçbir durumda espri yapmaktan vazgeçmiyordu. Hilal onun bu ilginç esprisine gülümsemeye çalıştı. Hâlâ heyecanla titriyor, kalbi küt küt çarpıyordu. Korkusu ve heyecanı geç-
454
memişti. Cihan'ın önemli bir yarası olmadığını görünce biraz olsun rahatladı. Bir an, tam buldum derken ebediyyen kaybetmek üzere olduğunu sanmıştı. Cihan'ın yanına çöküp elini Cihan'ın yaralı omuzuna bastırdı.
—"Yaran çok acı veriyor mu?"
—"Yaram değil bana acı veren Hilal. Asıl yıllardır yüreğimde taşıdığım kurşun amansız ve tarifi imkansız bir acı veriyordu. Şimdi o acı dindi. Gerisi vızgelir bana."
Cihan ne de olsa yaralıydı. Kan kaybetmesi tehlikeli olurdu. Vakit kaybetmemeliydi. Hilal bu düşünceyle Cihan'ı hastaneye yetiştirmek için koluna girdi. Kalabalık bir hayli artmıştı. Birileri polise haber vermiş olmalıydı, sokağın başında polis arabası görünmüştü. Elinden vurulan cani kaçmaya fırsat bulamadan yakalanmıştı. Sokağı dolduran kalabalık arasında meraklılar kadar ne yapması gerektiğinin bilincinde olanlarda vardı. Muhtemelen bunlardan biri telefonla ambulans çağırmış olmalıydı. Polis otosunun sirenini bastıran ambulans sireni bunu gösteriyordu.
Cihan, Hilal'in de koluna girererk destek vermesiyle yürüyüp ambulansa bindi. Cihan'ın zaten ağır olmayan yarasına ilk müdahale ambulansta yapıldı. Ambulans bu esnada çoktan hastanenin yolunu tutmuşu.
* * *
Cihan'ın tedavisi ayakta yapılmıştı. Olayı haber alan Nurettin ve Abdullah bey ve diğer dostları hemen Florida'ya gelmişlerdi. Hastanede polise ifade verdiler. Suçsuz bulunmuştu. Silahı ruhsatlıydı ve saldıran taraf değil saldırıya uğrayan ve kendini savunmak zorunda kalan taraftı. Silahı dolu olduğu halde sadece iki el ateş etmiş olması, üstelik öldürücü nitelikte olmayan bir özellik taşıması onun suçsuz olduğunu ispatlıyordu. Bu mermiler şaşırtıcı bir ustalıkla istenilen hedefe, noktası noktasına isabet ettirilmiş, saldırganı silahı kullanamayacak şekilde ellerinden, hem de tetiği çeken parmaktan, silahın tetik tertiba-
455
tını da tahrip edecek şekilde hedefine isabet etmişti. Bu ustalık polisi de hayrete düşürmüştü. Cihan istese saldırganı rahatlıkla öldürebileceğinin, buna rağmen bunu yapmadığı da suçsuzluğunu pekiştiriyordu.
Saldırganın ifadesi alınıp tutuklanmıştı. Suçunu itiraf etmişti. Bir profesyonel katildi. Cihan'ı öldürme işini bu işi asıl üstlenen cinayet şebekesinden telefonla yüksek bir fiyat karşılığı almış, Cihan'ın dönüşünü bekleyip gece arabasına patlayıcı yerleştirmişti.
Cihan'ın arabasına binmemesi üzerine, onu silahı ile vurarak öldürmek istemiş ve netice bilindiği gibi olmuştu. Cihan'ın arabasını dışarı parketmesi, alarmını çalıştırmaması, sabahleyin arabasına girecekken, durumdan şüphelenip binmemesi, böyle bir komployu bekliyor olabileceği ihtimalini kuvvetlendiriyordu. Ama o her zaman böyle birşeyin olabileceğini beklediğini ancak bunların özel olarak alınmış tedbirler olmadığını söylüyordu.
Cihan bu işi kimlerin planlamış olabileceğini tahmin ediyordu. Uzun zamandır ısrarla üstüne gittiği, gazetedeki yazılarında da çok sert eleştirdiği bazı mihraklardı mutlaka. Ama o ala-bielceği tedbirleri almış, gerisini Allaha bırakmıştı. "O" dilemedikçe kimsenin kimseye zarar veremeyeceğine inanıyordu. O'nun takdirine de zaten teslim olmuştu. Korkmuyordu.
Cihan'ın isteği üzerine Nurettin bey, dini nikahlarını kıydı., Cihan, böylelikle aradaki son engelin de kalkmasını sağlamıştı. Yıllardır sevip ayrı kaldığı, hasretini çektiği kadına, bu engel yüzünden elini süremiyordu. Bu ona azap veriyordu. Hilal ise Cihan'in etrafında pervane oluyor, ona sık sık sarılıyordu.
Nikahtan sonra Hilal, evde bulunan misafirlere şeker ikram ederken, "nikah şekeri bu" diye espri yaptı. Şekerler, çikolota ve tatlılar yendi. Türk usulü kahveler içildi. Ve misafir dağıldılar.
456
Ertesi gün artık kavuştuklarına, yaşadıklarının rüya olmadığına ikisi de inanmışlardı. Saat onda Chicago'dan gelece uçağı karşılamak için havaalanına gittiler. Cihat'ı karşılayacaklardı. Okulu bahanesiyle Chicago'daydı bugüne kadar Cihat. Cihanı da yeni ve şok edici bir sürpriz daha bekliyordu. Hilal havaalanında Cihan'a, "yeni sürprizine hazırol" dedi. Ama ne olduğunu söylemedi. Söylese sürprizin tadı kalmazdı.
Olup bitenlere Cihat'ta şaşırmıştı. Yıllardır Cihan'ın resmini görüyor, ona yakınlık duyuyor, anlam veremediği bir duyguyla seviyordu. Ama annesi ile aralarında bu kadar kuvvetli bir bağ olduğunu, hele de birazdan öğreneceği kadar birbirlerine yakın olduklarını bilmiyordu.
Eve vardıklarında Hilal çerçeveli bir resim getirdi. Bu Ci-hat'ın yeni çekilmiş bir fotoğrafıydı. Çerçevenin arkasını açıp, oradan, gizlediği bir başka fotoğraf çıkardı. Bu fotoğraf Cihan'ın lise yıllarında Gülhane parkında çektirdiği fotoğraftı. Cihan on-beşlerindeyken çekilmişti. Ve Cihat'ın fotoğrafıyla aradaki benzerlik şaşırtıcıydı. Bu fotoğrafı Hilal, birbirlerini ilk sevdikleri zaman, Cihan'ın fotoğraf albümünden almıştı.
Sonradan Cihat'ın da fotoğrafını ona benzeterek çekmiş, verilen pozlar da aynıydı.
—"Evet. Sürprizimi açıklıyorum. Sıkı durun! Siz Cihan ve Ciihat, baba ve oğulsunuz. Senden onbeş yıl önce aldığım emaneti Allah ile benim aramda bir sır olarak sakladım. Ve şimdi iade ediyorum."
İkisi de şok olmuşlardı. Zaten fotoğraf ikisine de herşeyi söylüyordu. Cihan o günü hatırladı. İliklerine kadar titrerken her saniyesini yeniden yaşadı. Oğlu canının bir parçası Cihat'a sarılırken, Hilal'in "senin oğlun" sözüne, "ikimizin oğlu" diye karşılık verdi
Birbirlerine hasret ve sevgiyle sarılan baba oğul, neden son-
457
ra, birbirlerinden ayrıldılar. Cihan Hilal'e dönüp gülümsedi.
—"Şimdi sıra bende. Ben de sana bir sırrımı açıklayayım. Senden ayrıldıktan sonra, hiç evlenmedim. Zeynep süt karde-şimdi. Onu ölümü çok yakın olduğu için himaye etmek zorunda kaldım."
Bunun sebebini uzun uzun izah etmeye çaylıştı Hilal'e. Bu sefer Hilal şok olmuştu. Cihat'a aldırmadan, Cihan'a sarılıp "Bu fedakarlık biraz fazla değil mi? Niçin bunu benden gizledin? Bana neden söylemedin" diye sitem ediyordu.
Kavuşmaları Cihan'a herşeyi unuttturmuştu adeta. Yaşadıklarına, çektiği sıkıntılara aldırmıyordu. Kavuşmuşlardı ya, gerisi önemli değildi artık.
—"Ne garip değil mi? Kız kardeşim Canan'ı üç yaşında iken kaybettim. Yirmibir yaşında yetişkin bir genç kız olarak buldum. Oğlumun varlığını öğrendiğimde onu onbeşinin eşiğinde gençliğine adımını atmış olarak karşımda buluyorum. Ben sevdiklerimin gözlerimin önünde büyümesini göremeyecek miyim?"
—"Cihat'ın çocukluğunu gördün.."
—"Ama kendi çocuğum dolduğunu bilmeden."
—"Ben biliyordum. ."
—"Benden gizledin..."
—"Ne yani? Bir de onun hasretini mi çekecektin?"
"Kimbilir. Belki senin hasretini de çekmezdim. Bunu bilseydim, herşeyi anlatır, senin evlilik oyunuyla benden kopmana müsade etmezdim belki. "
—"Neyse geçmişi unutalım. Herşey geride kaldı. Bundan sonra benim büyüdüğümü seyredersin. "
Hilal'in bu esrpirisine gülüştüler. Bu espriye,
—"Daha mı büyüyeceksin? Bence büyümüşsün büyüyeceğin kadar. Bu kadar yeter" diye bir başka espriyle karşılık verdi Cihan.
Ertesi gün İstanbul'a çektikleri faksta "onbeş yıl ertelenen
458
mutluluk, nihayet gerçekleşti. Birbirimizi İstanbul'da kaybettik. Florida'da bulduk. Artık ayrılık yok." diye yazmışlardı.
Ayrıca telefonla bu aşkı bilenlere kavuştuklarını bildirmişler, müjdeyi vermişlerdi. Hilal'in doğum günü oniki Haziranda kavuşmuşlar, Cihan'ın doğum günü olan 21 Haziran, düğün günü olarak seçmişlerdi. Bu tarihi Hilal seçmişti.
Cihan:
—"Yine mi baharı yaşayamayacağım" diye espri ile karşılamıştı. Hilal'in cevabı ise;
—"Artık hiç yaşamadığın bahan bundan sonra hep yaşayacaksın. Bütün mevsimler artık bizim için bahar olacak. Mevsimler ne olursa olsun, biz bahan yaşayacağız" şeklinde anlamlı olmuştu.
—"Baharı yaşamak güzel ama, sanınm bana dokunacak.. "
459
Mustafa İlhan _ Sular Alevlenirken
 
  Bugün 2 ziyaretçi (3 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol